16 Mayıs 2013 Perşembe

Distopya: Emeğin "farkında olan" kurgu.

Selam,

Aklımın en "güzel" çalıştığı zamanlar, uyanmakla metrobüse ulaşmak arasında geçen süreç. Uyandığım andan itibaren garip bir kafam oluyor, Huxley'nin Algı Kapıları'nı andıran garip aydınlanmalar yaşıyorum.

Dün Mete'yle konuşurken, emekle distopya/bilimkurgu arasındaki ilişkiyi anlatamadığımı ve bunu hiçbir yere de yazmamış olduğumu fark edip dehşete düştüm. İşte bu sabah, hangi eseri nereye nasıl bağlarım diye vahiy üstüne vahiy aldığım bir sabahtı.

Konuya giriş yapmak adına; önce bu soruya nasıl geldiğimi anlatayım. Bilimkurguya ilk merak salışım, İstanbul Hukuk'ta ikinci sınıftayken "robot hukukunu" sorgulamamla başladı. Bir gün robotlar gündelik hayatımıza girdiğinde, eşya hukukuna mı tabi olacaktı yoksa Roma'daki kölelik sistemine geri mi dönecektik? Robotların iradesi olmaz diye kabul ediyorduk ama, hem Roma kölelerinin iradeleri de yok sayılıyordu, hem de robotların ilelebet iradesiz olacağını nereden biliyorduk?

Açıkçası o zamanlar bu sadece aklıma gelmiş ve üzerinde düşünülmemiş herhangi bir soruydu. Bilimkurgu okuru oluşum bunun yıllar sonrasıdır.

Sorunun aklıma ilk gelişinden 9 yıl sonra dün akşam, "Ama robotlar nasıl akıl yürütecek, bir şeyi diğer şeye nasıl tercih edecek ki?" sorusuna verdiğim cevap şu oldu:

"İnsanı bir tercihe götüren, yürüttüğü mantıktır. İki şeyin arasında menfaat değerlendirmesi yapar, mantık yürütür ve bunların birini seçer. Robotlar da mantık üzerine inşa edilir. Robota iki ayrı komut verdiğinde, hangisini önce yapacağı konusunda kendi parametrelerini kullanır."

Robot mantığı kavramıyla yeni tanışacak olanlar için, dünkü cevabımı şu şekilde izah edeyim:

Evet, robotun kullanacağı parametreleri sen belirlersin, kabul. Fakat senin belirleyiciliğinin robotu akılsız kılması, ancak "kazuistik" bir sistem kullanmışsan mümkün. Yani robotu belli bir amaca özgüleyip davranışının her tür görünümünü teker teker tanımlamışsan tamam.

"Masanın üzerine su dökülmüşse bunu sil." - Hiçbir sorun yok.
"Masanın üzerine hem su hem süt dökülmüşse ikisini de sil." - Önce hangisini?
"Hem yere hem de masanın üzerine su dökülmüşse, önce yeri sonra masayı sil." - Bakın detaylanıyoruz.

"Masanın üzerine su dökülmüşse bunu sil. Fakat masaya giderken yerde oyuncak varsa önce bunu yerden al." - Peki aldıktan sonra nereye koy? Su dökülmüş masanın üzerine mi; yoksa elinde mi tutacaksın?
Yazık la kimin çocuğuysa :/

Tanımlı komut 1: Masanın üzerine su dökülmüşse bunu sil
Tanımlı komut 2: Sahibin ne derse onu yap.

Sahibin verdiği komut: "Masayı silme." Evet ne diyorduk?

Robotlar bir gün "düşünecek." Bu düşünme, bizim düşünmekten şimdi anladığımız türden bir şey olmayacak. Kendi sistemlerinde tanımlı parametreler arasından tercih yapabilecek hale gelecekler, çünkü bunu insanlar böyle isteyecek. Çünkü insan, teknolojiyi kendini tembelleştirmek için kullanmaktan kaçınmayan bir canlı türü ve peşinde olduğu sonsuz tembellik, ancak kendisinin yerine robotu koyarak mümkün.

Detaylı bilgi isteyeni Asimov'un Üç Robot Yasası'nı göndererek, bilimkurgu ve emek ilişkisine geri dönelim.

Robotlar, emeğin algılanışının sadece ücret kısmıyla ilgili düşünülüyor. Mete "İyi de robota karşılık olarak ne vereceksin?" dediğinde, Kadıköy'de el sıkışıp ayrılmak üzere olduğumuzdan bunun felsefesine fazla girmedim ki zaten konuşurken bunlara girmekten imtina ediyorum. İnsanlar "kaçıyor" - literally. Özetle, konu ücret değil ki. Mantık çatışması.

İş hukukunun varlık sebebi ücret ya da maddi karşılık değildir. İşçi ve işveren mantığının ve menfaatlerinin çatışmasıdır. Eğer olayı ücret ekseninde değerlendireceksek, iki tarafın (ya da sosyal tarafların) ücret konusunda anlaşmaları halinde hiçbir sorunun kalmaması gerekir. Ama bakın, (iddialara göre) gayet güzel maaş alan pilotlar şu an grev yapıyor.

Dünyadaki her şey ama her şey, varlığını emeğe borçludur. Emek ise 9-6 değil, bir insanın o andaki var oluşunu başka bir şeyi var etmeye özgülemesidir. Siz insana, günde sekiz saat boyunca hiçbir şey yapmayıp sadece benim istediğim işle uğraşacaksın diyorsunuz. İnsan, kendi varlığına ilişkin her şeyi bir kenara bırakıp size itaatle yükümlü oluyor. Fakat lütfen, çok rica ediyorum emeği işçiliğe indirgemeyelim; emek herhangi bir şeyin varlığı veya devamı için gösterilen çabadır. Bir ilişkinin devamı için gösterilen çaba da, gemi kazanında akıtılan ter de, plaza katlarındaki klavye tıkırtıları da ayrı ayrı değerli birer emektir. Yukarıda verilen tanıma uymak gerekirse; sevgilinize "kendi istediğin gibi davranma, benim istediğim gibi ol" diyerek, nasıl büyük bir emek istediğinizin farkında değil misiniz?

İşte emek bu kadar temel, hatta belki en temel olduğundan, distopyalarda da mutlaka bir yere konulması gerekli. Çünkü oluşturulan kurgudaki dünya da yine emeğe muhtaç. Peki bunu nasıl konumlayacaksınız?

Distopyanın üç büyüğü olan romanlara bakalım:

Büyük Abi'nin gözleri. Ama romandan değil.
1984: İnsanlar kitleler halinde, üretim bandından beter bir şekilde çalışıyorlar. Başka bir irade göstermelerine imkan yok, çünkü bu irade Büyük Abi tarafından sistematik bir şekilde yok ediliyor. Üreme sistemini hatırlamıyorum okuyalı çok oldu fakat insanların aile gibi bağımlılıkları yok. Sadece, canlı robotlar olarak çalışmalarını ifade eden mesaileri var. İrade oluşturmalarına zemin hazırlayacak sosyalleşme ortamları yok, bilgilendirme de Büyük Abi'nin tekelinde. Üstelik Büyük Abi, dezenformasyon politikasını yine doğrudan bu işçiler eliyle yürütüyor. Eskiden basılmış olan bir haberin aksine bir şey yapılması ya da söylenmesi gerekiyorsa, eski haberleri bu işçiler imha edip, yenilerini yine kendileri basıyor. Fakat "üretim bandı" işçiliği o kadar içselleşmiş ki, kimsenin "Ya hacı biz burada ne yapıyoruz allaşkına?" dediği yok.

Biz: Biz, distopyada çığır açan bir eser. Edebiyatın bu alanına merak salıp da okumayan varsa derhal okusun, yalnız baştan söyleyeyim güzel çarpar. 1984 ve Cesur Yeni Dünya'ya bu kitap ilham olmuştur; Ursula K. Le Guin bu kitap için "Tüm zamanların en iyi bilimkurgu eseri" der.

"Ben numara değilim. Özgür bir insanım."
Buradaki çalışma şekli de yine kitlesel. Hangi saatte kimin nerede ne yapıyor olacağı belli; zaten herkes aynı şeyi yapıyor hatta. İnsanların kendilerine özel değil kıyafetleri, isimleri bile yok - sadece "numaraları" var. Özel hayat kavramı yok, çünkü duvarlar cam, perdelerin kapatılması da ancak belirli saat ve sürelerde mümkün. Buradakilerin 1984'tekilerden farkı, o kadar sefil yaşamıyor olmaları. Yani Biz'dekilerin memnuniyetle bir sorunları yok, onlar içlerinde bulundukları durumun ne olduğunun farkındalar ve bundan gurur duyuyorlar. Mutlu değiller çünkü "mutluluğun yüce bir yanı yok," ama memnunlar. Fakat 1984'te bu kadar bilinç dahi yok. Sadece çalışmak var.

1984'teki Büyük Abi'nin her an her yeri izleyebiliyor olması gibi, burada da... neydi ya adını unuttum ama yine biri var yani.

Netice olarak buradaki karakterlerin -ki tümü işçidir- de iradeleri yok. Hatta kitapta, irade belirtileri gösteren karaktere "Kötü bir yoldasın. Öyle görülüyor ki içinde bir ruh oluşmuş." deniyor.

Aslında konuyla ilgisi yok ama ben bu kitabı ok-kadar çok seviyorum ki, şu alıntıyı yapmadan edemeyeceğim:

"Birisini öldürmek yani, insanın yaşam süresini 50 yıla indirmek suç, ama insanın yaşam süresini 50 milyon yıla indirmek suç değil. Peki komik değil mi? Bizim on yaşındaki numaralarımızdan biri bu matematiksel ahlak problemini yarım dakikada çözebilir; fakat onların bütün Kant'ları bunu çözememiş (Çünkü Kant'lardan hiçbiri toplama, çıkarma, bölme ve çarpmaya dayanan bilimsel etik sistemini oluşturmayı akıl edememiş.)"

Cesur Yeni Dünya: Distopyaların en eğlencelisi; alana yabancı olana önereceğim başlangıç eseri. Diğer iki roman bize "kara" dünyalar sunarken, Ford'un kurduğu Cesur Yeni Dünya'da herkes çok mutludur. Fakat bence CYD bu yüzden bu kadar önemli; pespembe görünenin aslında ne kadar korkunç olduğunu yüzümüze vurması açısından.
İnsan yumurtadan ve yumurta da insandan.

İnsanlar mutlu, "Ending is better than mending" yani "Düzeltmekle uğraşma, bırak gitsin" düsturuyla yaşıyorlar. Aile bağları yok, cinsellik grup olarak hallediliyor. Ve herkes mutlu. Sebep? Uykuda terapi.

CYD'nin diğer distopyalardan farkı, insanın iradesini yok ederken yerine yenisini koyması. Mutluluğu yok etmeyip, farklı şekilde tanımlayarak sistemin devamını bu şekilde sağlaması. Örneğin insanlar alfa, beta, gama ve teta olarak ayrılıyor (ya da belki dört değil daha az, tam hatırlamıyorum) ve sen bir gama isen, bundan zaten son derece mutlu oluyorsun.Çünkü CYD, seni bir gama olarak sisteme entegre etmiş ve yine gama olarak arz ettiğin önemden çok memnunsun. Alfa olmaya ilişkin hiçbir hırsın yok, çünkü öncelikle alfa olabilecek olsan zaten olurdun, hem de sen zaten gama halinle son derece gereklisin.

Bu eğitimler, insanlara bilinçaltı terapisi ile veriliyor. Ne olursan ol, bundan çok mutlu oluyorsun - aynı bizim NLP gibi...

Bu kitaptan da bir alıntı yaparak, iyice uzamakta olan konuyu artık sonlarına taşıyalım...

Linda isimli karakter, tüm zorunlu koruma tedbirlerini almış olmasına rağmen hamile kalmış ve doğum yapmıştır. Bu yüzden de CYB'nin dışında bırakılmış, diğer "dışarıdakilerle" kaderine terk edilmiştir. Bir gün kendisini "keşfeden" ve adını şimdi unuttuğum diğer karaktere şöyle der:

"I mean, when a child asks you how a helicopter works or who made the world - well, what are you to answer if you're a beta and always worked in the fertilizing room? What are you to answer?"

"Yani diyorum ki, eğer bir çocuk sana helikopterin nasıl çalıştığını veya dünyayı kimin 'yaptığını' sorarsa ve sen sadece dölleme odasında çalışmış bir beta'ysan... Ne cevap vereceksin?"

Bu üç distopyadan şunu anlıyoruz; emek piyasası varlığını işçinin iradesinin yok edilmesine borçlu. İrade yoksa sorun da yok, işte distopyalar da tamı tamına bunu anlatıyor. Gerçi bilimkurgu edebiyatı çok zengin, emekle ilişkilendirilebilecek onlarca şey bulunabilir fakat ben artık çok uzattım bu konuyu. Yoksa aklımda Wall-e de var mesela. Bu arada Wall-e'ye "O ne yeaa" demek için cesedimi çiğnemelisiniz gençler, kendisi bana göre bilimkurgunun da, distopyanın da, romantik komedinin de şahıdır. Mük-kem-mel bir kurgu. Peki orada ne oluyordu; insanlar teknolojiyi tembellik etmek için o kadar kullanmışlardı ki, artık insanlık yok olmanın eşiğine gelmişti. Onu da sonra anlatırım; zira konuya gireceksek daha "altın çağ" teorisi var.

Diyorduk ki, işçinin iradesi. Yani aslında, te Ford'dan beri yapılmak istenen hep buydu. Charles Chaplin, ışıklar ya da nur içinde yatsın artık hangisini seçerseniz, Modern Times filmi yüzünden bu kadar eşsiz bir adamdır. (The Great Dictator başka bir yazı konusu.) Adamın 1936'da yaptığı sistem eleştirisini, ki daha "sistemin" ne olduğu bile bilinmeyen bir zamandı o, 21. yüzyılda kimsenin aklına getirdiği yok. Çünkü dünyamız asıl şimdi çok cesur. (İnceyi kes.)

Filmin dibi.
Yeni dünyamızın cesurlaştırma hareketi, öz olarak bu üç distopyadakinden zerre farklı değil. Fakat adı sertifika, terfi, zam, plaza, NLP, kişisel gelişim, müşteri odaklılık, breynstormink filan oldu. Eğer bir yerde, gününün sekiz-on saatini aynı camları açılmayan plaza katında geçiren insanlar, haftasonunu yine beraber ve yine kapalı salonlarda bowling oynayarak geçiriyorlarsa, artık kendi distopyamızda yaşıyoruz demektir. Hele ki, bu "sosyalleşmelerde" biri terfi ederken diğerinin edememesi gibi şeyler konuşuluyorsa.

Zam oranınız, hiçbir zaman sizin o parayı ne yapacağınızla ilgili olmadı. Ücret hiçbir zaman sizin değeriniz ya da karşılığınız değil, sadece sus payınızdı. Bunu karşılık olarak gören sizdiniz fakat işçiliğin itibarsızlaşması işte tam da o anda başladı.

Dünyanın emekle ilişkisi, muhtaçlıktan başka bir şey. İnsanın nefes almakla ilişkisi gibi. Önemli olan ücret ya da emeği gösterenin kim veya ne olduğu değil. Değerinin bilinmesi.

İşçilerin artık, zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri var. Tüm o şeyleri kendisine sağlayan sistemi yok etmelerini beklemek anlamsız. Zira "Tamam boş zamanım olmasın ama bari fazla mesaimi alayım" diye örneklendirilebilecek "yetmez ama evet" kafası, insanın ruhunun derinine mündemiç. Fakat fedakarlık karşılığı bir menfaat elde ettiğiniz zaman, sizin fedakarlığınız da karşınızdakinin menfaati oluyor. Nasıl ki menfaatinizden vazgeçmeniz beklenemeyecekse, bunu muhatabınızdan beklemek de abes.

Netice olarak, emek algısı bu hale bir günde gelmediğine göre, itibar kazanması da bir günde olmayacaktır. Fakat siz yine de kendi üzerinize düşeni yapın.

Seçim hakkını yüceltme iddiasındaki siyasetlerin emeği ve emek bağlamında insanlığı; emeği yüceltme iddiasındaki siyasetlerin de aslında yine emeği ve yine emek bağlamında insanlığı ne kadar hafife aldığını anlatmak da benim boynumun borcu olsun. 

İyi çalışmalar,
Göksun.




(Not: Özel olarak bu konuyla değil fakat yine emeğin algılanışıyla ilgili şurada da bir şeyler var, kenarda dursun: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2013/04/dunya-emekle-donuyor-bir-tek-isciler.html ) (Bildiğin "related link" ya da "şunlar da ilginizi çekebilir" yazsam olurmuş aslında.)


13 Mayıs 2013 Pazartesi

Arşiv tutmanın faydaları: Neydik ne olduk hamdolsun.

Selam,

Unuttuğum bir yazıma denk geldim de; burada durmasını istiyorum. Gözümün önünde olsun; dengesiz biri olmanın faydalarını güzel anlatır bence :)

Yani şunu demek istiyorum; eğer dengesiz biriyseniz, evet keyfiniz her an kaçabilir ve kafanız her zaman karışıktır. Fakat aynı şekilde, keyifsizliğiniz de geçici olabiliyor. "Bi dakka ya, ben böyle biri değildim, aloo!" deyip kendinizi hayatın bir yerlerine iteleyebiliyorsunuz.

Mesela ben geçen sene şöyle yazmışım:

"İç sıkıntısı çok yakar.

Alışverişe vurursun.
Eve gitmek istemediğin için hep dışarıda olursun.
Kendini çok sıkıcı hissettiğin için, "kafa güzelliğine" ihtiyaç duyarsın.

Dağılan aslında sadece evin-odan değil, bizzat kafanın içidir.
O yüzden, kirli çamaşırların "Himalayalar" haline gelmesi gözüne görünmez.
Sen olmuşsun Himalaya, iki çamaşırdan ne olacak? bok.

Odana bakıp "Ya işte ne güzel her şey gözümün önünde" dersin, dağınıklığı böyle meşrulaştırırsın.
Halbuki bu, senin "kendi içine dönüp bir şeyler arama" tembelliğinin tezahüründen ibarettir.

Sonra birden, bir ay sonunun daha geldiğini, faturaların yine üst üste bindiğini, ekstrenin ısrarla patladığını, en güzeli, artık pantolonunun sıkmaya başladığını fark edersin.

İşte o noktada, "Bi dakka ya, tamam dağılıyorsam bir sebebi var, ama ben toplanmadıkça bu sebep ortadan kalkmayacak ki?" demek gerekiyor.

Benim bunu demem için fazla bir şey gerekmedi. Kasım sonundan beri üstümde bir "akşamcılık" var, bugün itibariyle sona erdiriyorum çünkü bundan sıkıldım. Evet, sadece sıkıldım.

Hem sıkılıyorum, hem sürekli ekstre şişiriyorum, hem de pantolonlarım artık beni rahatsız ediyor - ve ben böyle yaşamaya devam ettikçe, her şey "aynı" kalmaya devam edecek.

E ben bi ofis açacaktım, ne oldu ona? İkea'dan mobilyasını alabileceğin parayı Mango'da yiyerek mi açacaksın ofisini?
Hani sıkılmıştım ben ergenlikten? Böyle mi sıkılıyorsun, neyi kiminle konuştuğunu karıştırdığın bir hayat yaşayarak mı?
Eskiden severdim kendimi ben, okuyan ve izleyen biri olmak hoşuma giderdi. Aferim, otur Muhteşem Yüzyıl izle, tebrik ederim.

Ayh yemin ederim içim şişti.
Bu iç sıkıntısı denen nane çok yakıyor. Lüzumsuzdu, söndürdüm. Sizi de beklerim.

27/02/2012"

Peki sonra neler oldu?

Bir kere öncelikle pantolonlarıma sığma çalışmalarına başladım. Çok zor olmadı, şimdi öyle bir sorunum yok. Şurada anlatmıştım: http://mideminkahyasi.blogspot.com/2012/08/aldm-verdim-ben-seni-yendim.html (Gerçi bir süredir çok fazla oturduğum için "kilo mu aldın sen?" tacizine maruz kalıyor ve sinirleniyorum ama yok öyle bir şey.)

Kitap okumaya geri döndüm ki Vakıf serisi resmen hayata bakışımı değiştirdi. Her şeyden olduğu gibi okumaktan aldığım zevki de yitirmiştim, geri kazandım. Hatta onu da anlattım, buyrun: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2012/07/thank-god-its-asimov.html

Derken zaten yaz geldi, dışarılara çıktık, üzerimiz hafifledi, sonra sonbahar geldi, doktoraya başladım ve olaylar gelişti... Okullu olmak tam anlamıyla şirazemi kaydırdı, ne zaman ders çalışma sürecine girsem resmen sıyırıyorum. O kafayla yazınca aslında çok eğlenceli şeyler çıkarılabilir ama yazmaya oturunca "olmuyor" bir türlü, ancak Twitter'da goygoy edebiliyorum. Geçen dönem ilk makalemi yazarken yaşadığım "erkendönem" sıyrıklık halim de şurada: http://koridorda.blogspot.com/2012/11/tugceyi-kazyn-altndan-emine-ckar.html Şimdi orta dönemdeyim, tez yazarken "upper-advanced" olmayı planlıyorum. (Meraklısına  not: Eğer haftaiçi tam zamanlı bir işiniz varsa doktoraya bulaşmayın. Hatta işiniz uygunsa bile, tek başınıza yaşıyorsanız ynie yanaşmayın. Eğer hem işiniz uygun değil hem de tek başınıza yaşıyorsanız, deli misiniz kuzum? Çılgınca yoruluyorum, bari bakıp ibret alın da o işe yaramış olayım.)

O değil de, bütün bu toparlanma sürecini tek başıma yapabilir miydim, işte onu bilemiyorum...

Önce Sezer vardı, sonra Özlem ve bu toparlanma sürecinin tetikleyicisi olarak da Koray. 

Gerçi arada, iki makalenin ortasındayken ciddi anlamda delirip Anda'da hünkar beğendi yerken masaya kapanıp ağlamışlığım yok değil. Ama geçti şükür. İnsanın hem "yemek yaptım gel ye" deyip hem de ağlamasına katlananının olması güzel. İşte ben bu yüzden, Moda'dan ayrılamam. Saydığım tüm bu isimlerle komşu olduğum için. Ay hatta buna benzer bir şey de anlattım, mahremiyet dediğinin tek dişi bile kalmamış mı ne? http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2012/03/kuzguncuka-tasnaym-derken-mangoya.html

Yani diyorum ki, içtir sıkılır. Misal dün yine sıkıldı, anneler gününde annemle olmak ve anne olmak istedim. İkisi de olacak gibi değildi. Ama şimdi sıkılmıyor. Çünkü Türk kahvesi içiyorum. Ama akşama yine sıkılacak çünkü henüz okumadığım bir makaleyi derste tartışmam beklenecek. Ama o da geçecek çünkü zaman bu, sürekli akıyor efendim durduramıyoruz.

Öperim,
Göksun.

6 Mayıs 2013 Pazartesi


bütün gün oturuyorum. sürekli bir şeyler okuyorum. kimi zaman yazıyorum, yazmadığım zamanlar ise ne yazacağımı düşünmekten aklım çıkıyor, beynim masaya akıyor.

peki sonuç?

- kilo mu aldın sen?

çünkü önemli olan bu. ne okuduğun, ne yazdığın, ne düşündüğün, ne olup ne olmak istediğin değil. kilo alıp almadığın. insanlar senin ne düşündüğünle asla uğraşmayacak, uğraşacaklarsa bile onları buna dış görünüşünle yine sen ikna edeceksin.

peki benim burada rahatsız olduğum asıl şey ne? eğer "kilo mu verdin sen?" denseydi de aynı şekilde sinirlenecek miydim? insanların insanları değersizleştirmesine mi, yoksa sadece kilo almış olmaya mı sinirlendim? bunu da bilmiyorum. sanırım mesele, ciddiye alınmamak, tip üzerinden değerlendirilmek ve üstelik o değerlendirmeden de kalmak.

ulan makale yazamadık bari kilo almasaydım ya da bari insanoğlu bu kadar dangalak olmasaydı.

Meczup, mecnun, göksun.

Dünyada yapılacak çok fazla şey olmasının verdiği sıkıntıyı defalarca anlattım ama bitmiyor.

Bu sabah metrobüse yürürken bir şeyler düşündüm ki bunu hep yaparım. Her sabah metrobüse yürür ve her zaman bir şeyler düşünürüm. Bu sabah, "o kadar konuştuk bir kere meczup demedik ya la..." hayretini yaşadım.

90'ları hatırlamayacak yaştaysanız bu kelime size ne ifade ediyor bilmiyorum - "generation gap" böyle bir şey miydi Benjamin? "Generation next" diye Pepsi reklamı vardı bir de, onu da hatırladım bak. Neyse. Bu arada, "çatışma" ifadesi "gap" kelimesini karşılamıyor, çünkü ben çatışmıyorum sadece aramızda bir aralık var. Karşılayan bir şey bulmaya üşendim. Eleştireceğinize üşenmeyin, siz bulun.

Yani diyorum ki, biz 90'ları hatırlayanlar için meczup, mesela Süleyman Demirel'i meydanda öldürmeye çalışan adam demek. TBMM önünde tek başına eylem yapan tip demek. Aczmendiler filan da olabilir. Yani biz meczup kelimesini, "deli zaar" gibi bir şey olarak öğrendik.

Fakat gelin görün ki meczup aslında öyle bir şey değil. Kelimenin kendisi cezbeden geliyor, yani aslında "cezbeye kapılmış" demiş oluyoruz meczup diyerek. Sıradaki şarkı "cezbe mi cezbe nedir?" diyenler için gelsin, cazibe gibi düşün annem. Bir şeyin cazibesine kapılıp kafayı yemek yani. Mecnunluk gibi.

Yani diyorum ki, meczup aslında Allah aşkından ya da layik bir ifadeyle Tanrı'nın çekiminden kendini kurtaramayıp aklını kaybedenler için kullanılan bir sıfat. Bunu bana ilk söyleyen, bin yıl kadar oldu sanırsam, Ayşe idi. O vakte kadar hiç düşünmemiştim. Kafa açtı sağolsun; gerçi belki de on yıl önce sohbet arasında söylediği bir şeyin bugün gelip bunları yazdıracağını düşünmüş müydü bilemiyorum ama ben de düşünmemiştim zaten. Kelebek etkisi böyle bir şey olabilir mi albayım?

Buradan şuraya gelecektim aslında ben, bilinecek ve hayran olunacak bu kadar çok şey varken, meczup olmamayı nasıl başarıyoruz kuzum? Ya da olduk da haberimiz mi yok?

Tanrı bağlamında düşünmeyin bunu, "kendinizi nasıl imana vermezsiniz ulan!" demiyorum. Diyorum ki, bilinecek ve insana kendini "yok" hissettirecek o kadar çok şey varken, bilmenin - görmenin - düşünmenin - hissetmenin cazibesi bu derece gözümüzün önündeyken, aklınızı kaybetmemeyi nasıl başarıyorsunuz?

Dünyayı bilmek, aynı anda hem durmaksızın okumayı, hem de durmaksızın gezmeyi, gezerken okumayı ama etrafa bakmayı da ihmal etmemeyi, insanlarla bir arada olup onları anlayabilmeyi, ama bu arada durup kendi kendinizi de deriiin derin düşünmeyi, her halttan bir sonuç çıkarmayı ve aynı anda o sonuçlardan yeni sebepler yaratmayı, içgüdülerinize kulak vermeyi ama bu güdüleri dünyanın eline vermemeyi, uyumakla zaman kaybetmemeyi ama uyuyarak büyümeyi, ailenizi çok sevmeyi ama aidiyet duygusunun seni tutmasına izin de vermemeyi... abi bilgi dediğin nane her şeyi gerektiriyor.

Ama sen o esnada hiç-bir-şey yapmıyorsun.

Çünkü yapamazsın. Yapmaya çalışınca meczup olursun, işte asıl o zaman hiçbir şey yapamazsın.

Gezi Traveler dergisi var ya, gerçi hala var mı onu da bilmiyorum. İşte o, eskiden - yirmi yıl filan önce- yılda bir kere çıkan kapkalın bir dergiydi. Hem gezi hem konaklama rehberiydi. Nerenin hatırlamıyorum, bir yerin efsanesini anlatmıştı. Yunan titanlarından biri (idi sanırsam) kendini ok-kadar Tanrı gibi görmüş ki, onları kandırabileceğini düşünmüş. Tanrıları yemeğe davet etmiş, masaya da insan etinden yapılma yemekler koymuş. Hesapta tanrılar insan eti olduğunu anlamadan masadakileri silip süpürecek, sonra bu titan efendi de "vay efendim tanrı dedikleriniz insan eti yiyorlar" diyerek olay çıkaracak. Tabii tanrı bunlar, çakıyorlar köfteyi, aç kalkıyorlar masadan. Sonra bu şark kurnazı titan cezaya çarptırılıyor. Dizine kadar taze su olan bir yerde duruyor tamam mı, ama eğilip su içmek istediğinde sular birden çekiliveriyor. Başının üzerinde çılgın gibi meyveler var, uzanıp alacak olduğunda birden yok oluveriyorlar. Böyle böyle derken sonunu hatırlamıyorum ama ceza buydu.

(Araya giren not: Titan değilmiş o, zalim Arkadya kralıymış, adına Lycaon denmişmiş. Özgür söyledi.)

İşte tanrılar, bizi dünyaya göndererek aslında aynı şeyi yapmış oldular. Bilgi istediğimiz zaman gözünü o tarafa çevirdiğinde, buna asla vakıf olmayacağını anlayıp cezbeye kapılıyorsun. Yok ben maddi nimet istiyorum, öbüründe  gözüm yok dersen, o takdirde seni bambaşka meydan okumalar bekliyor - o kısmını bilmiyorum hiç öyle biri olmadım. Zaten ben defolu var olanlardanım, gözümü yukarı dikmek benim için hiçbir zaman mümkün olmadı. Çünkü aşağıda bilinecek her zaman daha çok şey vardı, başımı bir türlü kaldıramadım anasını satıyim.

Bence meczupluk yeniden tanımlanmalı. Çünkü biz bu zamanın insanları, bir yandan bilginin cazibesinden çıldıracak gibi olurken, öbür yandan "bir arada yaşama kültürü tabi evet hıhım" gibi ezberlenmiş şeyleri söyleyip duranların ağzına kürekle vurmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Bu arada yeri gelmişken, yeni bir şeymiş gibi ısıtıp ısıtıp söylediğin "bir arada yaşama kültürünü" sen icat etmedin canım benim. Zaten o hep vardı, insanlıkla birlikte en başından beri hep var oldu, sadece senin gerizekalı ataların yok efendim devletmiş, bayrakmış, onun tanrısı öbürününkini dövermiş... gibi şeyleri bahane edip senin bunu unutmana sebep oldu.

Bu arada bir parantez daha açmak istiyorum sayın seyirciler, böyle düşününce insan olmaya çok mu değer atfediyoruz lan acaba? Yani neticede tarih dediğin, rekabet ve savaşlarla yazılmış bir şey. Daha üç gün önce bir halkın üzerine atom bombası atılmış bir dünyadan bahsediyoruz. Belki de çok büyütmemek lazım bu yaşama işlerini.

Parantezi kapatmamız gerekirse; bir yandan "Ama bilgi? Düşünce? Akıl fikir? Sebep sonuç?" derken, öbür yandan kirasıydı kredi kartıydı filan gibi şeyleri düşündüğümüz hayatlara mahkum durumdayız ve hiç uydurmayın, aslında kimsenin bundan çok da şikayet ettiği yok. Ben mesela, şu an bunları doğru düzgün bir klavyede yazıyor olmaktan gayet memnunum. Gerçi işyerinde değil de bir deniz kenarında mojitomu yudumlarken yazaydım eyiydi tabii o ayrı.

Yani diyorum ki akıl sağlığı, peşinde çok da koşulabilecek bir şey değil. Çünkü o senin-benimle ilgili bir şey değil. Evren, kendisini anlamayı kafaya koyanlar için düzgün koşullar oluşturmuş bir yer değil. Ki bunu bu hale getirenler de insanlardan başkaları değil. Yani "sen ilk değilsin son değil, son yalancı sen değil..."

Özetle, akıl sağlığı kimilerinde doğuştan "off" geliyor. Sen onu toparlayayım derken iyice dibe gömülüyorsun ama bundan haberin yok, neden, her ay gelen ekstreden dolayı.

Öperim, siz de öpün,
Göksun.