27 Ocak 2012 Cuma

Herkes Seni Seviyorum Der

Çarşamba günü, muhtemelen unutmayacağım akşamlardan birini geçirdim. Ben çok şey yaptığım, çok şey "hissettiğim" ve bir yarısında kapımın çalındığı geceleri severim. Sevgili Özlem, kapımı hep çal, olur mu?

"Evde bir şeylerle uğraşma" özlemimi giderdikten sonra, sütlü (kremalı değil) kahve, Eti Browni Intense, koltukta uzanma hareketi ve Woody Allen'la, hayat ne kadar güzel olabiliyor.

Herkes Seni Seviyorum Der'i zaten uzun zamandır izleyesim vardı, ama o akşam resmen "aşerdim." Daha önce izlememiştim ama yönetmeni ve ismi itibariyle, bilinmeyen güçler tarafından bu filme ve resmen sürüklendim. Ne iyi olmuş.

Anlatılan aile, yine karışık, yine herkesin çok konuştuğu, yine "bi acayip." Ve Woody Allen kadınları yine çok güzel.

Joe ve Steffi, boşanmış fakat hala görüşen bir çift. Hikayeyi, bu ikisinin ortak çocuğu olan Djuna'nın ağzından dinliyoruz.

Djuna, annesinin ikinci eşi Bob'un diğer çocuklarıyla birlikte New York'ta yaşıyor. Joe da, Paris'te yaşıyor olmasına rağmen bu ailenin bir parçası; Djuna iki adama birden "baba" diyor, ikinci baba Bob'un çocukları Steffi'ye anne diyor, Bob ve Joe birbirlerini çok seviyorlar filan. Eh, bir Woody Allen filminden mazbut aile yapısı beklemek abes olur; o aileleri içselleştirmeye zaten yeteri kadar mecbur bırakılıyoruz.

Film, neredeyse tüm karakterlerin ikili ilişkilerini göstermek üzerine kurulu. Fakat hiçbir yerinde, kimse kimseyi sorgulamıyor, kimsenin karakter tahlili yapılmıyor, hiç öyle ağır duygu sekansları yok; her şey alabildiğine "olduğu gibi" ve hatta "hafife alınmış." Tam Woody Allen. Dalgasını geçiyor.

İlişkilerini gördüğümüz karakterlerin hepsi birbirinden farklı. 14 yaşındaki kızlar, sanırım 20'lerine henüz gelmemiş olan Djuna, 20'lerinin başındaki Skyler ve Holden, orta yaşlı ve "A plus" hayatlı Steffi ve Bob, yine orta yaşlı ama "loser" Von, biraz daha büyük ve çatlak Joe, eski mahkum Charles... Tüm bunların "ilişki algılarını" izlerken, filmin adını aklınıza bile getirmeksizin, tamamen o an öyle geldiği için, ağzınızdan şunlar dökülüyor, "herkes seni seviyorum der..."

Filme başlamadan önce, çok beğeneceğimi biliyordum ama seni seviyorum'un herkes tarafından söylenmesinin nasıl işlendiğine dair çok da fikrim yoktu. Bu konunun iki şekilde işlenebileceğini düşünmüştüm, ya "Seni seviyorum demekte bir şey yok, çünkü amaç birini kandırmaksa, iki lafla bunu gayet kolay yapabilirsin" ya da "Seni seviyorum demekte bir şey yok, çünkü eğer o an öyle hissetmişsen, gerisini çok da düşünmezsin." fikriyle. Şimdi düşününce, bu fikirlerden hangisindeki gerçekliğin daha korkunç olduğuna karar veremiyorum.

Woody Allen konuyu işlemek için "kandırmaca" yolunu seçseydi bile bunu o kadar "inceden" yapardı ki, bizi kandıran adamları "Canım yaaa" diye hatırlamamızı sağlayabilirdi. İyi ki öyle yapmamış.

Filmde herkes mutlaka birilerini seviyor. Çünkü sevmek aslında çok düz, çok kolay bir şey. Birini görüp beğeniyorsun, hayatında istiyorsun, oluyor. Bu kadar. Arkası önü yok. Hatta sadece sevgi değil, senin sonsuza kadar süreceğini düşündüğün bütün hisler aslında "o ana" özel. O kadar. "Artık aşkla işim olmaz" cümlesini 14 yaşında da 50 küsür yaşında da kurabiliyor olmanın, başka bir açıklaması olamaz.

Biz insan evlatları, birini sevmekle hayatını onunla geçirebilecek olmayı birbirine çok karıştırıyoruz. Birkaç güzel anımız olunca, o insanın "seçilmiş kişi" olduğuna inanıyoruz. Halbuki seçilmiş kişi diye bir şey hiç olmuyor ve aksine, biz sevgilimizden "seçilmişlik performansı" bekledikçe işler iyice sarpa sarıyor. Çünkü bak söylüyorum, yok öyle bir şey. Senin aklıselimle düşünerek, "Evet bu insanla yaşanır gerçekten hacı..." demen gibi bir şey var. Bu karar da öpüşüp koklaşırken, "yaramazlık" yapmak için bir yerlerin tuvalet penceresinden  kaçarken filan verilmiyor. Endişen olmasın, beraber yaşayabileceğini düşündüğün insanla zaten böyle şeyler de yapabiliyorsun - dur umarım.

Fakat tüm bu süreçlerde, "anı biriktiriyorsun." Bu anılardaki insanı silip atacak halin yok, çünkü seni var eden şey o anıların kendisi. Filmde bu fikir de var, hoşuma gitti. İki insan bir süreci birlikte geçirdikten sonra, neden bununla yüzleşip hayatlarını birbirlerinden bir beklentileri olmaksızın geçirmeyi beceremiyorlar ki?

Biz, yani biz derken ben ve insan milleti, ayrılmaya çok fazla anlam yüklüyoruz. Bununla da kafa bulmuş Woody Allen; mesela bir sahnede bir karakter, "Aklıma başkası girdi, ama sevgilimi aldatmak da istemiyorum... O yüzden ayrıldık, ben biraz öbürüyle takılacağım, sevgilime dönüp dönmeyeceğimi zaman gösterecek" diyor. E ayrılmak bu kadar basit olması gereken bir şey. Ama mesela benim başıma böyle bir şey gelse muhtemelen kendimi keserim. Ne bunu söyleyen kadın, ne de terk ettiği adam kadar rahat olmamın hiçbir paralel evrende imkanı yok. Halbuki "mantıklı düşününce" her şey ne kadar kolay.

Benzer şekilde, Steffi ve Joe ilişkisi... Sevgiliyken çok mutlu olmuş, çok güzel bir çocuk yetiştirmiş, çok iyi arkadaş olan, fakat evliliği yürütemeyen bir çift. Steffi Joe için "kız beğeniyor" filan. Ne var ki bunda, bak Woody Allen ne güzel anlatmış işte, Steffi ve Joe o kadar iyi arkadaşlar ki Joe ve Bob birbiriyle kanka olabiliyor... Bu da aynı şekilde, ancak bir Woody Allen filminde bu kadar "normal" görünebilen bir şey. Savunur muyum, her zaman; yapabilir miyim, sanmıyorum.

İşte Woody Allen'ı bu yüzden çok seviyorum.
"Olmayacak işleri" (!) bana son derece makul ve meşru gösterip, ufkumu genişlettiği için.
Bir de, cumhuriyetçilere muhteşem ama gerçekten muhteşem kaya fırlatmış, o sebeple.

Bu arada, Holden Spence ve Derek Vinyard'ın aslında aynı adam olduğu bir dünyada yaşıyor olmak da ayrıca ilginç. Aradaki iki sene en çok Edward Norton'a yaramış...

Yeni bir Woody Allen filmiyle görüşmek üzere, çok sevgiler,
Göksun.








23 Ocak 2012 Pazartesi

27.5a, İstanbul

Şizofren olasım var.

Ama rica ediyorum şizofren olduğumu bileyim. Çünkü benim istediğim, içimden neler çıkabileceğini görmek ve o çıkanlarla arkadaş olmak. Çünkü içimdekilerin çok sıkıldığını biliyorum, yani kim olduklarını bilmiyorum ama bir sıkıntı var. Ya da belki sadece bir ikizler burcu kadınıyım.

Gerçi ben hiçbir zaman her sabah aynı saatte aynı yollardan geçen, aynı ekranlarda aynı işleri yapan, aynı yerlerden aynı şeyleri alan biri olmadım. Ama bunun, içimdeki "diğerlerinden" kaynaklanıyor olabileceğinin farkına hiç varamamıştım.

Çok yakın aralıklarla çok farklı dönemlere girip, sanki her dönemi ezelden beri yaşıyormuşçasına "hissettiğimi" fark ettiğim an, acaba dedim, benim bu aynı yollardan geçmeyişim, bir sebep üzere olabilir mi?

Bu dönem meselesini detaylandırmak istemiyorum. Sakladığımdan değil, canım istemiyor. Yaşadıklarını yazmak, mazoşist bir megalomanlığa delalet edebiliyor. Ki o da bambaşka bir şizofreni, baktığın zaman. Aynı anda hem mazoşist hem megaloman olabiliyorsan, sende en az iki kişi var demektir.

Benimki ise daha çok, aynaya her baktığımda başkasını görmekle alakalı.

Dün uzun uzun kendime baktım. Baktım derken, lafın gelişi; kendime derken, hepsine birden.

Gözlerim kesinlikle kadın gözleri. Hangisinin bilmiyorum ama kadın olduğu kesin. Bir kırılganlık var; olduk olmadık yerde sulanan, önünde ağır bir şeyler olur biterken kapanan, ama sevdiği insana saatlerce bakabilen gözlerim var. Sanki sulanınca her şeyin akacağını, kapatınca hiçbir şey algılamayacağını, saatlerce bakınca aynı şekilde bakılacağını sanan.

Belki benim alt kimliklerim de kendi içlerinde şizofrendir? Yoksa bir insan, kendini en 16 yaşında hissettiği anda birden nasıl menopoza girsin?

Dudaklarım erkek ama. Düşünmeden hareket edebiliyor. "Dolu" olmayı seviyor; konuşarak ya da öpüşerek. İçinden çıkacak olanların "sonuçlarının olması" hoşuna gidiyor, bu onun egosunu okşuyor. İsterik ya da sarkık değil, erkek işte, ağır abi. Kimi zaman ise anaç bir huzurla dolabiliyor, dudaklar da anaç olabilir.

Kulaklarım yeni doğmuş hermafrodit kulaklar. Her şeye kabarıp, hiçbir şeyi atlamama ateşiyle yanıp tutuşuyor. Bunda kadınların "bilme" saplantısı olduğu kadar, erkeklerin "sahiplenme" güdüsü de var.

Ama mesela şu an, tam olarak, sapıma kadar erkeğim.
Çünkü içim şişti.

Ama hafiften kadınlık da yok değil, "başladık bitirelim" inadım var çünkü.

Burnum ise bir köpeğe ait. Cinsiyetini bilmiyorum. Her nev'i kokuyu itinayla alıyorum, ama beynim bir insana ait olduğundan, bu kokulardan anlamlı sonuçlara ulaşamıyorum.

Derim yok. Herhangi bir koruma kalkanı kullanmıyorum.

Dün "kendilerime" bakarken, hepsinin en güzel yerlerini seçtim. Ama yapılan yoklamaya çıkmayıp bir köşede büzüşerek "yok olmayı" tercih edenler de var, biliyorum. İsteklerine saygı gösterip onları orada tutmaya devam ediyorum.

Diyordum ki, dün kendim için bir kolaj yaptım. Aynaya baktım, kendimdeki malzemelerden oluşmuş bir adam gördüm.

O adam olmak istedim. Sonra, o olursam, "onunla" olamayacağımı anladım.

Biraz "bende o ana kadar olmayan" şeyler ekledim. Kimi yönleriyle bana farklı gelsin, birbirimiz için çaba sarf edelim, birbirimize alışmaya çalışalım, onun "sahiplenme" benimse "şekle sokma" dürtülerimiz tatmin olabilsin diye.

Kendimi ona adayabilirim.
Bir görünmesine bakar.

22 Ocak 2012 Pazar

Empati diyeni her gün dövmek!

Abi kim icat etti bunu allah aşkına, başımıza kim sardı bu belayı ya? Tanrı bizi tasarlarken, "hmm biraz da empati mi şeyetsek acaba..." diye nasıl düşündü, bu aklı ona kim verdi; yoksa bütün bunlar Şeytan'la girdikleri iddianın bizi harcamak pahasına kullanılan silahları mı? Of ama ya biraz insaf be Tanrı'm.

Hayır, "beni anlayın taam mı :(" ağlaması değil bu. Empati olayının insan beyninden ve tüm varlık tarihinden silinmesi ricası. Çünkü biz insanlar olarak, kusura bakmayın, bunun da bokunu çıkardık.

Kendini başkasının yerine koyup onun acısıyla ağlamak bir yetenek, evet. Bunu yapabilene aferin diyoruz.
Ama başkasının hissetmediği bir öfkeyi alıp onun yerine hissetmek, bu nedir? Amaç bağcıyı dövmekse ne ala, ama asıl üzüm yesek iyiydi.

"Lütfen kendini benim yerime koyar mısın, bu söylediğin çok kırıcı" - Haklısın, kırıldın ve bilinmesini istiyorsun. Tamam.
"Peki o zaman şuna ne diyorsun, sen de bana bunu yapmıştın?" - Cevap alalım? "Ya ama ben..." diye kalırsın öyle.

"Sen ne yaptığının farkında değilsin" - Evet değilim, yani bir şeylerin farkındayım da değilmiş gibi davranmak kolayıma gidiyor. Benim aslında ne yaptığımın farkında olabilmek çok aşkın bir empati becerisi, peki bunu neden yaptığımı görmek? Hadi gördün, yargılamak?

Kendime dönüp baktığımda ise şunu görüyorum, bugüne kadar "oha nasıl bu kadar empatik olabiliyorsun" lafını on milyon kere duymuş biri olarak, kendimi bu konuda hiç bu kadar "beceriksiz" hissetmemiştim.

Empati "lüks" bir alışkanlık. Kendine o kadar da dikkat etmeyebileceğin bir ruh hali gerektiriyor. "Ya brak şimdi beni, asıl sen nasılsın" diye başkasının yardımına koşabilecek bir rahatlık içinde olmalısın. Buna cevaben "ama hangimiz o kadar rahatız ki..." gibi üç noktalı konuşmayın. Çünkü aslında pek çok zaman kendimizi gerçekten mutsuz, ilgiye muhtaç, sevgiye aç ve "loser" hissediyorsak da, o hislerimizin kapristen öteye geçemediğini gerçekten "loser" olunca anlıyoruz.

Daha geçen gün Ahmet'le konuşurken masaya yumruk atıyordum, "Ben bu kadar anlayışlı olmak zorunda mıyım lan!" diye. Al işte, şimdi daha da anlayışlı olmak zorundayım, demek ki her şeyin "bir tık üstü" oluyormuş. O zaman hala barutum varmış ki masaya vurabiliyormuşum. Şimdi oturmuyorum bile.

Çünkü şöyle bir şey var; karşındaki insanı ancak "kendin üzerinden" anlayabiliyorsun.

İlk ihtimalde, ona "bir şeyler" yapmış olduğunun farkında bile olamıyorsun. Çünkü "o şey" sende tanımlı değil. Senden beklenen bir davranış modeli var ama o modelden sende yok. Haliyle, karşındakinde bir hayal kırıklığı, bir asabiyet, bir tavır... Sonra efendim "sen çok değiştin" - hayır değişmedim mnkym, malzeme bu. Seni ancak bende tanımlı olan kavramları kullanarak anlayabilir, anlayacağın dilde söyleyeyim, yeni donanımı ancak uygun programı listeden seçerek kullanabilirim. Listede yoksa bulup indirmem gerekir. Bana bu şansı vermelisin. Ben de sana vermeliyim.

Gerekli tanımlamalardan sonra birbirimizi hala "kullanamıyorsak" bunu o zaman konuşalım.

İkinci ihtimal, bir şeyler yaptın evet, ama bunun anlam ve önemini kavrayamıyorsun. Yani bu senin için, muhtemelen pek çok insan için "Tamam olmasa iyiydi ama neabalım" denecek bir şey, ama karşındakine göre özel bir anlamı var. Belki adamın travması var? Belki adam seni anlamıyor? Ya da aklı senden farklı çalışıyor? Sen bunu bilebilir misin, neden hala bana "anlayış" diyorsun?

Birbirimizi "içselleştirmemiz" öyle hemen olacak iş değil. Sen bana "anlayışını" göster, ben de sana göstereyim, baktık olmuyor, bunu o zaman konuşalım.

Üçüncüsü, "nasıl olsa beni anlar yeaa" saçmalığı. Neden abi, insanlar neden seni anlamak zorunda olsun? Gerçi böyle dediğime bakmayın, şu an kağıt üzerinde atıp tutuyorum. Ama mesela en yakın arkadaşım ya da sevgilim beni anlamasa sorun ederim bunu. Dediğimi yapın yaptığımı yapmayın yani.

İnsanlar birbirini "şıp diye" anlamak zorunda değil. Anlaması gereken bir şeyler olduğunun farkında olup buna saygı duymak zorunda. Birbirini dinlemek zorunda. Çünkü hepimiz insanız ve ben de senin kadar "hissediyorum."

Sen onunla aranızdaki tüm yakınlığı bir "konfor" olarak görüp "her durumda anlaşırız" diye o insanı ihmal ediyorsan, onun incinmişliğinin, sana ilişkin karanlığının vebali sendedir. Bu cümleyi kendime armağan ediyorum.

Daha uzatırım, ama kendimden sıkıldım. Bir de saat 12.30, çıkma vaktim yaklaşıyor.

Allahtan yazmak dışında işler de var hayatta. Olmasa ve ben hep yazsam, artık beni nerelerden ne hallerde toplarsınız bilemiyorum.

İyi pazarlar,
Göksun.

20 Ocak 2012 Cuma

Paranoid - android işler

Az önceki post’ta dedim ya, “androidim ben bana bakmayın” diye…

Şimdi efendim bunu anlatırken kış mevsiminden girilip Ursula Teyze'den çıkılacak bir süreçle karşı karşıyasınız, hazırlıklı olun…

*
Dün akşam yine bizim ordayız, bizim çocuklarla. Şimdi ben kendimi böyle gayet açık, gayet sereserpe anlatıyorum ama belki benim hayatımda olmaktan pek memnun değillerdir düşüncesiyle “bizim çocukların” isimlerini zikretmeyeyim…  Diyalog şu, ben ikinciyim, zaten başka kimse de o ilk laftan laftan sonra o kadar çok konuşamaz…

-Çantan güzelmiş.
-Hii teşekkür ederim, geçen çok kar yağıyordu ya, o akşam aldım. Ya metrobüsten eve kadar yürüdüm tamam mı, taksi yok çünkü. Kadıköy’e geldiğimde artık paltom görünmüyordu kardan. Tabi çantam normal çanta, su geçirmez filan değil… (Bunu şimdi iki satırda anlattığıma bakmayın, 5 dakika filan sürdü bu konuşma.)
-İşe yaramaz kadın çantası yani.
-Aynen, işe yaramaz kadın çantası. İşte madem öyle dedim, gittim Nezih’e, ilk bulduğum Eastpak’i aldım. Ama bunu en az 10 sene kullanırım ben, üniversiteye başlarken aldığım çantayı haalaa kullanıyorum daha da taş gibi. Abi nalet olsun ben eşyalarımı fazla güzel kullanıyorum. Lisede giydiğim şeyler duruyo lan, versen veremiyosun, atsan atamıyosun… E tabi alışveriş de yapamıyosun, çünkü var her şeyin.
-Ahah para harca lan azıcık, kadın gibi davran.
-Olmuyo işte. Hem ben ayağımdaki botu da yine öyle almıştım, 2010 başlarında. Maltepe’den eve dönerken baktım hava fena karlı, ayağımdakilerle yürümenin imkanı yok… Optimum’da indim, bulduğum ilk 36 numara botu aldım…
-36 numara mı ayağın? (Niye ki?)
-Evet. İşte şimdi bi kar daha bekliyorum, onda da inşallah su geçirmeyen uzun bi mont gibi bişey alıcam.

Aslında “kadın gibi davran’dan sonra vermek istediğim cevap şuydu:

“En son kadın gibi davrandığımda başıma ne geldiğini bilmiyor musun?”

Geçirdiğim bir "kadınsal süreç" neticesinde, bir telefon mesajıyla terk edildim. Aha olan bu.

Neyse oldu bitti, bunu konuşmayalım. Her şey olur.

Diyeceğim, “kadın gibi davranmak” nedir abi? Cinsiyete yüklenen bu anlam ne?

Kadınlık “Burcucum çok güzel çıkmışsın” duyarlılığı, erkeklik de TV karşısında göbek kaşımak mıdır? Yani bu davranış kalıplarını gerçekten anlamıyorum, hele Karanlığın Sol Eli’ni de yeni bitirmişim ki, feci cinsiyetsizim.

Cinsiyet artık “cinsel anlarda” ortaya çıkan bir şey. Duygunun cinsiyeti olur mu allahaşkına, kadınlarla erkekler farklı mı aşık oluyor? Yani evet, farklı oluyorlar, ama neticede bu duygu ikisinin de “eksenini kaydıran” bir şey değil mi? Aldatılınca farklı mı üzülüyor bunlar, bunun kadını erkeği var mı? Saygı duymadığımız işler yüzünden gecemizi gündüzümüze katmıyor muyuz, kiramızı ödeyebilmek için?

Eğer siz tüm her şeyi sevgilisine taşıttırıp o arada manikürünün bozulmamasını düşünen bir dişiyseniz, ben sizden bahsetmiyorum. Ya da “karı gibi ağlamak” deyimini kullanan bir erkekseniz. Siz benim konum değilsiniz, dünyamda da olmadığınız gibi. Olmamak derken, pek hoşlanmıyorsunuz benden, o yüzden öyle söyledim, yoksa buyrun gelin. Benim burada bahsettiğim, bir üst kavram. İnsan olmak.

İşte ben bu üst kavrama kendimi fazla kaptırdım. Öyle ki, cinsiyetçi atıfları ayıp bulma noktasına geldim. Yani aslında bunun başka sebepleri de var, mesela dekolte giymiyorsam, bunun bir sebebi de yakışmayacağını düşünmemdir. Yani henüz tam olarak androidleşmiş değilim, ama yolunda ilerliyorum…

Bu cinsiyet meselesiyle nasıl barışacağım bilmiyorum. Zor görünüyor. Çünkü “kadın” ya da “erkek” kategorisine girdiğin zaman, hareket alanın çok feci belirlenmiş oluyor. Şimdi mesela benim düzenli bir güzellik salonu masrafım, kullanmam ve kullanmamam gereken kelimeler, tepkimi ifade etmem için belirli yollar, insanlara belirli davranış şekillerim var.

Ama bunların bir kısmına bile isteye uymuyorum. Uymayınca da, “kadınlık oranın” düştüğü için, sende birtakım “insani duyguların” bulunmadığı düşünülebiliyor.

Anlatamadım ama şöyle ifade edeyim…

Kadın -> Her an incinebilecekmiş gibi görünür ve davranır.
Göksun -> Her an incinebilecekmiş gibi görünmez ve davranmaz.
--> O zaman Göksun’un incinmesinden çekinmeyelim, Göksun incinmez çünkü.

Kadın -> Dediğini yapmazsan küser.
Göksun -> Küsmez.
--> E yapmayalım o zaman.

Kadın -> Yanında konuşulacak şey var konuşulmayacak şey var.
Göksun -> Yanında konuşulmayacak şey yok.
--> Ağzımıza geldiği gibi…

Nası lan? Kadın olduğumu gözünüze sokmuyorsam, sizin cinsiyetinizle ilgilenmediğim ve sizi de benim cinsiyetimle ilgilenmek zahmetine sokmak istemediğimden lan. Bi sebebi var. İnsan olmayın diye değil.

Bir sebebi daha var.

İnsanların kabalığı ve düşüncesizliği, her durumda kalp kıran bir şey. Eğer ben insanlara “Bak ben her an her şeyden kırılabilecek bir insanım” mesajı verirsem, bana yönelecek davranışları eleştirmeye hakkım olur.

Ben size “cinsiyetsiz” davranarak, sizin hareketlerinizi eleştirme hakkımı kendi kendime yok ediyorum. “Ben zaten saçma sapan bir insanım, o yüzden bana nasıl davranacağını bilememiş olabilir” diyerek, sizin farkında bile olmadığınız bir ton saçmalıktan “takipsizliğinize” karar veriyorum.

Siz bunun farkında değilsiniz.

Ben seninle buluşmadan önce iki saat boyunca hazırlanmışsam ve sen bunun farkında bile olmazsan, bu iyi bir his mi? Hazırlanmıyorum ben de.

Beni güzel bulman için yüzüme bir ton şey sürüp, bir ton rahatsızlığa razı olup, sen benim gözümün içine bakarken ben “allam artık eve gidip pijama ve terliklerimle oturmak istiyorum…” diye düşünsem, hoşuna gider mi?

Siz bunları düşünmüyorsunuz.

Bu “üst kimlik,” benim zaten çok uzun zaman önce farkına vardığım bir kavram. Ama işte gerek son dönemlerde yaşadığım garip olaylar silsilesi, gerekse Karanlığın Sol Eli, bu algıma tüy dikti.

Dünya gerçekten, ama gerçekten, aksi ispatlanamayacak şekilde, hatta ispat çabasına girmenin bile abes olacağı bir kesinlik derecesinde… tam olarak, cinsellik derdi etrafında dönüyor.

Kadın gibi kadın - erkek gibi erkek olayım derken, insan olamıyorsunuz, farkında değilsiniz.

Casual tamam da, smart olamadık...

Of sabahtan beni “smart casual” deyip gülüyorum ahah

Şimdi şöyle oluyor, “takım elbise pantolonu” giyince smart, kot giyince casual oluyosun ya. He işte Docker’s giyince smart-casual oluyosun. Ama Docker’s olacak o önemli.

Abi böyle bi kavrama ihtiyaç var ya. Çünkü neden, insanlar bu işin hep smart tarafında kalmayı feci marifet gördüğü için. Şeyler giyiniyor öyle, “ben rahatlık insanıyım taam mı, üniforma zihniyetine inanmıyorum” insanları. Ben de o insanlardanım ama direk casual takılıyorum, bir smart olamadım, gün akşam oldu…

Bence insanlık, smart casual kavramına ancak yirminci yüzyılın sonunda ihtiyaç duyduğu için yeteri kadar gelişemiyor. Halbuki, hiç saçma sapan üniformalara bürünmeden, daha en baştan direk “vatandaş stayla” takılsak bunlar hiç başımıza gelmezdi. Lan kendi günlük kıyafetimize “ama bu smart casual” diye tonla para bayılıyoruz lan.

Mesela nasıl; işte örnek, Docker’s. Sonracıma, altına giyeceğin bot, üstüne alacağın hırka filan önemli hep. Neden dersen, smart-casual olayım derken yanlış bir hamleyle boheme ya da öğrenciye dönebilirsin.

Şöyle bir örnek vereyim kendimden, az önce işe gelirken neredeyse asansörü kaçırıyordum… Asansöre binmekte olan “genç delikanlı” beni görünce kapıyı tuttu sağolsun. Hah şimdi bu genç, gayet smart, muhtemelen de benden küçük tamam mı. Yani hem küçük görünüyor, hem de artık benden küçük olabiliyor insanlar. Abi resmen öğrenci gibiydim lan yanında. Benden küçük bir smart’ın yanında, ki muhtemelen “özel bir şirkette maraba” olarak çalışıyor, olanca Göksun’luğum bir yana, sadece “casual” olarak etiketlenip bir kenara pıstırıldım lan resmen ahaha of buna yarım saat gülebilirim.

Ama haklı çocuk. Bugün bayağı casual’ım çünkü. Bunun önüne smart eklemek için yapmam gerekenler şunlardı mesela, sağ baştan sayalım:

-Kot pantolonluyum. Tamam kot olur, onda bi sıkıntı yok. Ama siyah olmalıydı. Kesimi düzgün allahtan, skinny filan değil, zaten bana da ne yakışır skinny…

-Üstünde V yaka bi triko bişeyler var. İlter kafa bulurdu bunlarla. Hele yeşil V yakanın altından mor penye görünüyor ki, of…

Şimdi aslında bence yeşille mor çok yakışır bunu tartışmam bile. Ama bak şimdi, sen eğer sen “zeki ama çalışmıyor” tarzı yakalayacaksan, zeki olduğunu ancak bir gömlekle gösterebilirsin. Etro olabilir.

Renk meselesi, ne kadar smart olmak istediğinle alakalı. Casual’ım ama smartlık da bende diyeceksen, beyaz olabilir. Böylelikle “vatandaşlık bir yere kadar”  diyerek siyah takım elbise-beyaz gömlek üniformasına bir selam çakabilirsin. Şair burada tüm Sanayi Devrimi ve Post-Fordist yaklaşımlara “tamam üniformanızı giyiyorum ama ancak bu kadarını giyebilirim” diye sesleniyor. Of feci etkilendim. Seni kim tutar bebeyim.

Erkek ve mühendissen kareli olabilir. Ya abi bence erkekler gömlek giysin sadece, bir erkeğe gömlek kadar yakışacak başka hiçbir şey düşünemiyorum.  Tamam kadına da yakışıyor ama kadına zaten her şey yakışır. Onu karıştırmayalım.

Bu arada şeyi unuttum, gömleğin nasıl duracağı detayını. Dışarıda olsun bence, tabii gömlek buna uygunsa. Hani “Dress-code’la uğraşamayacak kadar çok düşünen bir insanım ben, belli kalıplara hapsolmak istemiyorum” demek istiyoruz ya, ha işte bırakalım göbeğimiz de hapsolmasın.

-Gömleğin üzerine, şimdi mesela ben ceket giyince hoşuma gidiyor. Ama siz bana her zaman bakmayın, androidim ben. İşte böyle nalet bir tarafım var ne yabayım. Hırka derseniz o iş tehlikeli, babaanne olmakla itham edilebilirsiniz. O yüzden rica ediyorum hırka seçerken sosyal çevrenizi de yanınızda götürüp “hangisi olsun?” diye sorunuz. Çünkü o sosyal çevre, ceketli insanı ciddiye almaya programlı olduğu kadar, hırkalıyı da iplememeye eğilimli.

Mesela Nuri Bilge Ceylan hırka giydi geçen, bence iyi bi fikir ama uygulaması hatalı. Abicim, ben ki hayatta “smart” olmamayla kafayı en bozmuş insanım, oraya senin gibi “vatandaş stayla” gidebilecek olan 3-5 kişiden biriyim, tamam tabii ki hırka giy de, o hırka nasıl ya? Hayatında benim gibi insanlara ihtiyacın olduğunu düşünüyorum. Ara beni.

-Ah işte en önemli nokta… Kadınsansız eğer, kesinkes, tartışmasız, açık ve net söylüyorum, belirgin takılarınız olmalı. Mümkünse etnik. Ama kesinlikle öyle uyduruk şeyler değil, tezgah işi filan gibi. Hayır. Gidip, arayıp seçip, bi ton para bayılmış olmanız lazım. Ayrıca yurtdışından filan almış olmanız tercih edilir, yurtiçiyse de Kapalıçarşı olsun mümkünse.

-Ayakkabılar. Bu da yine, beyaz gömlek hadisesi gibi, nereye kadar smart olmak istediğinizle alakalı. Mesela ben topuklu ayakkabı sevmiyorum, ama beyaz gömlek giyiyorsan onun altına topuklu ayakkabı giymen gerekir. Kareli giyiyorsan da bot. Yok ikisi de değilse, altı dümdüz olan ve ne işe yaramadığını anlamadığım yeni bir çizme modeli var ya, bak onlardan olabilir. Ah ya nasıl unuttum, tabii lan, New Balance var hayatımızda… “Yakışıklı vatandaşın” can simidi, göz bebeği…

Hah topuklu ayakkabı konusunda diyeceklerim bitmedi. Ya şimdi ben yolda yürürken kendi kendine gülen biriyimdir tamam mı. Mesela işte bugün “smart casual” deyip deyip güldüm sürekli, bu arada sokakta yürüyordum evet. Bugün kot pantolonlu olmamla alakalı değil üstelik, ben bayağı bildiğin düğün dernek kıyafetliyken de böyleyim – ama saçma oldu la, düğün dernek kıyafetiyle sokakta ne işim var? Yani işte demek istediğim, süper avukat kostümüyleyken de sırıta sırıta yürüyebiliyorum. İşte o zaman harbiden komik oluyor. Makyaj, üst baş, adımlarda bir tıkırtı, dudaklarda bir kikirti… Tamamen saçmalık. Sonra bana diyorsunuz ki neden topuklu ayakkabı giymiyorsun… Abi benim ruhum topuksuz, nasıl giyeyim?

-Kaş bıyık felan… Off en sevdiğim şey.

Abi, smart casual olacaksan eğer, bu “istenmeyen tüy”  olayına herkesten daha çok dikkat etmen lazım. Yukarıda bahsettiğim takı meselesi de yine bu ekstra dikkat kapsamında.

Neden dersen, şimdi sen insana “kıyafetime değil direk bana bak” dediğinde, o insanın aklı karışıyor. Çünkü kimse, kimsenin gözünün içine bakmaz hacım. Birinin gözünün içine baktığında kendini görürsün çünkü, o da işine gelmez. Neyse felsefe yapmaya gelmedik.

Diyorum ki, sen “kıyafetime bakma” diyince vatandaş nereye bakacağını şaşırıyor. Detaylar ekstra önemli. Sen şimdi “süper smart” bir görüntüyle gidersen, karşındaki adamın seni “etiketlemek için” başka bir görsel veriye ihtiyacı yok. Karşısında zaten “taş gibi görünen” bi kadın var lan, daha nesi? İstersen içinde pamuklu fanila olsun, nedir yani, üstün başın düzgünse “olmuşsun” sen.

Ama işte, sen karşısına kot pantolon altında botlarla çıkarsan, o kolye boynunda olacak arkadaşım! O kaşlar düzgün, o bıyıklar alınmış olacak. Çünkü karşındaki insan, seni “ciddiyetsiz biri” ya da bir çocuk gibi görmeye ayarlı. Özünde güzel bir insan olduğunu başka türlü anlamıyor adam.

Hem zaten bu detay işi senin de işine geliyor, hani kendisini ifade etmek için çok farklı yolları olan, çok yönlü, renkli, şablonlara inanmayan birisin filan ya… Entel hafif. O anlamda. Bir de tabii, “cinsiyete inanmıyorum ama bir kromozom var” meselesi var, kadınız neticede. Benimki unutuluyor muntazaman.

Bak aynı hassasiyet makyaj için de geçerli. Rimelsiz bir hayat düşünme bence, rimel önemli. Ama şunu da unutma, hani sen şekle şemale inanmıyorsun ya, belirli kalıpların insanı değilsin. Hah işte böyle dedikten sonra o kalemi nasıl çekip o farı nasıl sürdüğün bir meseledir ablacım. Öyle her eline aldığın şeyi her istediğin gibi kullanamazsın. “Doğal tonlarda” takılman lazım artık senin, bilgin olsun, pembe ruj olayına girersen formatı pis dağıtırsın.

Kaldı mı başka detay? Aklıma gelmiyor.

Yani görüyorsunuz, “zeki ama çalışmıyor” imajı aslında sıkı bir çalışma gerektiriyor dostlarım…

Yalnız bu konsept güzel tuttu, herkeste bir rahatçılık, herkeste bir efendi adam yerine piç tercihi… Abi bir adam piçse piçtir, bu sonradan olmuyor. Size bunu anlatamıyorum. “Ben belli kalıplara inanmıyorum” dedikten sonra, kalkıp “Hiii New Balance’larda indirim varmış hemen almam lazım çünkü şimdi çok moda” diyorsan, bir olmamışlık var sende. “Kalıpsızlık kalıbına” girmiş gibi olabilir misin mesela, gibi sanki biraz?

Yani diyorum ki, hayat kısa, değmez bir kıza.
Bırak gitsin, dönerse senindir.