24 Mayıs 2012 Perşembe

Henüz yazılım yükletemiyoruz, "insani algı" halen şart.

Kitap okumamakla övünen insanla alıp veremediği olan kalabalık bir grup var. Evet, okumamakla övünen insanla nasıl anlaşacağımı ben de düşünürüm. Birbirimizi anlamama ihtimalimiz yüksek olmakla birlikte, "nasıl anlaşacağımı düşünmek" dediğim şey önemlidir. Burada bir yol geliştirmeye çalışmaktan bahsediyorum.

Sevgili kitapsever arkadaşlarım, bir kısmınız için konuşuyorum... Okumamakla övünenlere laflar hazırlarken, aslında ne kadar "elitist" olduğunuzun farkında mısınız?

"Ben entelim taam mı..." triplerinizin,
"Ya brak cahil cahil adamlar hepsi..." beğenmezliğinizin,
"Orta sınıf İç Anadolu insanı" için "CHP" gibi olduğunuzun,
Okumayan insanların size uymayan vakit geçirme anlayışlarına burun kıvırdığınızın,
Ayıla bayıla okuduğunuz kitapları aslında hiç anlamayıp, kendinize hiç "yeni bir gözle" bakmadığınızın,
Yani o kitapları, kusura bakmayın ama, resmen haybeye okuduğunuzun,
Sadece kendinize değil, dünyaya da yeni bir perspektifle bakma algısından mahrum olduğunuzun,
Kuru kuru okumakla entelektüel olunmayacağının ve sizin ancak "entel" seviyesinde kaldığınızın,

Hadi bütün bunları geçtik, ulan gerizekalılar, madem o kadar okuyorsunuz, dahi anlamındaki de'nin ve soru ekinin ayrı yazılacağının...

Farkında değil misiniz?

Ben okumayan biri olsam ve etrafımda böyle tipler olsa, okumamakla ben de övünürdüm.
"Okumak cehaleti alır eşeklik baki kalır" diyeceğim, ama bazen cehaleti bile almıyor.

Ha bir de bunlar var evet; "ben çok okuyan biriyim" diye entellik taslayıp, dünyadan haberi olmayan cins. Of en çok bunlara sinir oluyorum. Fakat kitap okuyunca o "entellik" direktoman "download" olmuyor. İnsan olmak halen başka bir şey.

Kitap okumayan insan, muhtemelen etrafında kitap okuyan ya da onu okumaya özendirecek herhangi biri bulunmayan insandır.
Kitap okumamakla övünen insanın etrafında ise, mutlaka en az bir-iki "okur" bulunur. Bunlar da "çakma entel" olur. Bu çakma enteller, övünen vatandaşı "bi de övünüyo yeaa" diye ötekileştirdikçe, olaylar gelişmez.

Halbuki kitap insanı "kapatmaz" hanımlar beyler. Açar.
Açılın pls.


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Postmodern dram: Ayakkabısı sıkan plaza bayanı.

Offff çok feci dalga geçesim var şimdi benim...

Etrafta reklamlarını filan gördüğüm bir ayakkabı var, Rollywalk diye. Olay şu, bu alet babet gibi görünüyor ama katlanıp özel kutusu içerisine konup, çantada öyle taşınabiliyor. Yani, topuklu ayakkabısından vazgeçemeyen ama o ayakkabılarla rahat da edemeyen plaza bayanları, bu arada "bayan" dedim diye çemkirmeyin bilerek söyledim, çok darlanırlarsa rolivolk'larını giyip rahatlayabiliyorlar.

Buradaki "pathetic" durumu elbette izah edeceğim, yalnız önce bu işin fiyatını söylememe lütfen izin verin.

57 lira canlarım. Ayakkabının tek özelliği bükülüp küçücük olabilmesi. Zaten öyle olması için ultra ince ve uyduruk bir malzeme kullanılmış olduğu düşünüldüğünde, 57 lira daha da anlamlı oluyor.

Bira sarılan siyah poşetlerden hallice. Yalan yok.
Hem, o kadar incecik şeyle yürümek de, inanın ki rahat değil. Düşünsene, ayağının altındaki her girinti çıkıntıyı laaaap diye hissediyorsun.

Allahınızın aşkına şuna bi bakar mısınız:

BİLDİĞİN PİSİ PİSİ LAN BU! Balerinlerinkinden değil, anaokulunda yıl sonu gösterisi için aldırdıklarından. Bi de "beden" seçiyormuşuz, numara değil. Small-medium-large diye. Yani 3 kere giyince, dördüncüye ağzı bir yana yüzü bir yana kaymış olacak. Ayakkabı olm bu, s'si m'si mi olur?

Gerçi düşününce, 36-37 small, 38-39 medium, 40-41 de large oluyordur herhalde. Bunu bildiğimiz numaralarla değil de böyle smol'lu midyum'lu ifade edince asortik olunuyorsa demek ki...

Bi de slogan yazmışlar, "hikayen yarım kalmasın." Topuklu ayakkabıma bağlıysa benim hikayem, zaten öleyim de ağlayanım olmasın. Hikayem yarım kalmasın, Allah da seni kahretmesin e mi.

Bunun "pathetic" tarafı ne biliyor musunuz, plaza bayanlarının bu akıl almaz uydurukluktaki zamazingoya ayılıp bayılmaları. Neden derseniz, ablacım, o topuklu ayakkabıları hayatının demirbaşı yapan sizsiniz. Kendisini ancak o incecik yükseltilerin üzerindeyken dikkat çekici bulan, iş yaşamında bunlara mecbur olduğunuz dayatılmışlığına itiraz etmeksizin boyun eğen sizsiniz. O plazalarda çalışmak için o kadar mülakatlere giren çıkan, o kadar "kişisel gelişim" geyikleri içinde yaşayan, kendisini fanusta hissetmek için tüm kalbiyle yanıp tutuşan sizsiniz.

Noldu? Ayakkabılar mı sıktı? Ah canlarım...

Sonra kalkmış sosyal duyarlılık, toplumsal cinsiyet filan dersiniz. Ama 8'de başında olacağınız işinize gitmek için 5.30'da kalkıp kuaförüyle makyajıyla uğraşmaktan da imtina etmezsiniz. (Yol koşulları ayrı.)

Bulunduğunuz yerde cinsiyetinizden bağımsız bir şekilde varolduğunuzu iddia eder, ama moda dergisinden çıkmış gibi görünmek için elinizden geleni ardınıza koymazsınız.

Kadınlığın öne çıkarılmasının yanlışlığı hakkında mangalda kül bırakmaz, ama "ölçülü dekoltenizi" ihmal etmezsiniz.

"İşyerinde rahatlığa çok önem veririm" diye ahkam kesersiniz, ama o topuklarla nasıl yürüdüğünüzü siz bile anlamazsınız.

Sonra da kalkıp "bakın bunlar çok rahat" diye, dünyanın en uyduruk malzemesine, gider 57 lira para bayılırsınız. Ablacım, babet dediğin pazarda on lira. Poşeti de yanında ücretsiz veriyorlar.

Bu kadar yazıdan sonra beni topuklu ayakkabıyla görürseniz, biliyorum ki o "imalı" bakışlarınızı atıp Değerli gülüşlerinizi göstereceksiniz.

Beni topuklu ayakkabıyla görebilirsiniz, bazen düğün-dernekte ya da "müvekkil bağlamak" için gerekli olabiliyor. Benim bu türden davranışlarım, "uyum göstermiş görünmek suretiyle faydalanmak" olarak özetlenebilir.

Sizinle şöyle de bir farkımız var, ben o müvekkili bağladıktan sonra, bağlılığın devamını işimle sağlıyorum zaten. Ayakkabıma bakıp karar verecekse de, varsın versin. Kendi kaybeder.

Öptüm,
Göksun.

*
Acil güncelleme:

Lütfen http://www.rollywalk.com/index.php?route=information/information&information_id=9 sayfasına bir bakın. "Kampüsteki odamızda" da kullanabiliyormuşuz.

Kampüste değil ama. O topuklu ayakkabı kampüste giyilecek!
SDKHJGJSKJGHJDHAGD :))))))))

15 Mayıs 2012 Salı

"Eyvallah" derken?

Aşağıdaki yazıyı, eski yazdıklarımı gözden geçirirken buldum. "Ego" başlığı ile yazmışım. Tarih 13 Şubat 2012 imiş.

Şimdi artık o kadar "atarlı" değilim. O günlerde biraz sinirliydim ama geçti neyse ki. Ama "böyle şeyleri" severim ben; çünkü şimdilerde ne kadar iyi olsam da, insan olmanın aslında bir halt olmadığını hala biliyorum.

Biliyorum ki, "bir şey olmaz" demek büyüklük taslamaktan da kaynaklanabilir, kendini gerçekten büyük hale getirmek istemekten de. Benim sebebim hep ikincisiydi. Ama demek ki o günlerde biraz zor gelmiş.

Bu entry'nin ertesi günü, çok güzel bir şey oldu. Olan güzel şeyleri, kendimle yüzleşebilmenin karşılığı olarak görüyorum.

Teşekkür ederim Tanrı'm, benden teşekkür bekleyecek kadar büyük olduğun için.

*

Ego denen halt, adeta bir bela.

Bunu öldürmeye çalışmak bile, kendisini ok-kadar çok yüceltmeyi gerektiren bir şey ki. En azından başlarda böyle; hiç fenafillah olmadığım için sürece hakim değilim.

Ya da belki, egonu öldürmeye çalışırken aslında "ego" kavramının kendisine tavan yaptırdığın için, herkes bir noktada o şekilde eşitleniyor. Bilmiyorum kafam karışık. Geçende de dedim zaten, insan olmak bana göre değil. Zorlanıyorum.

Birinin tek taraflı aldığı bir kararı size dayatması, egodur. Bu kararı yüzünüze söylemeyerek size “uzaktan” bildirmesi, çünkü kendini yeterince güçlü görmemesi, zaten bu kararın tutarlı bir sebebe bile dayanmıyor olması, egodandır hep. Kendi kendine düşünüp bir sonuca varmıştır, açıklama zahmetine bile girmeden uygulatmak istiyordur. Eyvallah.

Bunun aksini iddia edecek biri olduğunu sanmıyorum.

Peki, buna böyle ukala bir şekilde, "eyvallah" demek nedir?

Abi öfkelensene? Kin kussana? Her türlü ortamdan "ignore" edip aleyhinde atıp tutsana? İnsan değil misin?

Ben o "eyvallah" diyen insanım. Sinirlenirim, öfkelenirim, nefret duyarım, ama geçer. Sıcağı sıcağına olur hep bunlar. Bir insanı binyıllarca sevebilirim ama kimseden 3 gün nefret edemem. Ha eğer içim hiç soğumuyorsa hayatımda tutmam, görüşmem, görüşülmesini istemem, tüm olumlu hislerimi yok ederim. Ama o kadar.

Peki bu ne abi? Ego değil mi bu?

"Ya brak alla’şkına niye nefret edeyim ki, yaptı bir hata, saçma sapan davrandı, olur öyle..."

Bu ne lan, sen kendini ne sanıyorsun? Herkesi bir anlamalar, "o öyle yapmak istemedi" gibi empatik yaklaşımlar, aman da aman... Yesinler. Sen o insana "Tamam sorun değil, olur öyle" derken, Allahaşkına itiraf et, "Oha ne geniş gönlüm var lan benim, of çok güzel insanım ben ya harbiden..." demiyor musun?

"Tamam ya ben üzüntümü kendi kendime hallederim sorun değil" demek de nedir, kimsin de neyi hallediyorsun? "Havalı Deniz" seni.

"Onun vereceği üzüntüden bi’şey olmaz" of bi çay koy Allah’ını seversen. O üzüntü yüzünden bağladın bu "filozof balıkçı" hallerine. Bi’şey olmazmış. "Sen" oldun lan daha ne olacak?

Mesela özür dilemeyi bilen bir insan olmanı da takdirle karşılıyorum, ama sırf "büyüklük bende kalsın" diye özür mü dilenirmiş.

Keranacı.

Bu arada, siz yine de "eyvallah" diyenlerden olun bence. Keranacı olmaktan bişey olmaz, hem ben onu sevimli gibi söyledim.

Tamam bu "körelme" işlerine aslında kendimizi abartarak giriyorsak da, sonu daha hayırlı bence. Tabi kafayı yemezsek.

11 Mayıs 2012 Cuma

Kedi canını senin

Ya şimdi ben dönem dönem çok mutsuz oluyorum tamam mı, bi ton bunalım can sıkıntısı filan. Tabii buna kimse inanmıyor. Ben hiçbir şeye üzülmezmişim filan... Neyse konu bu değil.

Sonra bir şeyler oluyor, tam tarif edemiyorum... Bana bir "hal" geliyor, mesela şu sıralar gelmiş durumda... Bir vakitler o kadar mutsuz olabildiğime inanamıyorum. "Bütün bunlar nasıl olabilmiş" gibi bir şaşkınlıktan bahsetmiyorum, "Oha niye o kadar üzülmüşüm lan ben, ne gerek varmış ki, arabesk miyim neyim" gibi bir his bu. Hatta, kendi üzüntüme o kadar inanamayıp kendi hissimi o kadar basite indirgiyorum ki, "Üf Göksun iğrençsin, resmen ergenlikmiş o yaptığın" diye kendimle dalga geçiyorum.

Bunun sonucu da, "Lan harbiden bu kadar ruhsuz olabilir miyim ben, benim üzülmeyeceğimi iddia eden insanlar haklı mı yoksa?" gibi bir soru geliyor aklıma, ama sonra hemen geçiyor. Sanırım, benim çok üzüldükten sonra bir noktada "Evet ağladık sızladık, şimdi derse dönelim" dememi sağlayan bir mekanizma var. Bu "halı altına süpürmek" de değil, o ağladığım şeyler alkol etkisiyle filan da açığa çıkmıyor. En ağlamalı sızlamalı ortamda bile yüzeye erişmiyor. O halimi gerçekten üzerimden atmış oluyorum. Ve bir süre sonra, hepsi, her şey, o kadar "normal" geliyor ki; işte "E bunun nesine o kadar ağlamışım ben?" noktası son derece samimi bir nokta. Ayak değil. Kendine ilişkin, gerçek bir duyarsızlaşma.

Ben hep böyleydim, yeni olmadı. Ama üzerinde pek düşünmemiştim.

Geçen gün Sezer'le yazılı sohbet halindeyiz, "Bak yine yüzeysel konuşuyorsun" dedi. Bende ampul daha o zaman yandı. Evet yüzeysel konuşuyorum. Çünkü "yabancılaşmak" bunu gerektirir, yabancı olan da sana koymaz.

Zor bir 2011 sonu-2012 başı geçirdim, özellikle Sezer bunu çok iyi bilir. Bir kısmına şahit olmuş arkadaşlardan biriyle konuşuyorduk geçenlerde, bugünlerde de o sıkıntılıymış. Biradan medet umuyor çocuk, yapma canım, yapma güzel arkadaşım. Bak ben yaptım, 38 beden oldum. Tavsiye etmiyorum.

"Ya biliyorsun benim de canım çok sıkkındı. Sonra baktım böyle yaşanmıyor, yani kendime öncelikle ben tahammül edemiyorum... 'Yo dostum, ben böyle biri değilim ve olmamalıyım' diyerek, sıkılmaktan sıkıldım. Gerisi çorap söküğü gibi geldi zaten." şeklinde konuştum. Güzel konuşmuşum bence.

Siz, etrafınızda sürekli mutsuz birini ister misiniz? Sürekli, "kimse beni anlamıyor, hayat çok boktan, her şey çok kötü, hiçbir zaman da iyi olmayacak, herkes çok yüzeysel, Allah kahretsin çirkin ve aptalım, yine beceremedim, olmayacağını biliyordum..." gibi şeyler duyarak yaşayabileceğinizi düşünebiliyor musunuz? Düşünemiyorsanız eğer, rica ederim nalıncı keserliği yapmayın. (Burada daha uzun uzun yazmıştım da, şimdi üzerine alınan filan olur, gerek yok.)

Ben istemem şahsen. Mutsuz olmanın sosyal hayata uygun bir şey olmadığını düşünüyorum. Sonra kalkıp "Ama ben çok yalnızım" diyorsunuz, nolacağıdınız?

Olm herkes mutsuz lan. Bir tek sen değilsin. "Her şeyi" becerebilen herhangi biri yok. Ha senin özendiklerini becerebilen insanlar var evet, ama onun da kendi hayatında başka eksikleri var ve sen o eksikleri, kendi hayatından bakarken bilemezsin. Yerinde olunacak tek bir kişi yok şu hayatta. O kadar "tekiz" her birimiz.

Daha neyin bunalımındasın anlamıyorum ki. Kafana taktığın şey çözülüp bitse, varabileceği en güzel sonuca varsa, o arada ya da ondan sonra, başka bir derdin olmayacak mı? Hayatta tanımlı olan sadece tek bir sorun var, onu da çözünce bitecek mi her şey? Kıyamete kadar sürecek olan bir "pax" dönemine mi gireceğini sanıyorsun?

Yok abi öyle bişey. Yaşıyoruz, takılıyoruz ve hep böyle devam edeceğiz.

Ben kendi işimi yapacağım, açlıktan ağlayacağım. Para kazanmaya başlayacağım, ama o arada Allah muhafaza sevdiklerimle aram bozulacak. Onu toparladık derken, bu sefer vergi borcum çıkacak. Onu kapatınca, bir de bakacağım ki yine bir ton kilo almışım. Derken ortağımla sorunlarım olacak (Uğurcum bu tamamen misal maksatlı, yoksa şüphem olduğundan değil) ya da yine, bu sefer Twitter'dan terk edileceğim. (Koraycım bu da yine, misal maksatlı, kötü bir niyetim yok :) )

Olur böyle şeyler. Yine kimse beni anlamayacak (!), yine bi ton ağlama sızlama, aman ya of gereksiz arabesk. Özlem bana puding yapacak, Sezer yine bi ayar verecek. Sonra ben bunları yine unutacağım. Daha sessiz, daha ağır, daha bi "kıl" biri olacağım (ki birkaç sene öncesine göre öyleyim) ama neticede geçecek. Bu böyle. Sonra başka şeyler olacak. Bu da böyle.

Bir kabul etseniz kendinizi... Bir dışarıdan bakabilseniz. Bir görseniz ki, hayatın kimseyle bir alıp veremediği yok aslında. Hayatın kendisi böyle bir şey, bize hiçbir zaman "Ben aslında çok iyiyim, tanısan seversin" demedi ki. Biz onu nimetten saydık, halbuki kendisi bizi hiçbir zaman iplememişti. İyi şeyler olunca iyi, kötü şeyler olunca kötü değil hayat, daha doğrusu, iyi ya da kötü diye nitelenebilecek bir şey değil. Düz. Nötr. Sıfatsız.

Ama siz kendinizi içten içe o kadar önemsiyorsunuz ve önemsenmeniz gerektiğine o kadar inanıyorsunuz ki, eşeğin ayağını alınca, ya da aldığınızı sanınca, hayata bok atmak işinize geliyor.

Canlarım ya.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

"Kilo mu aldın sen?"


Aldım arkadaşım, aldım evet. Mutlu musun?

Sezer'in tüm "Bak dikkat et, ağliycan sonra" uyarılarına rağmen aldım ve Özlem'in tüm "Manyak mısın ya ne kilosu Allah'ını seversen" telkinlerine rağmen bunu takıyorum.

Gaayet rahat rahat giydiğim kıyafetler artık "ancak" oluyor, ben takmayayım kimler taksın? Bu işin sonu, gardrop yenilemek olacak, Allah muhafaza...

Zayıflamak için izlediğim yol ise, Twix'imi koşu bandında takıldıktan sonra yemekten ibaret. Yani her şey tamam da, biraz disiplin sorunum var sanki.

- Kilo mu almışsın biraz?
- Ya geçen kış çok abarttım, dışarıda yedim içtim hep... Ondan oldu. Düzeldim ama şimdi. Geçer.
*
- Biraz kilo olmuş gibi sanki... Akşamları bişey yememen lazım.
- Benim sorunum yediğim içtiğim değil ki, hareket eksikliği. Bahar gelsin, dışarlara çıkalım, geçer.
*
- Kilo almışız?
- Evet. Ama tuzu şekeri bıraktım, yeter o şimdilik. Geçer.
*
- Kilo?
- Spor salonuna başladım, koşuyorum artık. Geçer.
*
- Ooo toparlanmışız?
- Bisiklet iyi geliyor. Geçer.

*
İç ses: Allah'ım sen beni elinde suntayla gezip sabah akşam müsli yiyen biri yapmadan, şu pantolonlarıma efendilikle sığmamı sağla ya Rabb'im. Sen beni karnıyarıktan, rakı sofrasından, 1.5 Adana'mdan ayırma ya Rabb'im. Beni Nutella'sız koyma, tereyağsız bırakma yüce Allah'ım.

Esergeyensin bağışlayansın.
Amin.

*
El cevap: O son birayı içmeyeydin iyiydi.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Uçak moduna alınabilir miyim mümkünse, tenk yu.

Şu an kafam çok karışık, uyarana maruziyetim had safhada. Fakat unutmamak adına, yazmaya bir ucundan başlamak istiyorum.

Hayalini kurduğum şey, kulaklara takılacak bir on/off tuşu.

Bu switch'i uykusal bir bağlamda zaten uzun zamandır düşünüyordum. Zaman ayarlı bir düğmemiz olacak, saat 8 dedin miydi hoop, "on" oluverecek ve sen fırt diye kalkıvereceksin. Hiç sürünmeden. Aynı şekilde de, misal saat 02 dedin miydi de off'a geçecek otomatik olarak. Uykusuzluk yok bişey yok, mis.

Kulak için de lazım hacı. Kapattığın zaman dünyadan soyutlanabilmelisin. He o zaman müzik de dinleyemezsin ama olsun napalım. İlerleyen zamanlarda, sadece kulaklıktaki müziği algılayan türden bir kulak işine de girilebilir. Gözüm şimdilik o kadar yükseklerde değil.

Bunu düşünürken aklıma şu geldi, şimdi biz evrim geçiriyoruz ya, bu evrim neden hep "mekanik" bir yönde oluyor? İki ayak üstünde durmamız, kılımız tüyümüz, boyumuz posumuz... Bunlar hep "fiziksel" durumlara ilişkin ve "beden mekaniği" ile alakalı. Ama neden, ben zihnimi neden istediğini duyup istemediğini duymayacak şekilde geliştiremiyorum insanlık olarak?

Metafizik diye bir şey yok mu yoksa? Ama nasıl olmaz. Ama varsa nasıl gelişemiyoruz? Lan hadronu çarpıştırıyorsun ama aklına iki dakka mukayet olmayı beceremiyorsun - ki bu bence evrimsel açıdan, hadron dediğinden daha önemli bir mesele. "İlk an" bilgisine ulaşınca hayatım değişmeyecek ama algımı istediğim gibi yönlendirmeyi becerirsem bundan daha ötesi mi var?

E tabi evrim bu işlere bulaşmayınca, araya bir sürü zihinsel terapi türü çıkıyor. Ahlak, din, meditasyon, psikolog terapisi... Bu arada psikoloji elbette ki bir bilim, ahlak veya din gibi "oluşturulmuş" bir şey değil. Fakat bu terapi de yine, diğerleri gibi, bizim dışımızdakilere olan algımızı sadece "onlarla beraber yaşayabilme" noktasına getirmeye yarıyor.

Hoş gör, çok sev, sabır göster, sevmesen de saygı duy, herkesi anla... Lan tamam da, ben sana "bana gereksiz şeylerle yaşamayı öğret" demiyorum ki, "algımı bunlara kapayacak mekanik gelişimi sağla" diyorum. Yoksa ben de biliyorum, "sevgi, içimizde."

Hayır yani her haltı beceren evrim bunu nasıl beceremiyor, anlamak mümkün değil.

Sakın kalkıp da "ruh terbiyesi" bilmem ne demeyin. Ağzınıza vururum.

Zira ruhum çok terbiyesiz ve de lüzumsuzsa söndür.