20 Şubat 2012 Pazartesi

Bir Salı gecesi rüyası: Largo Desolato

Largo Desolato’ya, oyun hakkında hiçbir fikrim olmadan gittim. Başlamadan önce “kimlik bunalımı, sistemin çarkları filan diyor la bu…” diye ürpermediğimi söylesem bariz yalan olur. Fakat öyle esaslı yanılmışım ki, uzun süredir tekrar gidesim var. Ama olmuyor olamıyor… Gidecek olanlar için hemen belirtelim, oyun her salı akşamı 8’de, Mecidiyeköy TiyatroHal’de.

Oyunu sahneleyen “ekip” yani Ekip Tiyatrosu, profesyonel tiyatroya yeni başlamış gençlerden oluşuyor. Bundan önce de Beckett’in “Oyun Sonu” adlı oyununu sahnelemişlerdi; düşünen ve “tavır alan” insanlar bunlar. Hepsi okumuş çocuklar. Bence oyuna sırf bu yüzden bile gitmelisiniz, çünkü “tavırlı olmak” artık gerçekten ender bulunan bir özellik. Bu ekip ise hem tavırlı, hem yetenekli. Uuu beybi.

Oyundan çıktığımda kafamda zilyon tane şey vardı, keyword'lerimi bir köşeye kaydettim etmesine ama, istediğim kadar anlamlı bir bütün oluşturabileceğimden emin değilim.

Efendim başlamadan önce şunu söyleyeyim; işbu yazı “spoiler” içerebilir. Ama tiyatro, "sonu bilindiği zaman izlenmese de olur" tarzı bir sanat değil kanaatimce.

Oyun özetle şu: Esas oğlan var bi tane taam mı, Leopold. Kendisi felsefeci yazar. Toplumu bayağı etkileyen, "anarşik anarşik" şeyler yazmış vaktiyle. Sonra tıkanmış, kitlenmiş, yazamaz olmuş. Evinde mal mal duruyor bütün gün, insan içine çıktığı yok.

Karısı var bi, Suzi, histerik manyak. Bi de sevgilisi var, Lui. Ki bence hayatın en "harcadığı" karakter bu iki kadın. Eve girip çıkan bir arkadaşı var, Uli. Evin çekirdek kadrosu bu kadar. (Diğer karakterleri yerleri geldikçe anacağım.)

Esas oğlan, önceden yazmış olduğu ve çok ses getiren anarşik yazılarından biri yüzünden, kafayı "gelip beni götürecekler" stresiyle bozmuş. Fakat bu esnada, iki sade vatandaş bizimkinin adeta ayağına yapışıp "Allahını seversen yazmaya devam et, sen bizim umudumuzsun" diye ısrarcı oluyor.

Ve derken, “olaylar olaylar.”

Bir noktada, kendinizi esas oğlan için "yeter artık vurmayın adam öldü" derken buluyorsunuz. Benim şahsi kanaatim ise, beter olması yönünde.

*
Bu oyunda üç ayrı hikaye var bana göre. Biri, vaktiyle bir şeyler başarmış bulunan yazarın egosu, alter egosu ve id'i arasındaki gel-git'leri. Fakat böyle deyince lütfen "çok Kafkaesk gördüm, üzgünüm bu entellik bana gelmez" demeyin. Ben dedim, aldım cevabımı oturdum yerime.

Diğeri, bu gel-git'ler arasında kalmış olan kifayetsiz esas oğlanımızın empatik beceriksizliği.

Sonuncusu ise, bir ülkede "düşünen adam" olmanın insanı sürüklediği biçimsiz durumlar.

Birden fazla anafikir çıkarılabilir, fakat benim çıkardığım esas şu: "Egonun derdine düşeceğine, önce kendini çözümle ve hayatındaki insanlara doğru düzgün davran."

Tabii siyasi anafikirler de çıkarılabilir, efendim düşünce suçlarına ilişkin, belirsizliğin kaotikliğine, "sistemin çarkları" denen ama somut ifadesi olmayan birtakım pratiklere ve saire... Fakat ben en çok ilk söylediğimi beğendim.

Oyun aslında klasik tiyatro sahnesinde oynanmak üzere yazılmış fakat Ekip Tiyatrosu, oyunu seyircinin "ortasında" oynamayı uygun görmüş. Bir seyirci olarak ben bu kararı son derece takdir ettim. Çünkü bu şekilde, "sahnede sergilenen" bir oyunu değil, doğrudan "gözümüzün önündeki hayatı" izliyoruz. Bu tarz, seyirciyi resmen taciz ediyor ve karakterleri hissetmesine doğrudan katkı sağlıyor. Oyunu sadece bir oyun değil fakat bir hayat kesiti olarak izletmesi bakımından bence son derece yerine bir uygulama olmuş.

*
Leopold sahnede tek başına otururken, ilk önce Uli, yani Leo'nun "ötekisi" girer. Leo felsefecidir, Uli "İyi uyudun mu, ne yedin, ağrın var mı" vesaireden öte gitmez. Leo üşür, Uli sıcaklar. Leo korkar, Uli korku kavramını anlayamayacak kadar düzdür. Leo'nun karısıyla ilişkisi hastalıklıdır, Uli'nin ise "aynı kadınla" olan ilişkisi şehvetli.

Leo uzun zamandır yazamamakta ve bunun sıkıntısını hissetmektedir. Uli için ise, yazamayan yazar ne işe yarar?

Fakat öte yandan Uli, sosyalleşmek adına Leo'nun etrafında tek araçtır. Bu da, ötekisinden bir canavarmış gibi kaçan insan evladına kapak olur.

*
Lui'den sonra sahneye kim giriyordu hatırlamıyorum. Ben şimdi Wenzel'lerden bahsedeceğim çünkü önce Leo'nun "benliği" üzerinden gidesim var.

Wenzel'ler, yani adları Wenzel olan iki adam, Leo'ya umut bağlamış sade vatandaşlar. Bir fabrikada işçi olarak çalışıyorlar ve içlerindeki "devrimci", Leo'ya bir şeyler yapması için yalvarıyor. Çünkü Leo vaktiyle, sosyal sorumluluk anlamında adeta bir misyon üstlenmiş biri. İşçilerin bu şekilde sorumluluk alacak birine ihtiyaçları var.

Leo Wenzel'lerden, şaşaalı günlerinde kalmış saygı ve ihtimamı görmektedir. Bu tip şişirilmeler, herkes ve özellikle de yazarlar için ab-ı hayat olduğundan, Wenzel'lerde Leo'nun egosunu görüyoruz. Oyunun yazarı Vaclav Havel, egoyu bu şekilde çizerek birden fazla gönderme birden yapmış bence,

- Wenzel'ler ne yapacağını bilmeyen işçiler. Bir şeyler yapaları var ama hiçbir şey bildikleri yok. Leo'ya giderken akıllarında bir ideoloji veya bir plan dahi yok. Onlar sadece, durumundan memnun olmayan ve bir şeylerin yolunda gitmediğini sezen vatandaşlar. Buradan ben, "şişkin ego boş bir şeydir, çünkü yüzeysel şişirilmelerden beslenir." mesajını çıkarıyorum.

- Leo "peki ne istiyorsunuz, somut olarak?" diye binlerce kez soruyor ve tabii ki hiçbirine doğru düzgün cevap alamıyor. Dedik ya, Wenzel'lerin "somut olmaya dair" herhangi bir bilinçleri yok ki. Bu bakımdan, Leo'nun aslında içten içe "saçma sapan bir egonun peşinde sürüklenmek üzere olduğunun bilincinde olduğunu" anlıyorum ben.

Ve işte "sanatçının ölümü" böyle bir şey sanırım. Egona muhtaçsın ve fakat kof gaza getirmelere de gelmeyecek kadar çalışıyorsa aklın, sıradaki şarkı Yeni Türkü'den senin için gelsin: "Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın..." (Aslında bir mesaj daha çıkarmıştım ama yazarken unuttum, hatırlayınca ekleyeceğim.)

*
Egosuna kanmayan Leo'nun bir de alter egosu var ki evlere şenlik. Ve karşınızda, Olbram. Benim oyunda en sevdiğim karakter.

Alter ego, yani insanın şeytanı, adamı gaza getirmek için hiçbir hamleden çekinmez. Kafanızı soldan soldan didikler durur. Olbram da, kırmızı ışıklar altındaki parlak tiradlarıyla bu işi çok güzel yapıyor.

Olbram, aslında her şeyi Leo'nun abartıp durduğundan, kendine vesvese yapacak gerçek bir sebep olmadığından, mevcut sıkıntısının tamamen kapris olduğundan falan bahseder. (Bunu tabii ki bu kelimelerle yapmaz, bunlar benimi ifadelerim.) Ve oyunun bence en güzel iki cümlesinden birini kurar:

"İçindeki cinlerin seni bir yere çekiştirdikleri yok, sadece daireler çiziyorlar."

*
Olbram'ın Leopold'e her bir şey dediğinde arkadan gelen şuh bir "Leopoooold" duyarız. Bu da Leo'nun "Ya güzel konuşuyosun da, şu benim beceriksizliğim ne olacak?" yollu bilinçaltını gösteriyor olabilir.

"Leopoooold" diye cilveli cilveli seslenen hatun, Leo'nun sevgilisi Lui. Yıllardır beraberler. Anlaşıldığı kadarıyla, bir süredir cinsel problemleri var çünkü Leo Efendi sekse pek gönüllü değil.

Lui, Leo'yu seven bir kadın. Onu sevmiş, istemiş ve özlemiş. Hala da istiyor. Fakat Leo, kendi karamsarlığı, üretemezliği ve iç sıkıntısına kafayı o kadar takmış ki, sevilecek hali kalmamış, sevecek hali ise zaten yokmuş.

Lui'nin Leo'ya attığı nutuk bence empati sorunları yaşayan her er kişi tarafından izlenmeli. Hatta Ekip'ten ricam, sırf o kısmı özel olarak yutup'a koysunlar. İzlettireceklerim var. Kelimeler birebir değil, aklımda kaldığınca aktarıyorum:

"Sen her şeyi bir kavram olarak görüp incelemeye alıyorsun. Kendine dışarıdan bakmaya, kendini ölçüp biçmeye o kadar alışmışsın ki, sevmeyi bile bir görev olarak görüyorsun. Ben senin sevme yetisinden yoksun olduğunu düşünmüyorum Leopold. Ben seni iyileştirebilirim."


Susi yani Leopold'ün karısı ise, tam da benim aklımdan geçtiği şekilde, "Bok iyileştirirsin!" fikrini benimsemiş bir karakter.


Kadıncağız, Leo'nun asla kendisine ve bunun doğal sonucu olarak etrafına dürüst olmayacağını, aşkın ve tüm sosyal duyguların Leo için araştırılacak birer kavramdan öte olmadığını çözmüş. Hayatında hala ve bu şekilde var olarak belki de Leo'dan intikam alıyor.

Çünkü Leo değişmeyecek. Leo kendisini, -bir vakitler- şehvet peşinde sürüklendiği Lui'yle bile bir şeyler yaşayamayacak kadar bitirmiş. Ve o değişmedikçe, Susi Uli'yle yatmaya, Leo'yu her fırsatta bozmaya, onunla yemek bile yememeye, hatta onu azarlamaya devam edecek.

Susi bu anlamda kızılmayı kesinlikle hak etmeyen bir kadın. Ve tekrar ediyorum, Lui ile birlikte şu hayatta en harcanmış iki karakter. Çünkü ikisi de Leo'yu gerçekten sevmiş kadınlar ama Leo, bunu da tekrar ediyorum beter olsun, ikisini de mutlu etmeyi beceremiyor.

Çünkü onun baş edemediği bir egosu, bir alter egosu ve bir de yumurtadan çıkan id'i var.

*
Oyuna en son giren karakter, Marketa. Genç, güzel, şirin ve saf bir felsefe öğrencisi. Evet doğru tahmin ediyorsunuz, kafayı yemiş her hocanın hayali.

Bu kızcağız, aklına takılan felsefi konuları danışmak üzere, hayranı olduğu Leopold'ün evine gelmiş. Leopold ise, sanki tüm o karakterlerin yanındayken "kaybedenliği" her tarafından akan kendisi değilmişçesine, genç kadını görünce adeta eski günlerine dönüveriyor. Bir konuşmalar bir bi’şeyler, aman da aman...

Fakat bu özgüven patlaması anında bile, Marketa'yı "tavlamak" için alkole bu derece başvurması hoş bir detay olmuş.

Ne Wenzel'ler yani ego, ne Olbram yani alter ego, ne Uli yani ötekinin dibindeki varlığı ne de kendisini gerçekten sevmiş olan kadınlar değil; insanın en evcilleşmemiş güdüsü hayata döndürüyor Lui'yi. İd'in inkar edilemez iktidarı ve önlenemez zaferi, gözümüzün içine bir kez daha giriyor.

Öyle ki, daha önce Susi'den, Lui'den ve diğer karakterlerden aynen duyduğumuz sözleri Marketa söyleyince, bu sözler leo'ya daha bir ikna edici geliyor. Canını sevdiğimin insan evladı...

*
Oyunun sonunda tüm bu karakterlerin, Leo'yu bir ucundan tutup çekiştirdiğini görüyoruz. Olan tam olarak da bu. Leo'nun kafası o kadar karışık ve bu arkadaş karar verebilmeye o kadar uzak ki, hangisini dinlese başını ne yana çevirse bilemiyor. Ve zaten bir noktada görüyoruz ki, aslında tüm karakterler birbirinin söylediğini söylüyor.

Çünkü aslında herkes herkesin söylediğini söyler. Ya da, herkesin söylediği ne kadar farklı olursa olsun, dinleyende aynı etkiyi doğurduğu sürece hepsi aynıdır.

*
Tüm bu hengamenin sonlarına doğru, Leo'nun yıllardır korkarak beklediği oluyor ve "adamlar" onu almaya geliyorlar. Fakat diyorlar ki, "Eğer o yazıyı sizin yazmadığınızı söylerseniz, orada başka bir Leopold olmadığı için, yazı yazarsız kalacak ve haliyle siz de cezasız kalacaksınız. Kabul ediyorsanız mavi, etmiyorsanız kırmızı hapı alın." (Bu hap meselesini ben uydurdum yok öyle bir şey.)

Leo'nun bazı karakterlerle "Acaba ne yapsam" konuşmalarını da izliyoruz. Susi ve Marketa, aynı kelimelerle ama tabii ki farklı üsluplarla, "Bunu kabul etmek ortada bir suç olduğunu da kabul etmektir, sen yanlış bir şey yapmadın ki" diyorlar. Aklıma şimdi geldi, belki de Havel'in aklındaki Marketa, Susi'nin gençliğiydi. Olur bence.

Sonunda Leo, teklifi kabul etmemeyi ve "oraya götürülmeye razı olmayı" seçer. Adamlar geldiğinde onları elinde valiziyle karşılar.

Fakat adamlar, "sizi götürmeye şimdilik gerek kalmadı, soruşturma ileri bir tarihe ertelendi. Sizi götüremiyoruz ama bir daha ne zaman geliriz şimdilik bilemiyoruz. Belirsiz bir tarihte görüşmek üzere" deyip gidiyorlar.

*
Ve hepimiz, böyle yaşamaya mecburuz.

Varoluşçuluğa giriş - "Akıl Çağı"


Akıl Çağı, Can Yayınları'ndan "Özgürlüğün Yolları" olarak çıkan Sartre üçlemesinin ilk kitabı. Kişisel tanımım ise, Sartre'ın, "varoluşçuluk hırkasını" senin benim gibi bir adama giydirip bize en dibinden empati yaptırdığı felsefi roman.

Öncelikle, üçlemeyi henüz bitirmediğimi belirteyim. Sadece bu cildini okudum, tamamladıktan sonra gerekli güncellemeleri yapma hakkımı saklı tutuyorum. Ama daha çok var.

Esas oğlan Mathieu Delarue, hayatını gerekliliklerden arınmış bir şekilde yaşamaya karar vermiş bir insan. Fakat böyle deyince aklınıza serkeş, sorumsuz, ya da "bohem" bir adam gelmesin. Gayet işinde gücünde, sosyal ilişkilerinde birtakım düzenleri olan, özünde iyi bir adam bu. Fakat kendinden ödün vermenin fikri bile buna bir acayip geliyor.

Böyle adamların aslında çok feci gereklilikleri, acayip kuralları olur. Bunun istisnası olmadığını düşünüyorum.

"Hayatımı ben belirlerim" diyen ve bunun üzerinde yeteri kadar düşünmemiş olan tiplere bir bakalım. Kimi çok muhafazakardır, kural dediği de atalarından gördüğünden ibarettir. Kimi kendine bir lider bellemiştir, değişen dünyaya ayak uydurmak gerektiğini bile düşünmeden liderini tanrılaştırır. Kimileri de öyle liderle gelenekle uğraşmaz ama, bütün bunlar neticede bir sosyalleşme sorunudur, onlar da bu sorunu "sosyalleşmeyerek" görmezden gelirler. Hayatlarında sadece kendi kuralları geçer, insanlarla empati yapma gerekliliğinin farkında bile olmazlar, kendileriyle empati yapıldığının dahi bilincinde olmazlar. Çünkü kuralları bellidir, sosyal ilişkileri sadece onların belirlediği ölçüde sürecektir. Başkalarının ne düşündüğü onları tabii ki ilgilendirmez, öyle ya, herkes kendi hayatını kendi belirler.

Oldu canım.

İşte bizim Mathieu, benim son bahsettiğim türden. Kafayı, başkalarının da kendi kuralları olabileceğini bile düşünemeyecek kadar kendisiyle bozmuş. Ama bu karaktere kızamıyorsunuz, çünkü o kadar normal, o kadar düz ve aslında kendi içinde o kadar erdemli bir adam ki. Kendisi dışında akıp giden hayata sadece dışarıdan bakıyor ve bu hayatın içinde olmak gibi bir özlemi de yok.

Mesela, adam "şaşırmıyor." Her zaman her şeyi biliyor gibi bir hali var. Öyle bir ilgisiz, öyle bir soğuk duruş. Yanında hiçbir sürpriz yok, bir sonraki adım hem planlı. Çünkü her şeyi kendisi belirliyor. Hiçbir heyecan yok, çünkü heyecanın sonunu bilemezsin, bu kontrole açık bir duygu değil. Yani böyle böyle şeyler.

Romanın başında, Mathieu'nün yıllardır birlikte olduğu Marcelle'in hamile olduğunu öğreniyoruz. Bu bebek, ikisinin de beklemediği bir hadise.

Aldıracak oluyorlar. Fakat buna paraları yok. Mathieu sağdan soldan para arıyor. “Film ve kitapları bir saniyede özetlemek” gibi bir tema olsa, bu romanı "para lazım hacı" şeklinde özetlerdim.

Evlenecek oluyorlar, olmaz, Mathieu evlenme karşıtı bir adam. Özgür olacak ya, o bakımdan.

E ama bu sefer, madem o kadar ilkelisin ve hayatın üzerinde kimseye söz söyletmiyorsun, daha doğmamış bir çocuğun hayatı üzerinde nasıl böyle bir karar alabilirsin?

Mathieu abisinden para isteyecek oluyor, e hani sen çok ilkeliydin, anlayışını tasvip etmediğin birinden para istemek de neyin nesi?

Yani ilkeli olmak da zor azizim. Öyle, "ben özgürüm" demekle özgür olunmuyor. Hikayede bir de diğer karakterler var. Mesela "E alınacaksa Marcelle'in çocuğu alınacak, o bir şey demiyor mu?" sorusunun çok şahane cevapları var ama burada yazmayayım. “Spoiler” olur. Asıl güzellik orada zaten. Yalnız ben bu kadına bittim. Mathieu'den çok daha esaslı bir karakter aslında. "Delikanlı" bir kere. Canım Marcelle. Zaten "dersi" de Mathieu vermiyor, her şey Daniel, Marcelle ve Jacques'ten öğreniliyor.

Mathieu gibi olmayan, düzenli işleri ve ilişkileri bulunmayan, yani aslında Sartre'ın bu özgürlük anlayışını kendileri üzerinden anlatsa çok daha rahat edeceği karakterler mevcut. Fakat hayır, eğer öyle olsaydı, biz bu romanla empati yapamazdık. Bizim için, bir zamanlar bir yerlerde olan biten bir hikayeden öteye gidemezdi. Çünkü biz ne Ivich gibi serkeş, ne Lola gibi dumanlı, ne de Boris gibi çocuksuyuz. Biz Mathieu gibiyiz, "doğru düzgün" insanlarız, ama işte etrafımıza bakmayı pek bilmiyoruz. Sosyal gerekliliklerin göbeğinde yaşıyoruz, aslında uymamız gereken bin tane kural var. Ama bunların farkında olmayıp "benim hiçbir bağım yok" diye ahkam kesmeyi marifet sanıyoruz - daha doğrusu, söylemekle bağımsız olunacağını düşünüyoruz. Ama olmuyor.

Daha bi ton konuşurum da, olmaz şimdi. Okuyun görün.

Aaa bu benim lan.
Yalnız, ben kitapta en çok Daniel karakterini sevdim. En akıllısı, insanın iki tarafının en iyi yansıtıldığı, kitabın sonunda da bombası en güzel patlayan karakter kendisiydi. Gözümde hep Joaquin Phoenix'in bin kilo olmadan önceki hali olarak canlandırdım, umarım bir gün Phoenix abimiz eski günlerine döner de bu karakteri oynar.

"Bilmiyorsun sevmeyi, bilmiyorsun
Boşuna sana bel bağlayışım.
Bilmiyorsun sevmeyi, bilmiyorsun
Boşuna hep çırpınıp ağlayışım."

Bakalım devamında neler olacak...

3 Şubat 2012 Cuma

"Yalvarmak çok eskidendi..."

28 yaşına ilerleyen bir kadın olarak içeriden bildiriyorum, biz kadınlar ne istediğimizi bazen kendimiz de bilmiyoruz.

Tanrı'dan "Lütfen artık böyle olmasın..." diye talepte bulunurken "Şöyle olsun!" diye eklemeyi unuttuğumuz için, Tanrı da doğal olarak "nokta atışı" yapamıyor. Ne istesen, Tanrı sana onu veriyor ama bu sefer de "Allah kahretmesin, keşke şunu da isteseymişim, eksikmiş bu meğersem..." diyorsun.

Bence biz artık bir şey istemeyelim. Şimdi Tanrı düşünsün.

Siz de bu yazıyı Ajda Pekkan eşliğinde dinleyin; önce artık annemizin margarinini kullanmadığımızı haykırıp, sonra da "Bile bile üstüme gelmene ne gerek var!" diyerek derdimizi anlatalım...


Şimdi efendim, “Neden senle hiç durmadan tartışıp duruyoruz ki biz?” diye soracak olursak, sebep bence gayet açık. Kadınlar olarak son yüz yılda hayatımız çok değişti, ama erkekler hala aynı yerdeler.

Biz artık sadece evde değiliz, artık “ilk kadın apartman yöneticisi” diye bir konsept kalmadı. Hadi bizim ülkemiz bu konuda “on puanı” hak etmiyor ama dünyada işler böyle değil, kadın olmanın haber değeri gerçekten çok azalmış durumda.

Peki siz, beyler? Biz sizin dünyanıza bu kadar “doğrudan müdahale” ederken, siz bizim nasıl yaşadığımızı hiç merak ettiniz mi?

Sokakta hanımefendi istiyorsanız, yatakta kış uykusuna dalmayacağınızı size biz mi öğretelim?

Bir türlü hazırlanıp da çıkamıyoruz diye söyleniyorsunuz, ama zaten “öyle göründüğümüz için” beğenmiştiniz bizi. Bunu size biz mi hatırlatalım?

Hem bize ne zaman ne diyeceğinizi kestiremiyorsunuz, hem de biz sizin egonuzla azıcık oynayınca hemen “kazak erkekçilik” oynuyorsunuz. Bu tutarsızlığınızı yüzünüze mi vuralım? Hayat böyle geçmez beyler.

Gerçi biz kadınlarda da, en az sizde olduğu kadar hata var. İlişkilerdeki “adalet” sorununun adını bile daha yeni yeni koyuyoruz. Son kuşaklara kadar hep “kadınlığını bil ve otur!” denerek yetiştirildik, ama artık “kadınlığını bil ve kalk!” faslına döndü işler. Yani aramızdaki fark hızla kapanıyor, ama bazılarınız bunu hala kabullenebilmiş değilsiniz... E tabii işler değişmeye daha ancak başlayabildiği için, bizde bir “nasıl davransak”, sizde de “ne oldu ki şimdi?” şaşkınlığı var.

Ne olduğunu anlatalım. Kadınlar artık özgürlüğü etek boyunda aramıyor beyler, geçtik o devirleri.

Mesela şöyle bir ilişki modeli var, “Erkek arkadaşım benim giydiklerime hiç karışmaz.” – Tamam çok güzel. Ama ablacım, senin “karışılacak” (!) tek şeyin etek boyun mu? Senin bir kişisel alanın, kendi zevklerin, o erkek arkadaşından önce ya da onunla birlikteyken tanıştığın insanlar, tek başına yapmayı sevdiğin birtakım şeyler yok mu?

Etek boyuna karışmayan adam, kendisi istediği gece istediği yerde fink atarken, senin de kendi arkadaşlarınla çıkıp içmene ne diyor peki? Bunu ne yapacağız?

Kızlar uyanalım bir zahmet. Bir adamın “beni aramadın, şu saatte neredeydin, telefonun niye kapalı, o kim, kiminle konuştun...” gibi saçmalamaları, sizi bundan ibaret görmesinden kaynaklanıyor. Yıl olmuş 2012, hala kalkıp da “seven kıskanır” triplerine girmeyin, rica ediyorum. Kıskanmak başka, bir insanın kişiselliğini belirlemeye kalkışmak başka şey.

“Ama benim sevgilim istediği gece istediği yere gitmez, benden izin alır” dediğinizi duyar gibiyim, işte ben de tam olarak bundan bahsediyorum... Sorun sizin “izin” diyor olmanızda zaten.

Tabii “open relationship” adıyla maruf enteresan bir model de yok değil. Herkes istediği gibi takılıyor filan, ilişki kamuya açık.

Aslında çok eşlilik, düşünüldüğü kadar “tu kaka” bir şey değil her zaman. Ama derin konular bunlar, şimdilik girmeyelim.

İnsan bir ilişkinin “standart paketinde” olduğu düşünülen şeyleri yapmama konforunu edindiği zaman, o ilişkinin sorumluluğundan da muaf olduğu hissine kapılıyor. Halbuki hepimiz insanız ve tüm kadınların regl dönemlerinde ellerinin tutulmasına ihtiyacı var.

Bu standart paketler çok geniş çaplı. Bir ilişkiye başlarken neredeyse vukuatlı nüfus kaydı, savcılıktan temiz kağıdı ve bir boy bir portre fotoğraf istemediğimiz kalıyor. İşte kadınların da erkeklerin de, ne yapacaklarını karşılıklı olarak bilemedikleri bir alan daha...

Bu konudaki karışıklık daha çok, klişelerden kaçınma takıntılı okumuş-yazmış çiftlerde görülüyor. Biz kadınların talepleri malum, sevgi sözcükleri, bizden bir talep gelmeden gösterilen şefkat, ufak sürprizler, ve saire... Bunun karşılığını ise, “kadınsal duyarlılığımızı” erkeğe yönelterek veriyoruz. Ama “hafif entele çalan” kadın milletinde, son derece hak vermekle birlikte ayarının tutturulamadığını düşündüğüm bir hal var: “Ben klişe değilim” tavrı. Tamam değilsin, sevgilinden sürekli hediyeler, sürprizler, kapına dayanmalar, ne bileyim, romantizmden yıkılan atraksiyonlar beklemiyor olabilirsin. Ki zaten erkekler de bayılmıyor günde on kere seni seviyorum demeye. Kendilerine bıraksak hiç demeyecekler zaten, bizim istemeyişimiz ancak onların ekmeğine yağ sürer.

Ama işte sorun şu, erkekler henüz bizim bu klişelerden sıyrılma sürecimizi algılayamadılar. Gerçi neyimizi algıladılar ki, siz de haklısınız... Biz “bana öyle kendi işini kendi yapamayacak, her işi sevgilisine gördürecek, aman tırnağım kırılır aman fönüm bozulur bahanesiyle hiçbir işe elini sürmeyen Barbi bebek özentisi muamelesi yapma” dedikçe, onlar bize iyice “bıyıklı kadın” muamelesi yapıyorlar. E ama olmaz ki öyle, ben hem gün içinde senin yaptığın her işi yapıyor, hem dayatılmış estetik algısına uymaya çalışıyor, hem senin hayatını da az biraz derleyip toplamaya kafa yoruyor, hem de içimdeki östrojeni sendeki testosteronla çarpıştırıyorsam, biraz ilgiyi hak etmiyor muyum? Bir tek seninle yattığım zaman mı kadınım ben? Çok yorulduğum ya da sancıdan öldüğüm bir akşam beni işyerimden almayı düşünemiyorsun da, kadın olduğum ancak “canının istediği zaman” mı aklına geliyor? Çok ayıp beyler. Biz sizi yormamak için olabildiğince kapris yapmamaya çalışıyoruz, siz ise bunun karşılığını vermek bir yana, farkında bile olmuyorsunuz.

Çok sevdiğim bir arkadaşımdan duymuştum, “Dünyada en zor şey iki yetişkinin bir arada kalmasıdır” demişti. İtirazı olan varsa sonsuza kadar sussun bence, zira her durumda haksız çıkar. Zira iki yetişkinin bir arada durması, asla sadece bundan ibaret değildir.

Diyelim ki 29 yaşındasınız ve 34 yaşında bir adamla tanıştınız. Her şey çok güzel gidiyor, feromonlar kendinden taştı, serotonin had safhada, içinizde kelebek sürüleri uçuşuyor... Buraya kadar ne kadar pembe, bu tablo. Fakat sizin 29 yıllık geleneğinizle onun 34 yıllık arkaplanı “çakışınca” ne olacak? Kim kendisinden ne kadar feragat edebilecek? “Efendim ben böyle biriyim, o yüzden senin de böyle biri olman lazım” – olmuyor işte öyle. Çünkü bunun karşılığı en iyi ihtimalle, “Tamam ben öyle olurum, ama o zaman sen de şu konuda şunu yapacaksın” olarak geliyor. Ki dediğim gibi, bu en iyi ihtimal. Bir de “Üzgünüm, bana uyacaksan sen uy” cevabı var, sık karşılaştığımız.

Ne oldu o feromonlara, o serotonine, kelebeklere? Gözlerin altı çöküverdi birden? İyiydik?

İşte iki yetişkinin bir arada kalması bu yüzden zor hanımlar beyler. Çünkü burada bir paradoks var; insan kendisinden vazgeçemez, vazgeçtiği takdirde de artık “kendisi” olmaz. Yani bu inat devam ettikçe, o ilişki hiçbir türlü yürümüyor. Ve maalesef, hayatımızda egomuzu şişirip kendimizi tek “değerlendirme ölçütü” olarak görmemize sebep olan çok fazla değişken var. Halbuki “ev” çok farklı bir bölge ve “sevgili” çok farklı bir insan. Ofiste aldığınız takdirler, kazandığınız davalar, spordaki başarılarınız, arkadaşlarınız arasındaki konumunuz, arabanızın markası, sahnede aldığınız alkış... Eviniz veya sevgilinizin yanı, bunlardan çok “arınmış,” çok “salt gözünüzün içindekine dair” bir yer.

Neden o gözlerde siz olmayasınız ki, neden sevgilinizin yanında “pür” halinizi yaşama konforunu kendinizden esirgiyorsunuz? Kendinizi, sevgilinizin “gördüğü” zaman o kadar sevmeyebileceğini düşünecek kadar mı sevmiyorsunuz?

Yapmayın bunu. Siz insan olmayı en saf, en “düz,” en karanlık yerleriyle sevin, gerisi gelir zaten.