26 Temmuz 2013 Cuma

hala doğuruyorlar, ne kadar ayıp!

arkadaşlar lütfen annelik hakkında biraz daha detaylı düşünün.

öncelikle, evlenmeyişim tamamen yüksek ahlakımdan kaynaklanıyor. lütfen evde kaldığımı düşünmeyiniz.

ikinci olarak, annelik içgüdüsü ALLAH'ın bize yaptığı bir sınavdan ibarettir. bu içgüdü bize tamamen ALLAH yolunda çoğalalım diye verilmiştir ve güçlü kılınması da zaten bu sınavın bir parçasıdır. ALLAH görevimizi ifa etmemiz için kolay ve müptezel bir yola mı başvuracağımızı, yoksa ALLAH aşkımızın bizi eşeysiz çoğalacak hale getirecek kadar şiddetli mi olacağını görmek istemiştir.

başka bir ifadeyle hanım kardeşlerim, annelik içgüdüsü için bir erkeğe ihtiyaç duymak, ALLAH aşkından aklını kaybedip meczup olmakla eşdeğerdir. üstelik, kendi kendimize anne olamayarak erkeklere verdiğimiz eza ve yaşattığımız angarya, amel defterimize an be an işlenmeye devam etmektedir.

ben bir hanım olarak, ALLAH aşkımın eşeysiz çoğalacak seviyeye ulaşamaması sebebiyle bütün kainattan özür dilemeyi bir borç bilirim. bu tamamen benim eksikliğim, iradesizliğim ve kul olmayı beceremeyişimdendir. her ne kadar ALLAH yolunda çoğalmak benim için kutsal bir görevse de, bunu erkeklere acı ve elem vererek gerçekleştirmeyi zul sayarım.

şunu da belirtmek isterim ki, çoğalmak için erkeğe ihtiyaç duyulmaması fikrini kurcalarsanız, başta ALLAH'ın cinsiyetleri ne kadar eşit yarattığı sanrısına kapılmanız olağandır. erkeğe ihtiyaç duyulmaması fikri, ilk bakışta feminist veya anti-cinsiyetçi sapkınlıkları da akla getirebilir.

hanım kardeşlerim, bunun da çetin sınavımızın sadece küçük bir parçası olduğunu açıklamama lütfen izin verin. zira erkek tektir, kadın onun kulu ve elçisidir. nitekim, eşeysiz çoğalmayı öğrenme görevi yalnız kadınlara verilmiş olup, bunun sebebi erkeklerin müstesna kişilikler olmasında gizlidir. siz hiç -afedersiniz- hamile kalan bir erkek gördünüz mü? tabii ki göremezsiniz çünkü erkekler kendi kendilerine ve üstelik bir defada milyonlarca kere üreyebilmektedirler. fakat ne acıdır ki, kadınlardan çok daha üstün olan erkek doğası, henüz bu çocukları atıldığı yerden alıp yetiştirecek idrakten henüz yoksundur. fakat ALLAH yolundan ayrılmaksızın devam edildiği müddetçe, ilim elbette bu sorunun da üstesinden gelecektir.

direnin hanım kardeşlerim! iftar yakın, ocağın altını yakın!

17 Temmuz 2013 Çarşamba

çapulcusun dediler kız vermediler :/

aslında bugün hiç entel havamda değilim. "drama queen" hırkamı giyip gezi sürecindeki kişisel kayıplarımı anlatacaktım. "en çok düşünme yolum" olan ev-metrobüs yürüyüşünde aklımda hep bu vardı.

işe gelip "bakalım ben yokken neler olmuş..." diye olan bitene bakarken, ali ismail korkmaz'ın verdiği son ifadenin yayınlandığını gördüm. dövüldükten sonra polise verdiği ifade radikal'de çıkmış, şöyle buyrun: http://www.radikal.com.tr/turkiye/bana_sopalarla_saldirdilar-1142091

feysbuk'ta paylaştım bunu, sonra da dedim ki, lütfen polis çok yorgun tribine girmeyin. yorgunluk, sarhoşluk, sinirlilik filan gibi şeyler, insana kontrolünü kaybettirir ve kontrolünü kaybeden insanın engel olamadığı şey, içinde bastırdığının dışarı çıkmasıdır. yani o polisin içinde o vahşet var ki, yorgunluktan bu şekilde etkileniyor. fakat çakma insan sevicilerin hepsinde aynı laf: polis de insan, çok yoruldu, ondan böyle. arkadaş ben sana polis yorulmadı demiyorum ki, elbette yoruldu ve elbette o da insan, fakat bu şiddet adamın içinde olmasa, yorgunluğu buna sebep olur muydu? bir de tabii, diğer en bayıldığım şey, esnafın "ekmek parası" meselesi. gören de elinde sopayla gezen esnafı "sinirlenmek zorunda kalmış olan gariban şirin baba" sanacak. o ekmek kana katık ediliyor, ne yapayım buna da mı saygı duyayım? bu arada, şiddete meyletmeyen esnafa da atarlandığım sanılmasın, onlara her zaman saygı. ben sopalılardan bahsediyorum. (ekmek parası ne ayrıca ya, bırakalım şu arabeskliği.)

derken, anda altında bir yazı paylaştı. uzun ve güzel bir yazı fakat benim aklımdaki kodlanışı şudur: artık "toplumsal davranışa" inanmaya başlıyoruz. (http://www.bianet.org/bianet/toplum/148522-gezi-den-ogrendigim-bir-sey)

işte orada, bende bir şimşek çaktı.

biz şimdiye kadar, bütün ilişkilerimizi olanca bireyciliğimizle oluşturduk. hemen itiraz etmeyin, açıklayabilirim.

gezi'ye kadar, hiç bu derece kollektif ve süregelen bir hareket görülmemişti. doğru muyum?

özellikle biz beyaz türkler, toplumsal duyarlılık sahibi olsak bile, sokağa hiç çıkmamış ve böyle bir dayanışma içine hiç girmemiştik. işte benim "bireycilik" dediğim budur. örneğin, kadıköy'deki muhtelif mitinglere "ya arkadaş siz toplanıyorsunuz diye semtten çıkamıyoruz ya of" diye hayıflanan modalılar, sokaktan eve girmez oldu.

yani gezi süreci, bir sürü insanda toplumsal bir aidiyet yarattı. tarifsiz bir kazanım.

fakat bizim bundan önceki hiçbir sosyal ilişkimizde, böyle bir aidiyet gözetilmemişti. yani biz kiminle ne yaşadıysak, toplumsallığı bilmeyen insanlar olarak yaşadık. işte anlatmak istediğim şey bu.

derken, birden olaylar olaylar. işte bundan sonraki süreci gezi'nin benim hayatımdaki kelebek etkisiyle açıklarsam, sanırım daha kolay anlaşılacak.

kronolojik olarak ilk kayıp, erkek arkadaşım oldu. benim taksim'e ve parka gitme isteğim araya bir mesafe koydu ve kendisi bu mesafenin kapanmasını istemedi. elbette başka sebepleri de vardır, fakat bahanelerden biri budur. yalnız şimdi çocuğu da tayyipçi sanmayın, yok öyle bir şey. asla böyle bir şey söylemem hakkında; ama "yerinden kalkmaktan pek hoşlanmaz" diyebilirim.

beni merak ettiği için gitmemi de istemediğini söyledi, ben gitmekte ısrar ettim. artık bunu nasıl değerlendirdi, istememesine rağmen gidişimi kendisine yönelik mi algıladı, "dediğimi yapmayan ve merakımı ciddiye almayan biriyle yapamam" mı dedi, bunları bilmiyorum. fakat "sorumluluk almak istemiyorum" diyerek gittiği tarihsel bir gerçeklik.

işte bakın bu tipik bir "bireysel algıyla oluşmuş sosyal ilişkinin toplumu görünce şirazesinin kayması" örneği. beni o güne kadar merak etmesi hiç gerekmemişti, çünkü hep gözünün önündeydim. ne zaman ki benim de bir topluluğun parçası olma anım geldi ve onun gözünün önünden çıkmam gerekti, o zaman sıkıntı başladı. birey kalsaydık iyiydi, ama olmadı. ben dışarıdaki topluluğu seçtim, ama evin içinde iyice yalnız kaldım.

ikinci kayıp, varlığına her zaman en güvendiğim arkadaşım oldu. gerçi bunun direkt gezi'yle alakası yok, ama o da neticede bireysel yaşantıyı toplumsallığa uyumlaştıramamakla ilişkilendirilebilir. kayıp süreci her zaman herkesin yaşadığı bir arkadaşlık sorunuyla başladı, sevgili bulunca arayıp sormamak durumu. derken bu arayıp sormamak artık "çemkirmeye" vardı, ben de çekildim, ne yapayım. allah mesut bahtiyar etsin.

bu örnekte, ikimiz birden kendi toplumsal aidiyetlerimize daldık. artı tabii onun bir de -artık telekinezi filan uyguladığını düşündüğüm- sevgilisi vardı. farklı gruplara girince, yani bireyciliği bırakınca, bireysel zamanda kalan arkadaşlık bağı da zayıflar oldu. henüz kopmadı, yani ben kendi adıma kopmadım, ama sonumuz hayrolsun. gelinen noktada, evet yine sokakta kalabalık içindeyim, ama "evde" hala kimse yok. beraber içip gülüp ağlayarak arkadaşlık ettiğin insan, o konsept değişince artık hayatında olmuyor.

başka bir kayıp, sağduyusuna tarifsiz güvendiğim başka birinden geldi. kendisi büyüğümdür, 12 yıldan beri her söylediğini dinlerim. her zaman katılmam ama mutlaka dikkate alırım. yaşım itibariyle bakıldığında, bana söylenen şeylerin en önemli olduğu günlerde dinlemişim kendisini. artık oradan pay biçin.

dün, direnişçiler için "aldığınız beddualarla zor ama..." diye bir ifade kullandığını gördüm. gerisini hatırlamıyorum, umrumda da değil açıkçası. sonrasında birkaç açıklama yazısı paylaştı, ama gerçekten ilgilenmedim. canım istemedi. çünkü beklediğim, uzun açıklamalar değildi.

bedduanın neden yanlış bir şey olduğunu kendisinden dinlediğim insan, üstelik gezi çocuklarını bedduayla tehdit etti - o ifadenin benim aklımdaki kodlanışı budur. yani "evde" yine yalnız kaldım.

(cevap verirken keşke şunu da deseydim, milyonların bedduasıyla devlet yönetiliyor, iş mi bulunmayacak?)

işte yine, ortalık güllük gülistanlıkken, kendimizden başkasını düşünmemiz gerekmiyorken söylediklerimizin, toplumsal bir olayda "söylenemeyişi" örneği. gündelik hayatımızda beddua etmemenin erdeminden söz etmek son derece kolay, hadi bakalım buyrun, türkiye için tutarlı olma vakti.

benim bu örneklerdeki kaybım kişiler değil, keşke öyle olsaydı. güven kaybı bunlar. insan kendini kandırılmış hissediyor, özellikle iki ve en çok üçüncü örneklerde.

bence bütün bunlar, kalabalıklar içinde yaşamayı unutmuş ve her şeyi oturduğumuz yerden değerlendirmeye alışmış olmaktan kaynaklanıyor. öğrendiğimizin dışında bir şey olunca, ezberimiz bozulduğu için ne yapacağımızı bilemez bir hale geliyoruz. bu çok normal, elbette insan bilmediği bir şey görünce ya da yaşayınca şaşıracaktır. fakat bu süreçleri tutarlılıkla atlatmak önemli. "ben bu konuya geçen hafta da aynı şekilde yaklaşır mıydım, yaklaşmaz idiysem beni değiştiren nedir" sorgusuna girmek lazım.

sonuç olarak, artık sokakta kendimi -etrafta polis yoksa tabii- çok daha güvende hissediyorum. taksim'i daha çok sahiplenip, kadıköy'ü daha da çok sevip, armutlu'yla gurur duyuyorum.

fakat evde sıkılmayaydım iyiydi.

11 Temmuz 2013 Perşembe

"işte ben böyle bir hal içindeyim"

özellikle burada her yazdığım kişisel, fakat bu artık kişiselin suyu olacak. baştan anlaşalım. bir terapiste anlatır gibi anlattım.

ne zaman bir şeylere öfkelensem, bunun bana verdiği enerjiyi fark edip dehşete düşüyorum. sinir, insanı feci tezcanlı kılıyor. bunun sebebi "pozitif bilimsel" bir şey mi yoksa sakin insanın iplenmediği yönündeki sosyal gerçeklik mi bilmiyorum, oturup onu da düşünürsem artık... ki düşüneceğimi ben de biliyorum aslında ya neyse. 

işte o tezcanlılık beni korkutuyor. çünkü sinirlenince, bir an için aslında bir şeyler yapabileceğini düşünüyorsun. bu kadar dehşet verici bir şey olabilir mi? insan kendi sinirinden beslenebilir mi ya, tehlikenin farkında mısınız? hepimiz kendi içimizde birer küçük provokatör müyüz yoksa? yoksa insan denen bok, sosyalleşme denen zamazingoyu sırf sinirini çıkara dönüştürecek bir mecra olması için mi yarattı? biz baştan sosyal bir hayvan filan değildik de, öbürümüzden bir çıkarımız olabildiğini fark edince mi evrildik? sonra o çıkarı bulamayınca da sinire kestik. sonra baktık ki, sinirlenince oluyormuş. uuu beybi, koşun lan koşun, insan doğasını çözdüm. 

sinirle ilgili duygularım bunlar. "öfke, kendisine sebep olan şeyden daha tehlikelidir" ve ben buna tamamen katılıyorum. (alıntının kaynağını hatırlamıyorum, hatırlayan qızlar eqlesin.) öfkeli olunca zarar verirsin. söylediğin şeylerden ertesi gün pişman olursun - hatta değil ertesi gün, otuz saniye sonra filan da olabilirsin. kalp kırarsın. bu budur. o zaman ya öfkeyi yok etmek, ya da tamamen öfkeye boğulmak gerekir. seçim sizin, ben ikisini de yapamadığım saçma sapan bir hayat yaşıyorum. 

bela okunmasına prensip olarak karşıyım ve bu karşı oluş da ayrı bir mesele. lan adamlar patır patır öldürüyor sen kalkmış hala "bili ikimiyilim ihihi" diyorsun. işte bak mesela, bu tam bir "öfkeye boğulma" imkanı. bu adamlardan nefret etsen kimse de sana "noluyor" diyemez. fakat olmuyor. çünkü sosyalleşmenin kendi kendini yiyen akıl yürütme şekli hepimizi muhteşem birer sevgi kelebeğine dönüştürdü. "nefret etmemeliyim çünkü nefret zararlıdır ve yıkıcıdır. bunun yapıcı bir çözümü olmalı" dersin ama o çözüm asla gelmez. nefret etmeyi seçince de bu sefer kendi vicdanın tarafından öldürülürsün. yani her durumda olan sana bana oluyor. bence bunun üzerinden giden bir distopya da olmalı, illa ford illa taylor değil. gerçi "mevki uygarlığı" üretim biçimlerinden tamamen bağımsız ve çok farklı bir kitaptı, ama o da böyle değil. (bu arada mevki uygarlığı'nı okuyun ve hem bana hem de kitabı bana tavsiye eden volkan abi'ye teşekkür edin.)

ya o değil de, ben başka bir şey için gelmiştim asıl, yine sinire daldım.

insan duygularının burçla açıklanmasına ayrı hastayım. "aynı anda hem deli sinirli hem de sinir sebebinden bağımsız olarak ağır kederli olmak" dediğim zaman "ikizler burcu kadını olduğundandır" diyecek bir milyon kişi bulabilirim. belki de gerçekten ondandır, ben bir balık olarak denizin farkında değilimdir. bilmiyorum. ama daha dün erdem'e de söylemiştim, çok fazla uyaran var, nasıl "sadece tek bir şey" olabilir insan? 

ruh halimi size şöyle anlatayım:

1. öfke kısmı malum. ali ismail'in yüzünü gördükçe sinirim daha da artıyor. kendimi alamıyorum. ne kadar da güleryüzlü, sıcak bakışlı bir çocukmuş... abdocan da öyleydi. mehmet'in daha sakalları bile çıkmamış olabilir, çocukcağızın her fotoğrafı pırıl pırıl. gerçi ne olacak, sakallı olsa "haa tamam o zaman" mı diyeceğiz? saçmalığa bak. ethem ise, benden küçükmüş ama tanısam abi derdim gibi geliyor. öyle bir havası var güzel kardeşimin. insan insanı sever abi, birine öfkeleneceksen bunun bir sebebi olmalıdır. 

(bir dakika burada araya girmem gerekiyor. son cümlemde sosyal bir önkabul ve kurcalanması gereken bir felsefe var. default ayarlarımız konusunda biraz daha düşünmem lazım.) (lan "sevgi rules" diyen bir insanı ne hale getirdiğiniz pezevenkler.)

2. tüm bu öfke ve endişe, insana ister istemez varlığını sorgulatıyor. dünkü feysbuk staatüs'ümü paylaşmak istiyorum izninizle:

"insanlar ölüyor ya. hep öldüler, birileri onları hep öldürdü. insan öldürmek, biz bu dünyada var olduğumuz ilk andan beri, bir tarafa verdiği acı kadar diğer tarafa gurur verdi. insanlığın varlığı, ta en başından beri, diğerini yok etmek üzerine kuruldu.

yüz bin yıldır dünyadayız ve bu hep böyle. insanlar annelerinin ve eşlerinin koynundan alındılar. ve bununla hala gurur duyulabiliyor. insan milleti, yıl olmuş 2013, hala kazandığı savaşlarla övünüyor ve fakat savaşın kendisinin utanılacak bir şey olduğunun farkında değil. "benim sçtığım bok daha büyük" demekten hiçbir farkı yok ki bunun. 

insan olmak iğrenç bir şey ya, gerçekten. dün gece murat'la onu diyorduk, aha maydonoz da var oluyor, biz neden insan olduk ki? hayır neden yani, olduk da ne oldu? bir hamamböceği olarak dünyaya çok daha faydalı olabilirdim, en azından bu kadar zararlı olmazdım.

yaratılışçı iseniz eğer, dünyada 4 kişi varken biri diğerini öldürdü lan. kardeşti bunlar. insanlık bir cinayetle başladı. dünya nüfusunun dörtte biri katil oldu ve belki de şu an hala öyle. 

evrim hata yapmaz. tekrar yaratılışçılığa dönersek, tanrı da hata yapmaz. bence neslimizin tükenmesi için oluyor bunlar. tükensin de zaten. zaten geldiğimiz gibi içine sçtık dünyanın, şu ömrümüz bitse de gitsek."

bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.

3. yukarıdaki sorgulama halinin yanı sıra, gündemden tamamen bağımsız duygular da olabiliyor. çünkü o kadar saçma bir dünyadayız ki, bir yandan sosyal medya sağolsun sokakların içindeymiş gibi yaşayabiliyorken, öbür yandan yıllardır süregelen rutinlerimize devam ediyoruz. 

o rutinler, bize sokaklardan bağımsız olarak o kadar çok sinir ve mutsuzluk sebebi sunuyor ki. bunları anlatmanın alemi yok, günlük dertlerimizi biliyoruz zaten. e şimdi, bir yandan insanlar ölüyor ama sen zaten onlar ölmeden önce de veya ölmeseydi de hayatına tahammül edemiyordun?

abi çok çok boktan bir hal ama anlatamıyorum. benim üzüntü kaynaklarımdan biri, çok net, açık, sokaklardan bağımsız, bildiğin, hepimizin yaşadığı bir şey. biliyorsunuz, andırmayın. üstelik durduk yerde gelen cinsten. çok somut mutsuzluklarım var. geçimsiz, huysuz ve sosyalleşme sorunları olan biri olduğumu düşünüyorum. her şey çok net yani, bunun çocuklarla bir alakası yok. çalışma şeklimden hoşlanmıyorum. kendime bir hayat kurabildiğimi hala hissedemiyorum ve gelecek kaygım var. bunlar hep vardı, ali ismail yaşıyor olsaydı da olacaktı. 

ama olmuyor işte. bir yandan birine, öbür yandan öbürüne kafayı takamıyorsun. bunu muhtemelen yüz bininci söyleyişim, ama tek bir kişi olmak yani tek bir beyin ve bedenle yaşamak gerçekten çok zor. dünyaya yetmiyor.

ben basbayağı varoluş sıkıntısı çekme kafasındayım. ama ben varlığımın sıkıntısını çekeyim derken insanlar yok oluyor. hicap duyuyorum.

ama mutsuzum. "yok" olamadığım, var halimin ise pek bir anlamının olmadığını düşündüğüm için, çok mutsuzum.

4. öfke nasıl ki insanı hareket ettiriyorsa, mutsuzluk da hareketsiz kılıyor. mutsuzluğun verdiği hali pir sultan çok çok güzel özetlemiş, hep aynı şekilde izah ederim:

"ister yağmur yağsın, isterse dolu / n'idem ben ummana daldıktan sonra."

ya arkadaş ben mutsuzluğun dibindeyim, sen daha bana ne anlatıyorsun? kendim için bir şey yapabileceğimi düşünsem zaten yaparım, ama ummanın içindeyken yağmurdan bana ne abi?

bu o kadar "sıyrılmış" bir ruh hali ki. gerçekten hiçbir şey ilgini çekmiyor. yani aslında şu an bir sürü şey yapıyor gibiyim ama hepsi "kerhen." belki birinde tutturur da giderim diye ve hepsinde iğreti durarak.

bir yandan, aldığın her haberle yükselen bir sinirin var ve bu seni bir şeyler yapmaya zorluyor. ama öte yandan, seni hiçbir şey yapmamaya sevk eden ve konuyla alakasız bir kederin de var ve kımıldamanı imkansız kılıyor. yalnız burada, yukarıdaki ikinci maddeyi de düşünmenizi rica edeceğim. sinirin kaynağı tek, fakat kederin kaynağı tek değil. hem insan hem de göksun olarak, mutsuzluk için milyonlarca sebep bulabilirim.

[yukarıdaki parantezi burada da tekrarlamalıyım sanırım: (bir dakika burada araya girmem gerekiyor. son cümlemde sosyal bir önkabul ve kurcalanması gereken bir felsefe var. default ayarlarımız konusunda biraz daha düşünmem lazım.)]

ha peki bu kadar saçma sapan bir duygu sürecindeyken insan ilişkilerim nasıl gidiyor?

hiiç. yani sürekli bir yerlerde birileriyleyim ama gittiğim her yerde "kendi kendime" takılıyorum. yani insanlarla sorunumuz yok ama o kadar. buna da şükür, sinirini başkasından çıkaran biri olduğum zamanlar da oldu. 

of sıkıldım ben gidiyorum.

9 Temmuz 2013 Salı

Fuentes'ten hukuk ve din alıntıları

eskiden kitapları ders çalışır gibi okurdum, elimde kalemle. kaybetmek istemediğim ifadelerin altını çizerdim. babamdan geçen bir alışkanlık ama babam roman okumaz ki, belgesel kitaplar okur.

ondan sonra bir süre, o kısımların olduğu sayfaları not almaya başladım. en son, birkaç senedir, sayfaların kenarlarını büküyorum. güya kitapları bitirdikten sonra o sayfalara dönüp o ifadeleri not alacağım... bunu yapmam gereken kitaplar artık tek başına bir kitaplığı dolduruyor. umarım ileride bir gün "acaba bu sayfayı hangi cümle için kıvırmış" diye merak eden olur, tercihen altsoyum.

şimdi elimde, carlos fuentes'in sefer'i var. latinleri merak ettiğim için almıştım, incecik bir kitap. bana beklediğimi vermedi açıkçası, ama aralarda çok sağlam cümleler çıkıyor.

aradığımı bulamayışım, muhtemelen yanlış şeyi aramış olmamdan kaynaklanıyor. kitap çok fazla "yol hikayesi" fakat ben kendimi tartışmanın daha ağırına hazırlamıştım. baltasar bustos'un yolculuğundan çok, kitabın başında göreceksiniz zaten, o bebekler üzerinden gidileceğini düşünmüştüm.

bebek olayı da şu; romanın başında baltasar bustos, zenci bir kölenin bebeği ile (unvanını hatırlamadım şimdi) oraların ağasının bebeğini değiştiriyor. sonra da "allah'ım ben ne yaptım, bu hayatlar nasıl olacak... zenciyi kurtardım ama ya beyaz? kaldı ki zenci kurtuldu mu gerçekten? beyazın karısına da çok deli aşık oldum üstelik, of kurtar ya rabb'im..." diyor. işte benim amacım bunun hikayesini okumaktı ama baltasar'ın kendi hikayesine çok fazla daldık.

kıvırdığım sayfalar fazla değilken, bu sefer gerçekten not alayım istiyorum. henüz kitap bitmedi (yarım vapurluk işi kaldı) devam ederken yeni şeyler görürsem buraya eklerim:

*
"adaletin amacı evrensel mutluluk değildir. ödüllendirilen kişi mutlu olsun diye cezalandırılan kişi acı çeker. kural budur. ama bir ceza kuralıydı bu, tam anlamıyla özgür cenevreli rousseau'ya değil, ünlü italyan beccaria'ya uygun bir kural."

"- neden yapıyorsunuz bunları?
- çünkü sen benim deliliğimin bir parçası oldun, hiç farkına varmadan. her zaman hoş bir şeydir bu."

"- kendimi özgür hissedemiyorum, ne yalnızken ne insanlar arasında. topluma gerek duyuyorum yoksa onu özlemezdim. ama toplum içindeyken midem bulanıyor. bu gece tanık olduğumuz türden sahneleri iğrenç buluyorum.
- toplumu değiştirmek istediğin için. ama böylesi istekler çok pahalıya patlar. değiştirmek istediğin toplum sana gerek kalmayacak kadar kusursuzlaştığı zaman kendini özgür hissedersin ancak."

"tanrıya inanmak insanın hiç kaybetmeyeceği bir bahistir. tanrı varsa ben kazanırım. yoksa, zaten önemi yok."

"sen beyazsın, ben çok karayım. senin özgürlüğünün içinde benim eşitliğimin yeri yoksa, senin özgürlüğünden bana ne?"

"savaşmıyorlardı, yasa yazıyorlardı. kaleme aldıkları e yüreklerinde duyumsadıkları şey için tam anlamıyla ölecek insanlardı. onlar haklıydılar, diye yazıyordu baltasar, dorrego ile ben varela'ya. yasa gerçekliğin kendisi değil miydi? böylece yazılı olanın çemberi yazarlarının üzerine kapanıyor, onları kendi uydurma güçlerinin soylu yapıntısı içinde kıskıvrak yakalıyordu. yazılı olan gerçektir, biz de onun yazarlarıyız. ispanyol amerikasında doğmuş bir avukat için bundan daha büyük onur, daha somut bir kesinlik olabilir miydi?

sonra, arjantin'den meksika'ya kadar, sorarım sana varela, tek bir kişi var mıdır ki yüreğinde bir avukat, dışarı fırlayıp bir konuşma yapmak isteyen bir avukat barındırmasın?"

"düşünsene, biri olmadan öteki ne olurdu - ne ulus, ne tanrı. bu benim büyük acım olacaktı, bunu biliyorlardı, işte bu yüzden bana kafir dediler. beni afaroz ettiler, benden tövbe etmemi, koyun ağılına geri dönmemi istediler. ama isa bana 'anselmo, oğlum' dedi, 'rahat bir hristiyan olma; kiliseye ve krala hayatı cehennem et, çünkü onlar kuzu gibi hristiyanlara bayılıyorlar. oysa ben senin gibi ele avuca sığmaz hristiyanları severim. sorunsuz bir katolik olmakla bir şey kazanmazsın, inancın saçma olduğunu, bu yüzden de akıl değil salt inanç olduğunu bile anlamayan inançlı bir adam, bir dindar olursun.' ...

... lütfen, baltasar, her zaman bir sorun ol. rousseau'n, montesquieu'n, bütün öteki filozofların için bir sorun ol. senin ruh evinin kapısından gümrük ödemeden geçmelerine izin verme. kendi zihin karışıklığını, karmaşıklığını, ayrılıklarını, bütün doğruların biçimini bozan hayal gücünü eklemeden inancını hiçbir yöneticiye, dünyasal devlete, felsefeye, askeri ya da ekonomik güce teslim etme."  (bu arada, hayırlı ramazanlar.)
*

bir dahaki kitapta umarım tekrar görüşürüz,
göksun.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

alternatif yol hikayesi: candan erçetin'le varoluşçuluğa giriş.

bugün artık his karışıklığının dibini gördüm sanırım, yani lütfen görmüş olayım ve bundan beteri olmasın.

sabah aklımda milyon düşünceyle geldim, gündemim çok yoğundu. sonra bir feysbuk muhabbetinin laf arasında bozcaada seyahati geçti; kendimi yolculuğun beni toprak mülkiyetçiliğini düşündüren kısmını anlatırken buldum.

bu kısmı ayrıca yazmak istiyorum zaten. nitekim vatan fetişizmini yıldızlara bakarken bile kaybediyor insan, "toprak üzerinde mülkiyet iddia etmek, coğrafyayı sahip olunacak bir mal haline getirdiği için bile ayıptır." diyerek.

fakat güya bunları sonra yazacaktım. siz burada gaz yerken benim tatil yapmakta olduğum gerçeği o kadar da göze sokmamak için. bu da ayıp çünkü.

yolculuğun benim aklımdaki kodlanma şekillerinden biri de, dinlediğimiz şarkılar oldu. teoman'ın mavi kuş ile küçük kız şarkısını yeni öğrendim ki öğrenmesem iyiymiş. fazla dokundu.

derken benim için "maskeli balo" vardı bu yolda. çünkü o şarkıda söylemeyeceğim hiçbir söz yoktu ve ben de artık gemileri yakma noktasındaydım. fakat bu yakış "binicem üstüne vurucam kırbacı" şeklinde değil, "ben de mutlu olmayayım anasını satayım, benim hayatım da böyle olsun napim..." şeklinde bir vazgeçiş kararıydı. madem olmuyor, olanımıza bakalım.

ve en nihayetinde, o son candan erçetin'i dinlemeyecektik...

arabada dört kızdık. diğer arkadaşları bilemem tabii ama bu seyahat benim için çok önemliydi. şimdi bunları anlatmak geçmişi kurcalamak olur, bunu yapmak istemiyorum. ama bir kısmınız biliyorsunuz zaten, yeni ayrılmış ve artık insanlarla ilişki kurmayı beceremediğine ikna olmuş bir insanım. yani sorun sende değil, gerçekten bende ve hep öyleydi. sorun benim varoluş şeklimin kendisiyse, gemileri yakmayıp ne yapayım, ölecek halim yok. yola çıkmak zaten başlı başına bir "içe bakış" süreciyken, işte böyle bir ruh hali üzere çıkmak bambaşka bir tecrübe.

anda bize dj'lik yaparken konu candan erçetin'e geldi. aslında gayet neşeli ve hoş bir şarkıdan, bahar'dan bahsediyorduk. fakat arabada o albümün olması, o albümde de git'in ve hatta yetmez gibi ben kimim'in olması... işte onlar hiç olmadı.

candan erçetin'in bende çok farklı, çok "acayip" bir yeri var. kendisini ne zaman dinlesem, birinden ya da bir ruh halinden ayrılmakta oluyorum. her biri farklı anlara tekabül eden on beş şarkısını sayabilirim. geçen gün oturdum, "iyi de neden candan erçetin pardon?" diye düşündüm. bence sebebi gayet açık:

candan erçetin'in acı çekme şekli bana çok uyuyor. çok ağır mutsuz, ama acısını çok düzgün çekiyor. "beni terk ettin ve o yüzden kahrolman lazım" gibi bir trip atmıyor yani, aynı "ayrıldık ve bütün dünya birden yok oldu" arabeskine girmediği gibi.

acı böyle bir şey değil mi kuzum? biz "kendi kendine yaşayan" insanlar, akşam evimizde ağlayıp sabah hiçbir şey olmamış gibi işimize gelmiyor muyuz? bir ayrılık yaşadığımızda, "evet harcandım ve bu bana çok dokundu ama bu senin benimle ilgili bir şey değil. insan olmak bunun üzerine kurulu" demiyor muyuz? - gerçi ben artık demiyorum, sorunun bende olduğunu kabul ettim ama o başka. ya da siz gerçekten kendinizi hint kumaşı sanıyor musunuz? yapmayın allahaşkına.

işte bu sebeplerden, candan erçetin'in acısını çok seviyorum. çünkü çok kendi halinde, düşünen, sorgulayan, ama öte yandan da kabullenmiş bir acı şekli bu. üç gün ağlamakla geçmeyecek olan, içerlerde bir şeyleri değiştiren, diplerde hissedilen bir şekil. kendi hayatına sahip olduğu için yeterince güçlü görülen ama aslında ancak bir adamın sağlayabileceği hislere bal gibi de ihtiyacı olan kadının çektiği tür.

işte o tür, "ben kimim" şarkısındaki isyanı dibine kadar hissediyor çünkü evet böyle bir isyanı var. evet "geçimsizim bu günlerde" doğrudur, fakat "her cehalete kılıf uydurmak" benim işim değil.

yani bir yandan "git de allahaşkına, bir selama muhtaç et" ama öte yandan, "kim bakacak yüzüme, güzelmişim gibi sanki."

yakın geçmişte yazdığım başka bir metinde şöyle demişim: "o çatlak sesi, git derken bir yandan küfreder bir yandan dayanamaz gibi oluşu, ben kimim'deki "hadi lan oradan" anafikrinin sunuluşunun inanılmaz zarafeti, oyalama artık'ın "hadi canım gölge etme" der gibi dalga geçişi... "

"kendine iyi bak deme, denmez, saçma" o ayrı, ama "kandırmıyor ne gündüzüm ne gecem."

"çekilecek başa geldikçe dertler"
"vakit kaybıydı diyemem ama..."
"tek tek anlayarak hatalarımı, sevmeye çalışıyorum yalnızlığımı"
"kader oyunu değil bu, bu benim suçum"
"çok mu kalender sandınız dert anlatmayınca?
"neden sevinir insan zafer kazandığında, kazanmak neye yarar ki kaybeden olduğunda?"

görüldüğü üzere malzeme çok.

size bir canan erçetin playlist'i yapayım ama dinlemeyin. ben hiç bunları arka arkaya dinlemedim mesela. sadece, bunların birkaçının birden bulunduğu bir listeyi dinlemeyin diye uyarı maksatlı yazıyorum:

mühim değil
olmaz
parçalandım
saçma
git
gamsız hayat
meğer (bunu dinlememek yönünde bir prensip kararım var.)
sitem (yüksek sesle dinleyin.)
onlar yanlış biliyor
söz vermiştin bana
neden (listenin zayıf halkası bu bence. didaktik şarkılardan o kadar hoşlanmıyorum.)
ben kimim
oyalama artık
kim
umrumda değil
daha

bir de teoman'dan bonus track: 

"yalancıyımdır biraz ama bana inan
sarhoşken hep çok sahiciyim
yine fazla içmiştim bu akşam da
coşmuş kalbim, of nal gibiyim
sağır, kör, dilsiz görünür kalbim
ama bil, ben aslında iyi biriyim

bilirim, çok kirlidir aşk sicilim
sadakat konusunda pek iddialı değilim
ama bu kez farklı olsun diye
sen denersen, ben de denerim"

bu şarkı, bir kadın olarak bana bu kadar dokunmamalıydı. çünkü bizdeki "kirlilik" bir başarı hikayesi olmuyor. her bir süreçten, bir öncekinden çok daha ağır etkilenmiş olarak çıkıyorsun ve bir süre sonra artık kendine dair olumlu hislerin kaybolmaya başlıyor.

yani aslında özümde iyi biriyim, tanısanız seversiniz ama önce buna kendimi inandırmam lazım. o da şu kafayla zor. hadi bakalım hayırlısı.

öperims,
göksun.



1 Temmuz 2013 Pazartesi

"Nerdesin aşkım?"

Selam,

Bir aydır sokaktayız, fakat ben hiçbir sokak gecesinden sonra bu sabahki kadar neşeli ve umutlu kalkmamıştım. Tabii bunda konuyla alakasız bir sürü şeyin etkisi de olabilir ama ben sebebini "ipnelerde" aramayı tercih ediyorum. Çok tatlısınız lan. (Sabah metrobüse kendi kendime "Her yer ibne her yer ibne ay! Ayol!" diye tempo tutarak yürüdüm, en son "Tayyip kaç kaç kaç, ibneler geliyor!" diyordum. )

Düzgün insanlar olarak, zaten bu direnişten önce de eşcinsellere çamur atacak halimiz yoktu. Fakat bir kısmımızın, onlarla direkt teması da yoktu - veya vardı ama bilmiyorduk. Mesela ben hiç onur yürüyüşüne katılmamıştım. Ayıbetmişim.

Hani bir ara Gezi iyice karnaval gibi olmuştu ya, polis bir şey yapmamıştı da kalabalık kalabalık oturmuştuk. İşte o gecelerden birinde, Taksim'den eve dönmeye çalışırken arkada konuşan birini duydum. "Bildiğimiz" erkek sesiyle, birine (telefonda olsa gerekti çünkü başka ses gelmiyordu) şöyle diyordu:

- Ya şimdi direniş filan çıktı ya, çok güzel buralar. El ele tutuşuyoruz mesela, kimse dönüp bakmıyor bile.

Bu cümleyi "normal" bir ilişki için duymazsınız herhalde. Neyse sesin sahibi yanımdan geçip gitti ve el ele iki adam olarak yürüdüklerini gördüm. Boylu poslu, saçlı sakallı kocaman adamlar. Dış görünüş aslında gayet eril. Bunun sebebini kendilerine sormadım, faka eril görünmeye "bizim yüzümüzden" ihtiyaç duyduklarını düşündüm. Bu sizce de çok acı değil mi, iki insan, yani aslında milyonlarca insan, bırakın kendi istedikleri gibi görünmeyi, sevdikleri insanla el ele yürümeyi bile kazanım sayıyorlar. Senin benim yüzümüzden.

Neyse efendim, geldik dünkü yürüyüşe.

Anda'yla saat 5'te oradaydık. Kalabalığın tümünü algılayacak imkanımız olmadı, zaten algılayamazmışız. Tünel'den meydana kadar ulaşmış diyorlar.

Çantamda rozetle geziyorum,
kısmetim kapanırsa sebebimsiniz ibneler :(
Çok güzel insanlar vardı. Çok yakışıklı erkekler ve çok güzel kadınlar. Hetero olup sevgilisi veya eşiyle birlikte yürüyenler. Evladı trans olanlar. Herkes ya herkes. Birini sevmek için ille "net kadın" ya da "net erkek" olmak gerekmediğinin farkında olanlar. Bu netlik takıntısı ne allaşkına ya ahah çok saçma. Sosyal ilişkisinde bir dediği diğerini tutmayan milyarlarca insanla birlikte yaşıyoruz, ama birine "ibne" demek küfür oluyor. Ne alakası var arkadaşım, ibne dediğin adam ibnedir ve bu bellidir, senin sözüne güvenilmez olmanla adamın hemcinsinden hoşlanmasının ne alakası var? Sen hayatındaki gerizekalı Kamil'in saçma dönekliklerine "ama o benim erkeğim!" diye eyvallah et, sonra gel benim Kamil Abla'ma ibne diyerek küfrettiğini san. Hadi lan or'dan gerizekalı.

Yalnız bu direniş, insanların tıynetini çok çok çok güzel ortaya çıkardı. Mesela Lice konusu tam bir dangalak turnusoluydu. Daha iki gün önce Ethem için sokakta hep birlikte değil miydik biz canlar? Daha yeni, birkaç saat önce, "Yahu hala polisin eline taş geldi diyorlar arkadaş, nasıl insansınız ya!" diye beraber söylenmiyor muyduk? Daha yeni, "Polise karanfil attık yine terörist olduk ya la! Hay ben senin medya gibi..." demiyor muyduk? Hepimiz, beraber?

E ne oldu hacı? Lice'deki insan değil mi?

Efendim devlet karakol yaparken oradakilere mi soracakmış. Sana mı sorsun gerizekalı, tabii ki oradakilere soracak. Ki zaten sormasın çünkü yapmayacak. BDP'yi başta Gezi bağlamında olmak üzere çok ağır eleştiririm o ayrı mevzu ama, Gültan Kışanak güzel konuşmuş geçen gün, "Karakol yapmak nedir; barış sürecini bitirdiyseniz delikanlı gibi söyleyin, bitirmediyseniz de sahip çıkın" demiş. Keza Selahattin Demirtaş da, "altyapısı bile olmayan bir yere kalekol yapılmasını" eleştirmiş. Bu söylemleri yanlış bulan varsa kendisine  ceza veriyorum, tahtaya yüz kere "benim algı sorunlarım var" yazsın.

Net olmadı kusura bakmayın.
Mesela Sözcü gazetesi, direniş boyunca en ateşli eylemci (!) kendisi değilmiş gibi, bu olayda direkt devletçiliğe büründü. Annem çok yanlış anlamışsın sen yalnız, Gezi olayı devlet için değil devlet olduğu için yapılan bir şeydi. Ahah maalesef öyle insanlar tanıyorum ki, kalkıp "Hah işte biliyorduk sizin devlet karşıtı olduğunuzu!" diyecekler var. Hayır değiliz güzel kardeşim, biz devlete değil devletin bize düşman olmasına karşıyız. Ha "devletin hiç olmadığı bir dünya hayali" diyorsan, o bambaşka bir fantazi ama gel bunu Kadıköy'de rakı içerken konuşalım.

Neyse ya ben başka bir şey diyecektim aslında ama ulusalcılara laf ederken konu uzadı gitti. Turnusolden devam ediyorum.

İşte insanlar arasındaki farkı ortaya koyan ikinci bir unsur da, trans yürüyüşleri oldu. Sen kalk daha 3-5 gün önce Taksim'de polis döv, sonra "Ya ipne yürüşüne gelmiyim ben, bi gören olur..." Gören olsun zaten lan, gören olsun da insan sansın.

Ya da açık açık "ben sosyalistim" dedikten sonra "eşcinsellik ahlaksızlık!" demeyi kendine yakıştır.

Veya bir Kürt olarak acı çekmek sanki senin tekelindeymiş gibi davranmak suretiyle, bu yürüyüşü ciddiye bile alma. Cümleten tebrikler.

Hani koridorda'da yazdığım şeylerde hep diyorum ya, ben Tayyip'i değil Tayyip'i hala sevenleri anlamıyorum diye. İşte bu konuda da homoseksüellere önyargılı olanı değil, kendine aydın bir sıfat yakıştırıp da homofobisini hala aşamamış olanları anlamıyorum. Arkadaş kimse hülooğ teyzeden öyle bir algı beklemiyor zaten, ama sen, 2013 yılının okuması yazması olan insanısın, üstelik karşı çıkma ve direnme kültürünü geliştirmeye açık olduğunu da gösterdin, bu ayrımcılık ne ya?

Hayır bir de ortada siyasi talep filan da yok. Bu insanların istediği, sokakta sevgilisiyle el ele yürüyebilmek lan. Bu yani. Anadilde eğitim, savunma hakkının engellenmemesi, işkencenin önlenmesi, sayılabilecek iki milyon tane talebin hiçbiri yok. Tek denen, "ben varım ve bunu kabul et - ki ben de artık gizlenmek zorunda kalmayayım."

Bir de insanların kendisine "elalemin götünden bana ne lan acaba?" diye sormaları gerekmiyor mu sizce de? Ahahshahs tek derdiniz bu mu kaldı olm sizin, ne pembe hayatlarınız varmış la çok özendim.

Şimdi siz neden kaçıyorsunuz bu ipnelerden, sizin namusunuza (!) göz diker diye mi? Yani başkası dikmez, tüm ömrünüz boyunca karşınıza çıkan milyonlarca karşı cins size zinhar kötü gözle bakmayacak, ama metrobüste hasbelkader yan yana durduğunuz trans arkadaşım sizi görür görmez "Aha kesin bunun ırzına geçmeliyim" mi diyecek? Öyle bir şey diyecek olsa neden sizi seçsin ayol, metrobüste başka insan mı yok?

Bence sizin asıl derdiniz, kendinizi nimetten saymak. Tabii bunu söyleyemediğiniz için de pisliği translara atıyorsunuz. "Bakılmayı o kadar hak ediyorum ki, erkekler benim kıymetimi bilmiyor ama bu lezbiyen kesin bana yazacaktır." Aaaayh tuzlayım da kokma.

"Erkeklerden hoşlandığına göre benden hoşlanmaması için hiçbir sebep yok." Eheh ne oldu annem, peşinden koştuğun kızlar seni iplemedi mi?

Ha bir heteronun diğer cinsle ilgilenen bir transtan neden kaçtığını ise zaten anlayamam. Bir de çocuklarını kaçırıyorlar, çocuklar da homofobik büyüyor. Bakın şunu anlayabilirim, yaşadığımız dünyada çocuğunuzun homoseksüel olmamasını istemeniz çok normal. Acı çekiyorlar çünkü, mutsuzlar, itiliyorlar, sürekli gizleniyorlar. Kimse çocuğu için bunu istemez, eyvallah. Fakat sizin büyük kısmınızdaki "çocuğu uzak tutma" davranışının sebebi bu değil. Ahlaki kaygılar. Ne var lan ne var, senin çocuğun kendi türünden bir insanı sevmekten başka ne yapmış, birini mi öldürmüş, hırsızlık mı yapmış, tecavüz mü etmiş, hangi ahlaksızlığı yapıp hangi suçu işlemiş? (Cihan Ceylan karikatüründeki avukat gibi oldum ama öyle yani ne yapayım)

Yazının başından beri söyleyeceğim, unutuyorum... Dünkü yürüyüş dahil, transların konu edildiği pek çok yerde dikkatimi çeken bir şey var. Eşcinsellik ve bunun ayıp olmadığı, genelde erkekler üzerinden değerlendiriliyor. Askere gitmemek, arka uzuvlar, erkeklerin öpüşmesi filan... Hatta aranızda öyyyle tarifsiz andavallar var ki, "Lezbiyenlik sorun değil ya, her erkeğin bir lezbiyen fantazisi vardır neticede" diyebiliyorlar.

Abi insan mısınız ya? Bu nasıl bir söylem ya? Birinin cinsel kimliğini sen nasıl bir zevk unsuru olarak görebiliyorsun, sapık pezevenk.

Cinsiyetçiliğe karşı olmak, sadece kadın-erkek üzerinden değerlendirilebilecek bir şey midir? Cinsiyetin türlerini sen mi belirliyorsun? Benim kadınlığımı erkekliğimi test mi edeceksin? Kimsin lan sen?

Hayır öyle değil. Sen ister tercih de ister yönelim, ister hastalık olarak kabul et ister özür, nasıl nitelersen nitele, sonuçta bu insanlar "var." Yok edemezsin çünkü var. Cinsiyetçiliği sırf kadın-erkek üzerinden değerlendireceksek, ne yapalım transları yok mu sayalım? Gaz odalarına mı kapatalım? Napak kanka?

Görüştüğüm çok fazla insan yok zaten, onların arasında da -bildiğim kadarıyla- eşcinsel yok. Olsaydı eğer, size daha doğrudan bilgi verebilirdim. Mesela lezbiyenler hakkında ne anlatılabilir bilmiyorum. Yani erkek eşcinsellerin daha çok konu edilmesi bir yandan anlaşılır görünüyor, çünkü "erkek Fatma" olmak bizim buralarda o kadar da kötü bir şey değil. Fakat neticede, lezbiyenler de istemedikleri bir bedenin içindeler ve bıktıkları hayatlar yaşıyorlar. Sorun değil mi bu yani sizce?

O kadar yazının anafikri şudur ki, insanın cinsiyeti olmaz arkadaşlar. Cinsiyetçiliğe karşı çıkarken bile unutuyoruz bunu, lütfen unutmayalım. Hep beraber direnek ayol!


ideolojik gökkuşağı :)