30 Nisan 2012 Pazartesi

Bugün sevgilin için ne yaptın?


Şu 1 Mayıs arifesinde emek konusunda goygoy etmek ne kadar "usturuplu" bilmiyorum ama, dün bulaşık yıkarken resmen kafam açıldı, yazmak istedim.

Ekşi Sözlük’te “Mükemmel bir ilişki için karşılıklı verilen emek” diye bir konu başlığı var, işte oradaki emekten bahsediyor ve diyorum ki, kimi zaman sadece bir fetiş unsurudur.

Gerçekten emek isteyen ilişkiler var evet. Uzak mesafededir, aileleriniz sorun çıkarıyordur, ne bileyim, çok ciddi maddi sıkıntılarınız vardır... Madden ve manen ağır yükler sahibisinizdir ve birbirinize destek olmak için gerçekten çabalamanız gerekir. Bu çok başka, çok saygın bir boyut.

Fakat, gayet normal, işinde gücünde, dünyanın "herkese" yaşattığı zorluklardan muzdarip insanlarsanız, ilişki için emek sarf etmeyin abicim. Yazık günah. Tamam aşıksın, çok seviyorsun, geniş omuzları ya da ince beli seni senden alıyor, ama güzel kardeşim, gerçekten bu kadar zorlamayla olmalı mı bu iş? Dünyanın bir dengesi var, bunu bozmak için sendeki bu azim nedir?

İki yetişkinin bir arada olması gerçekten çok zor bir şey. "Yetişkinleştikçe" (!) kaprisimiz artıyor, tercihlerimiz bireyselleşiyor, kendimizi bir bok sanmaya daha meyilli oluyoruz. Sevgiliyle uyuşmak için de, bir sürü sabır, feragat, sıkıntı... Ya kardeşim bırak işte, olmuyor. Sen Mango'da gezmek yerine maç izlemek, sen de ortalıktan çorap toplamak yerine alışveriş yapmak istiyorsun. Böyle bu.

Sonra ayrılınıyor, vay efendim ben bu ilişki için bu kadar emek verdim... Bok verdin afedersin, emek verdin de naptın, uzak yollara gidip sefil mi oldun? Aç mı kaldın? Ailenle mi papaz oldun? İşten mi ayrıldın, evsahibinle mi takıştın, arkadaşlarınla mı küsüştün, naptın gerizekalının evladı? Karşındaki insana sabredip onu sana uydurmaya çalışmak dışında, naptın?

He noldu, aylar-yıllar boyunca adına "emek" dediğin "uydurma çabasından" gına geldi.

- Bu kadar sıkılıyorsan ayrıl bence.
- Ama ben bu ilişki için o kadar emek sarf ettim...

Geçen bi buluşmak için metrobüse bindiydi, onu diyor zaar.

- Üzülme bu kadar, ayrılmanız en doğrusuydu, başkasını bulursun.
- Ayrıldığımıza değil, emeklerime üzülüyorum.

Evet ya, o kadar market poşeti taşıdın, bari son bi şeyapsaydı di mi...

- Sana verdiğim emeklere yazıklar olsun!

Gittiğimiz yerler için olan benzin parasını diyorsan hesabına aktarırım sorun değil.

Allah'ım, ilişki için sarf edilen emek kavramını duydukça cinlerim atıyor. Emekmiş.
Emek (!) sarf etmeden, hayatınızın doğal akışında, aynen olduğunuz halinizleyken de birlikte olabiliyor musunuz siz, ona bakın.

Ne sevgilinden senin için bir şeyler yapmasını bekle, ne de sen kendi hayatının olağan akışını boz. Sizin uyuşacağınız varsa zaten olur o iş.

Hatta en güzeli o zaman olur. "O istiyor" diye değil, sen onun mutlu olacağını ve bunun da seni mutlu edeceğini biliyorsun diye yap. Ama sonunda da "Ben o gün senin için dolma doldurduydum, emeğime yazık" deme. Çünkü sen de yedin o dolmadan.

Emeğe saygı, evet.
Ama emek gerçekten özel ve saygın bir şeydir, bunu da unutmadan mümkünse…

Yalnız bir de bazıları var, hiç emek filan gerekmeden, kendiliklerinden seviliyorlar.
Onlara daha çok saygı, kesinlikle.

10 Nisan 2012 Salı

Anadolujet akıllı olsun!

Anadolujet'e feci atarlandım bugün. Fazlasını da hak ettiler de, bakma, nalet olsun içimdeki insan sevgisine...

Şubat'ın ortaları gibi filan, Adana'ya bilet aldım tamam mı. 19 Nisan, saat 22.55 uçağı. Cuma uçakları çok pahalıydı, ben de o gün için izin alıp perşembe geceden gideyim dedim. Mecidiyeköy'de işten çıkıp eve gideceğim, valizimi alıp alana geçeceğim. Rahat rahat yetişirim, bir sıkıntı yok.

Birkaç gün önce bunlardan bir mail geldi, tarife değişikliği olmuşmuş. Valla ne yalan söyleyeyim, gerçekten okumadım. Yorgun muydum, uykum mu vardı, hatırlamıyorum ama ilgilenmedim yani. Bugün aradım, dedim nedir olay?

Efendim 22.55'teki uçağı, 19.00'a almışlar. 19. Arada DÖRT SAAT var.

Ben de kendilerine şu aşağıdaki maili attım, tekrar anlatmak yerine aynen kopyalıyorum:
"Sayın Yetkili,
19 Nisan 2012 Perşembe gecesi saat 22 civarında yapılacak olan (tam saatini hatırlamıyorum) Sabiha Gökçen-Adana uçuşu için bilet satın almıştım. Geçtiğimiz günlerde, bineceğim uçağın tarife değişikliği olduğu yönünde bir bilgilendirme mail'i geldi.
Belirtilen telefon numarasını aradığımda, yeni uçuşun aynı akşam saat 19.00'da olacağını öğrendim.  
Ben saat 22'deki bileti, Mecidiyeköy'deki işyerimden Moda'daki evime uğrayıp, valizimi alıp, oradan havaalanına yetişecek vaktim olacağı için seçmiştim. 
Yeni durumda ise;
- Cuma günü zaten gitmeyeceğim işyerimden perşembe günü de erkenden ayrılmam gerekecek. Bu durum, takdir edersiniz ki iş yaşantısı için her zaman kolaylıkla mümkün olmuyor.
-Alana yetişmeye çalıştığım saatler tam da trafiğin yoğun olduğu saatler olacak. Bu kadar strese neden girmek zorunda kalayım?
- Bir önceki gün gitmemin imkanı yok, bir sonraki uçuş ise ertesi gün akşam 19'da. Yani şirketinizin uçuş planlamasındaki zaafiyeti, eğer ben perşembe günü yetişemeyecek isem, tam bir güne mal olacak.
- Çağrı merkezinden, şirketinizin bilet fiyatını iade edeceğini öğrendim. Böyle bir durumda eğer ben bileti iade etmek isteseydim elbette ki ücreti iade edilecekti, bu şirketin zaten yapması gereken bir şey. Fakat 9 gün kalmış bir uçuşa ben aynı fiyata nasıl bilet bulabilirim? Biletimi alalı haftalar oldu ve gayet ekonomik bir ücret ödedim, şimdi tekrar alıp zarar mı edeyim?
Şirketin çağrı merkezi bu değişikliğe bir açıklama getirmeye çalıştı ama müşteri olarak tatmin olduğumu söyleyemeyeceğim. Yaz tarifesi, hava alanının durumu ve aklımda hiçbir yer etmemiş değişiklik sebepleri, bir havayolu şirketinin çok önceden düşünmüş olması gereken konulardır. Eğer haftalar/aylar sonrasına bilet satışı yapılıyorsa, insanların iş ve özel hayatlarını "uçuşa göre" planlayacağının dikkate alınması gerekir. Ki İstanbul'dan bahsediyoruz, insanlar ucuz bilet için Avrupa Yakası'ndan Sabiha Gökçen gibi bir yere gidiyorlar.
Ayrıca, şirketin çağrı merkezi uygulamasının da son derece "yıldırıcı" olduğunu düşünüyorum. 
İlk önce, bana mail'de bildirilen 0850'li numarayı arayarak kendimi 19'daki uçuşa aldırdım. Fakat şikayetimi 0212 468 4848 numaralı telefona bildirmem gerektiği söylendi.
Ben de bunun üzerine 4848'i aradım, çıkan bant kaydının "THY için 1, Anadolujet için 2'yi tuşlayınız" demesiyle de 2'yi tuşladım. Şikayetimi anlattım, fakat bu kez, müşteri temsilcisinden "Şikayetinizi doğrudan Anadolujet'e aktarabilirsiniz, telefon numarasını vereyim..." diye bir bilgi aldım. 0312'li bir telefondan söz etti ama aramayacağım için not almadım.
Eğer Anadolujet için farklı bir telefon numarası varsa, neden 4848'de Anadolujet için 2'yi tuşluyoruz? Ben bir müşteri olarak, şikayetimi kaç farklı kişiye anlatmalıyım? Eğer 0312'yi aramak zorunda idiysem, 0850'deki çalışan bana neden doğrudan oranın telefonunu vermiyor? Ben günümü size ulaşmaya çalışarak mı geçireceğim? Ki ciddiye alınıp alınmayacağımı bile bilmeksizin.
Bir de, bu konuyla alakasız bir şikayetim daha var... Ben Anadolujet'i sever ve kullanırım, bugüne kadar şirketle de markayla da bir sorunum olmadı. Fakat, Pegasus'tan seçtiğiniz uçuşun fiyatı, her şey dahil edilince 10-15 lira oynuyor. Anadolujet'te ise, 39 liralık görünen bilete 70 lira ödüyoruz. 
Netice olarak, elim mahkum, perşembe akşamı saat 18'de alanda olacağım. Ama rica ederim, ne yapıldığının farkında olunsun.
İyi çalışmalar,
Av. Göksun Gökçe Göndermez"
Pegasus'a o kadar saydırmışlığım var, fakat en azından bu kadarını yapmamışlardı.

Bu nasıl bir saygısızlık, uçakta dağıttıkları suyla parmak kadar sandviçe mi güveniyorlar?

Akıllı olun aklınızı almayayım.

*

Yukarıda paylaştığım mail'i 14.38'de göndermiştim, 17.04'te aşağıdaki cevap geldi:
"Sayın GÖNDERMEZ;
10.04.2012 tarihli mesajınız ünitemize intikal etmiştir.
Havayolu şirketleri yolcu ve bagajları zamanında taşımak için her türlü makul çabayı göstermeyi üstlenmektedir. Ancak, aynı zamanda taşıyıcı havayolu şirketleri tarifelerde değişiklik yapma hakkına da sahiptirler.
Tarife değişikliği sadece Türk Hava Yolları ve AnadoluJet tarafından değil dünyadaki diğer havayolu şirketleri tarafından da yapılmakta olduğunu belirtmek isteriz. Sefer iptal durumunda yolcularımız mümkün olan  en uygun alternatif seferlere aktarılmakta, aktarılan uçusta farklı bir ücret uygulanması durumunda henüz bilet kestirmemiş yolculardan ücret farkı alinmamakta veya gerektiğinde geri verilmektedir.
Mesajınızdaki diğer konuya istinaden;
Bazı havayolu şirketleri yakıt harcı vergisini taban fiyatlara eklerken Türk Hava Yolları ve AnadoluJet yakıt harcı vergisini taban ücrete eklenecek şekilde ayrı bir kalemde göstermektedir. THY ve Anadolu Jet biletlerinde verginin daha yüksek gözükmesinin sebebi budur. Ancak bu yolcularımızın lehine olan bir durumdur. Çünkü herhangi bir iptal durumunda diğer firmalar taban ücrete eklenmiş oldukları yakıt harcını iade etmezken THY ve Anadolu Jet iade etmektedir.
Bu doğrultuda işlemlerinizin kurallar doğrultusunda gerçekleştirildiğini takdir edeceğiniz inancıyla memnuniyetsizliğinize neden olan husustan ötürü ortaklığımız adına üzüntülerimizin kabülünü rica eder, saygılar sunarız.
ANADOLUJET
MÜŞTERİ İLİŞKİLERİ"
Hızlı dönüşleri için gerçekten takdir ettim. Ama ben Anadolujet'e "değişiklik yapamazsın" demedim, "basiretli tacir gibi davranmalısın" dedim. Detaylandırmanın alemi yok, burası bir hukuk blogu değil. Ama bir yolcu, bu 4 saat yüzünden maddi bir zarara uğrar da dava açarsa, o davayı kazanır. Net.

Ayrıca da, çağrı merkezi konusuna değinmemişler, neyse olur o kadar.

Netice olarak, Anadolujet'in müşteri hizmetlerine bu hızlı ve kibar dönüşleri için teşekkür ederim.

Yalnız, yazılanları okudum ve sen haksızsın Anadolujet.

6 Nisan 2012 Cuma

Klonlanmak mı zor, 250 sene yaşamak mı?

Hayat neden zor biliyor musunuz, çünkü biz aslında tek kişiyiz.

Ahah korkmayın, yalnız olmaktan bahsetmiyorum. Bayağı, bildiğin, fiziksel teklik. Yapmak istediğin hiçbir şeye yetmeme hali. Bir tarafın evin içinde öleceğini sanıp kendini dışarı atmak isterken öbür tarafın "otur filmini izle!" diyorsa, buradaki sorun tek bir kişi olmaktır.

Hayata böyle bakınca, benim sabahtan beri "kendime bir film ve kitap eğilimi belirleyip bunun dışına çıkmamalıyım..." diye düşünmem çok naif kalıyor. Sanki gerçekten okuyup izleyeceğim...

Fakat bu plan-program ihtiyacını, dün Alkım'da ve Penguen'de dolanırken tekrar ve çok ağır fark ettim. Bu yüzden, sonradan detaylandırmak üzere kendime aşağıda paylaşacağım kitap ve film kategorilerini seçtim, mümkün olduğunca dışına çıkmayacağım... "Detaylandırmak" derken bir kastım şu, öncelikle bu seçtiklerim "aklıma gelenler." İsimler mutlaka fazlalaşacaktır. Diğeri ise, seçtiğim yazar ve yönetmenlerin eserlerini listeleyip, adeta bir "progress bar" oluşturmak niyetindeyim.

Kitaplardan başlayayım, oradan da yönetmenlere atlayayım:

Şimdi öncelikle, kitaplar konusunda ortalık ağır karışık.

Bilimkurgudan pek hoşlanırım, bir ara Penguen'e gidip bilimkurgu ve Jules Verne topluyordum. Fakat sonra, tamaaaamen yeni kitap alacak param olmadığından, daha önce alıp okumadığım Sartre'a döndüm. Özgürlüğün Yolları 1'i okuyunca algım değişti resmen. Sonra araya, yine alıp okumadan tuttuğun Gabriel Garcia Marquez girdi, resmen şaftım kaydı. Meğer "çocukken alıp bişey anlamadan bıraktığım kitaplara" dönme vaktim gelmiş haberim yokmuş... Demek ki artık bilimkurgudan yavaş yavaş çekilip dünya edebiyatına geçme vakti gelmiş diye düşündüm. "Bu sene Vakıf serisini okuyup bilimkurguyu kapatayım" diyordum ki, Özgür Abi'lerde Metis Bilimkurgu serisini görünce aklım düştü.

Anladım ki, daha Metis serisini, Lem'leri okumadan ben bu işi bırakamayacağım... E ama daha Latinler var, Orwell'ler var, Italo Calvino var, "Ben Lucifer" gibi tarzını bilmediğim başka acayip kitaplar var... Var yani. Onlar ne olacak?

Özet geçiyorum:

Yalnız değiliz, hiçbirimiz.
Sadece kendimizi öyle sanmayı seviyoruz.
- Isaac Asimov'un Vakıf serisini okumadan ölürsem yazık olur. (Dune'u ise o kadar merak etmiyorum.)
- Metis Bilimkurgu serisi. Baştan aşağı. "33 kitap." Sadece birkaç tanesini okudum, seriyi tamamlayacağım.
- Stanislaw Lem okumamış biri olarak, bilimkurgudan hoşlandığımı söylemekten utanıyorum.
- Jules Verne'in, ya da Verne'ün her şeyi. Okumadıklarımı listelemem lazım.
- Ursula K. Le Guin'in bitmesi lazım. Yerdeniz'i bitirmedim daha ben, Mülksüzler var, Dünyaya Orman Denir var, şimdi adı aklıma gelmeyen başkaları da var... Allahtan Karanlığın Sol Eli'ni okudum da kendime bir kitap daha az kızıyorum.
- Jean Paul Sartre'ın Özgürlüğün Yolları üçlemesi bitecek.
- Gabriel Garcia Marquez'in yazdığı sakız manilerinin bile okunması lazım.
- Jose Saramago'dan emin değilim aslında, üslubu biraz "zor" ama Kabil'den çok esaslı etkilenmiştim. Gerçi oraların kültürünü son derece merak ediyorum, Latin milleti ne yazsa ne çekse okumak lazım.
- Mario Vargas Llosa'yı da listeye almakta fayda var. Gerçis sadece Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu'nu okudum ve çok beğendim, ama Latinlere genel bir sempatim zaten var.
- Italo Calvino'nun hayalgücüne sahip olmak için pek çok şeyi göze alabilirdim. Olamayacağım, bari okuyayım.
- George Orwell okunmayan dünya olmaz olsun. Hayvan Çiftliği ile 1984'ü okumayan insan, "ben muhalifim" demesin. "Burjuvazi" diyen kişi, Aspidistra'ya bir göz atsın.
- Amin Maalouf için ölmüyorum açıkçası, ama yazayım, dursun. Onun da 4.5 kitabını okudum, buçuk olan Semerkant. Bir sebepten yarım kalmıştı, hatırlamıyorum şimdi, lisedeydim. Belki geri dönerim.
- Chuck Palahniuk, ama vazgeçebilirim kendisinden... Yeraltı edebiyatından sıyrılıyor gibiyim. 5-6 kitabını çok büyük zevkle okudum ama son başladığım Tekinsiz'in yarısına zar zor gelip bıraktım. Zorlama geldi çünkü.

Bunlar aklıma şu anda gelenler. Bir de bu kategorilerin dışında başka şeyler de olabiliyor; mesela Glen Duncan'ın "Ben Lucifer" kitabının verdiği zevk az bulunur. Ben öyle "dogmatizmi sorgulayan" şeyleri severim. Mesela Nedim Gürsel'in yazdığı Allah'ın Kızları da öyledir ve çok iyidir.

Ayrıca, Marjane Satrapi'nin Persepolis'ini okumayı sırf bu yazarların dışında olduğu için reddeden bir zihniyette olmayı istemezdim.

(Akşam evde "Kahretmesin, nasıl unuttum!" diye hayıflanarak hatırlanan yazar: Jerzy Kosinski. Boyalı Kuş ve Şeytan Ağacı'nı okumuş bir insan, Kosinski'yi nasıl unutabilir...)

Filmlere bakacak olursak,

9GAG
- Woody Allen. Kesinlikle. Yedi cihanda tek geçtiğim adam.
Aslında iyi gidiyordum, son birkaç ayda bayağı filmini izledim. Ama artık "salmış" durumda olduğum için bir sürü filmi eksik. Gerçi ben ne yapayım, adam 47 tane film çekmiş... Ben daha on tanesini izlemişim.

- Coen Biraderler, bir filmden beklenecek her şeyi sunan adamlar. Ne oldu, kendilerine nasıl başladım da nasıl alıştım bilmiyorum, ama filmlerinizi izlemek ende adeta histerik sırıtmalara sebep oluyor. Absürt ironilerini çok seviyor ve uzun süre izlemeyince arıyorum. Şimdilik 7/17 durumundayım, 18. filmleri 2013'te girecekmiş vizyona. Heyecanla bekliyoruz.

- Pedro Almodovar. Canım ya. Avrupalı bir yönetmeni seveceksin deseler inanmazdım... Bu arada, Annem Hakkında Her Şey'i de hala bitiremedim ya, Allah beni nasıl biliyorsa öyle yapsın. Yanlış anlaşılmasın, sorun filmde değil bende. Evde oturmazsan izleyemezsin tabii.

- Charles Chaplin, bence tüm zamanların en on numara insanlarından biridir. Maşallahı var, o dönemde 73 tane film çekmiş, beş-altı tanesini ancak izlemişimdir. Modern Times filminin yılı 1936'dır, hatırlatmak isterim... Biz 2012 insanları olarak, o düşünce yapısına ulaşabildik mi sizce? Ya da, 1940 tarihli The Great Dictator gibi bir filmi yapmaya yeltenebilecek kaç kişiyi tanıyorsunuz?

- Christopher Nolan. The Prestige. The Dark Knight. The her şey... Benim için Christopher Nolan, filmin sonunda "Hass..." dedirten adamdır. Neyse ki on tane filmi varmış, altısını izledim zaten.

- David Fincher. Ya ben kendisini çok severim de, bazen anlamıyorum. Sen ki Fight Club'ı, The Game'i çekmiş insansın, The Social Network ne Allahını seversen ya? Gerçi öyle diyorum da, Benjamin Button'ı da bu çekmişti... Yani tamam, seviyoruz ama, A+ da değilsin David Fincher.

- Guy Ritchie; ama sallantıda. Hatta aslında "İyi de bu adamın her filmi birbirinin aynısı" diye kendisinden vazgeçmiştim ama Sherlock Holmes'lar yetişiverdi... Bu arada, Sherlock Holmes'ların başarısı yönetmenden değil de Robert Downey Jr.'dan bence.

- Quentin Tarantino'nun "hafifliğini" seviyorum. İyi zaman geçirtiyor.

- Bir de bunların dışında, "kara filmler" var. Gabriel gibi, Sim City, 13. Kat, Brazil gibi. Olsalar da izlesek... (Bu arada, bunların kara film sınıfında olup olmadığını bilmiyorum, ben öyle uygun gördüm.) Gerçi geçenlerde "Film Noir" diye bir film aldım ama hala izlemedim. (aaa Gabriel 5.4 almış. Niye ya, sevmiştim ben?)

- Ah nasıl unuttum, daha Pixar animasyonları var... Of Allah kahretsin 250 yıl kadar yaşamam lazım benim...

- Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ya da Stranger Than Fiction gibi "kurgusal değeri yüksek" filmler de candır, canandır.

- Ayrıca, Al Pacino ve Robert Downey Jr. hayranı olarak, bu şahane adamların yer aldığı her filmi de bilmek isterim.

- Kitaplarda olduğu gibi, dogmatizme dokundurulmasını sinemada da severim. Mesela Luc Besson'un Angel-a'sını asıl bu sebeple çok sevmiştim, onun dışında herhangi bir aşk filmiydi. Kara filmlerden saydığım Gabriel'ı sevme sebebim de budur. Ama bana lütfen The Book of Eli ile gelmeyin, ağır konuşurum. Ne gereksiz filmdi o öyle ya of.

Derken saat 15.30'a yürüyor... Ben daha Radikal okuyup, haber özeti yazıp, test çözeceğim... Ahah...
"Bunu yazana kadar bir sürü şey yapabilirdin" derseniz biraz boş olur afedersiniz. Çünkü ben yazmayı da seviyorum.

Evet evet, insanlığın sorunu kesinlikle tek kişi olmak.
Lan bari evin işini başkası yapsın.

Evet evet, iyi bir aile kızı bulup evleneyim ben. Töbe yarappim ya.




2 Nisan 2012 Pazartesi

Dünyada insan, devede kulak kiri.

Her şey, ama her şey, varlık ve yokluk evrenlerinin tamamı, o kadar "çok" ki.
Anlamsız bir cümle kurduğumun farkındayım ama dünyaya baktığımda sadece "ne kadar çok..." diyebiliyorum. Bu çokluğa dair görebildiğimin ise, devenin kulak kiri kadar bile olamadığını bilmek acı veren bir "boşluk" hissi.

Bilinecek o kadar çok şey var ve ben 28 yıldır o kadar "boş" yaşıyorum ki.

Ayırt edilecek o kadar çok ses, ses çıkarılacak o kadar çok enstrüman, söylenecek ve dinlenecek, dinlenirken kendinden geçilecek o kadar çok şarkı varken, ben hiçbirini yapamıyorum.

Kitap-dergi okuyan biriyimdir ama, dünyaya olan açlığım okudukça daha da artıyor. Yani bir yandan okumaktan haz duyup, öbür yandan "Ya brak Allahını seversen, okuyup okuyup 'ben hiçbir şey bilmiyorum ulaaaan!' diye sıkıntıya girdiğimle kalıyorum. Okumicam anasını satıyim" deyip isyan ediyorum.

Çünkü okunacak şeylerin sayısı, alınacak nefes kadar. Dünyanın "aslında ne olduğuna" dair yazılmış olan her şeyi okumak, çekilmiş her fotoğrafa bakmak istiyorum. Bu bilgilerin hiçbirini unutmamak, hepsini sistemli bir şekilde hatırlayıp tüm bu bilgileri kullanmak istiyorum.

Yerköprü: Yer üstündeki nehir, kendisine paralel akan
yeraltı nehrinin üzerine dökülüyor.
Dünyanın "nasıl döndüğüne" dair bilinecek çok fazla şey var. Gezegene ilişkin çekilmiş bütün belgeselleri izlemek, sonra bu gezegenin her noktasını görmek istiyorum. Dünya bu kadar muhteşem, muazzam, mükemmel, bu kadar "sıfat bulunamayacak" bir yerken, burnumun dibindeki Yerköprü Şelalesi mucizesini daha bugün öğrenmiş olmak beni mahcup ediyor. Karibuları, tukanları, primatları, bilcümle canlıyı yerlerinde görmek istiyorum. Allah'ım bu primat dediklerimiz alet bile kullanıyorlar, alemin "maymun" diye akrabalığa yakıştırmadığı hayvan yemin ederim onların hepsinden akıllı...

Bu hayvanlarla aynı dünyada yaşıyoruz.
Ama ben bir apartman dairesinde, çekyatın üstündeyim.
Geçmişte ve şu anda, insan evladının yaptığı her şeyi merak ediyorum. CERN'de neler oluyor, insanları ırk ya da din bahanesiyle komşusunu doğrayacak hale getiren nedir, saray denen yer nasıl bir yerdir, Machu Piccu'da insanlar nasıl yaşıyorlardı... Kavimler göç ederken kaç millet karıştı ve ben mesela yüzde kaç neyim? Çin Seddi yapılırken orada da bir Hacivat-Karagöz var mıydı ve bizimkiler neden öldürüldü?

Görülecek çok fazla yer var. Brandenburg Kapısı'ndan da, Bering Boğazı'ndan da geçmek istiyorum.

Bu insanla aynı dünyada
yaşadığım için gurur duyuyorum.
Görmek istediğim tüm bu yerlerin farklı birer kültürü ve anlayışı var. Hepimiz insanız ve hangi milletten hangi insanı terk edersen et, ağlatırsın. Hangi bebeğin sırtını sıvazlarsan sıvazsa, gaz çıkarır. Bu böyle.

Ama hepsinin yeme-içmesi, giymesi, aile yaşantısı farklı ve ben "özünde insan" olan herkesin ne kadar farklılaşabildiğini görmek istiyorum. Acaba ben baharın gelmekten vazgeçtiği bir nisan akşamında çekyatın üstüne tünemiş dünyayı düşünüp aslında bir hiç olduğumu fark ederken, bunu yapan biri Melbourne'de de var mı?

Ben o insana, kısır yapmak istiyorum.

Bilinecek, tahmin bile edemeyeceğim kadar sayıda dil var. Ben daha birini beceremiyorum. Gerçi anadilimde fena değilimdir, ama işte kimi zaman "sıfat bulmakta" çok zorlanıyorum.

Tabii ki bu kadar "entel kuntel" değilim sadece, dünyadaki tüm kıyafetleri, ayakkabıları ve çantaları da istiyorum. Kırmızılar öncelikli.

"Beden" muhteşem bir şey, nasıl istersen öyle kullanabiliyorsun. 28 yaşına kadar hiç spor yapmadığıma inanamıyorum. Sırf bunun için, bundan sonraki hayatımda bana günde yarım saat "facepalm" halinde gezme cezası verseler haklılar, hiç itiraz etmem. Benimki tamamen eşeklik, tembellik ve "yaşlanacağını bilmezlik" çünkü.

Bunu yapan da insandı neticede.
Her gün spor yapmak, kendimi "hareketli" hissetmek istiyorum. "Her yere" gitmek için önce kendimi taşımam lazım madem, dere-tepe tırmanırken yolda kalmamalı...

Fotoğraf çekmeyi, yemek yapmayı, yaşadığım yerin girdisini-çıktısını ve mesleğime dair tüm gelişmeleri bilmeyi, araba kullanmayı, spor yapmayı, şarkı söylemeyi, bir şeyleri resmedebilmeyi... Çok istiyorum.

Ah evet, el yeteneği... Elimin sadece "bedensel bütünlük unsuru" olmadığını, sadece bilgisayar klavyesi kullanırken hissetmek istemiyorum. Resim yapabilmek, örgü örebilmek, maket oluşturabilmek, ne bileyim, bir şeyin ağzından girip burnundan çıkıp "işte bunu ben yaptım" diyebilmek istiyorum.

İnsanın en estetik ifade şekli olan sanattan zerre kadar nasip almamış olmak beni utandırıyor.

Evet, "durduğumuz" yerde çok büyük bir dünya var doğru, ama her şey "bir yerde" duruyor ve o durma noktalarının her biri ayrı ayrı bambaşka dünyalar. Ben o dünyaların, ulaşabildiğim her birini bilmek istiyorum.

Bir gün bu yüzden kafayı yiyeceğim. Dediydi dersiniz.