30 Eylül 2013 Pazartesi

"benden çok mu sevdin?"

ya günlerdir kafamı tutamıyorum, oturup iki satır yazabilecek kadar dahi. her şey birer cümle olarak gelip geçiyor. siz bunu kelime anlamıyla aldınız ve doğruydu da, ama başıma gelenler de öyle hep.

bir yerde mi okumuştum, belgeselde mi izlemiştim artık her neyse, büyük kedilerin (aslan filan yani) rüyaları kesik kesik sahneler şeklinde olurmuş. işte benim kafam ve hayatım da öyle. her şey kesik kesik, devamı gelen tek şey iş stresi. bir atlatmadık şu seçim sürecini. işin fenası, tamam seçim süreç vesaire bunlar önemli şeyler tabii de, canımı en çok bizim başkanın keyifsizliği sıkıyor.

kahkaha atarken ağladım biraz önce ya la.

hayır bunun neresi acayip açıkçası onu da anlamış değilim. bu bana zaten hiçbir zaman acayip gelmedi, çünkü çocukken de böyleydim. fakat acayip gelmemesinin sebebini, saf bir şekilde, aynı anda iki şeyi birden düşününce iki farklı tepki vermenin çok mantıklı olması şeklinde açıklıyordum. bu kadar kolay ve mantıklı yani. ağlarken bir karikatür görüp gülebilirsin, bunda ne var ki? değil mi?

ama öyle değilmiş. yani evet öyleymiş, ama olay sadece o değilmiş.

meğer acı çekmek komik bir şeymiş.

kendinize bir yabancıymış gibi bakınca her şey çok komik gelmiyor mu? acı çekiyorsun lan, sanki dünya çok da matah bir şeymiş gibi. hayatında biri olunca her şey çok güzel olacakmış, evde hazır yemek bulacakmışsın, biri senin yorgunluğunu dert edecekmiş gibi. bunlar iki gün olursa üçüncü gün de olacakmış gibi.

bir şeyler özlemek çok saçma. sanki kavuşacakmışsın gibi.

o kadar mutlu olduğun hiçbir anın sonu gelmemiş gibi.

abi hayat çok komik, hepimiz bir coen filminin içinde yaşıyoruz.

acı çekmek ne ya ahahashahh çok salakça. ama çekiyorsun.

"ah allah'ım benden çok mu sevdin..."

allah'ın herhangi bir şeyi insandan daha çok sevmesi ne kadar mümkün olabilir? sevgi, ihtiyaçtan ve boşluktandır. tanrı'nın böyle bir hisse kapılması çok saçma değil mi? (insandan daha çok derken, insanı değil insanın sevdiğinden daha çok.)

ona bakarsan, tanrı'ya herhangi bir his atfetmek komple sıkıntılı oluyor. korkamayacağı kesin zaten, gerçi şeytan'la iddiaya girebilmiş bir tanrı'dan söz ediyoruz. iddia varsa ego vardır. ego varsa gerisi gelir zaten. merhamet desek? hep olduğu iddia edilen? ahah koskoca kainatla uğraşan bir merhameti nasıl anlamlandırabileceğimi bilmiyorum. okyanusta bir damla kadar bile değiliz, tanrı'nın merhametini istemek biraz abes değil mi? gerçi düşününce, belki öyle düşünmemizi istediği için böyle davranıyor olabilir. bilemiyorum bir gün tanrı olursam olay yerinden bildiririm.

bu arada aslında yeri filan gelmedi ama hazır tanrı demişken şeyapayım; bugün çok ergenekoncu gördüm kendisini. konu havva'dan açıldı, öğrendik ki tamam kadıncağız gerçekten de bir kemiktenmiş ama o kemik kimin belli değil. adem'in kaburgası meselesi diğer dinlerde geçen bir şeymiş. tamam aldık kabul ettik, derken benim aklım lilith'e gitti. ona bakındım biraz. sonra beynimde bir kısa devre oldu, lan dedim, bu lilith eşit yaratılmış bir kadın değil mi? ama bak isyancı oluyor, kocasını istemiyor ve hatta, bebek seri katilliğine bağlıyor meseleyi. bu hikaye sizce de çok "art niyetli" değil mi? tanrı "bak eşit yaratınca böyle oldu, ben de kemikten yürüyeyim dedim napalım..." demek istiyor gibi değil mi? abi ama olmaz bu ya, mitolojii bu şekilde oluşturmak tarifsiz bir kötü niyet ya. bir de feminist milleti sevmiyor mu bu lilith'i, hepsi gerizekalı.

lan bilinçaltımıza işlenmek istenene bakın alo! salak mısınız bacım afedersin!

bu tanrı meselesini geçen alper canıgüz'le konuştum - ama kendisinin bundan haberi yok. alper'in yani. zaten haber verebilecek olsam kendisine alper bey derdim zira tanışmıyoruz. ama benim birer olric olmasa da anlık hayali karakterlerim vardır hep, geçenlerde de alper geldi sağolsun. metrobüste beni elimde oğullar ve rencide ruhlar'la görmüş, yanıma oturdu. mecidiyeköy'e kadar lafladık. konu nasıl olduysa tanrı inancına geldi, inanıp inanmadığımı sordu. ben de klasik cevabımı verdim, inanıyorum çünkü bu bir meydan okuma ve ben meydan okumayı severim. nasıl yani dedi, inanmayı seviyorum işte dedim, anlamaya çalışmak hoşuma gidiyor. yani dedi, seninki bir şeyin gerçek olup olmadığını sorgulamaksızın kendi seçtiğin bir inanç mı dedi. evet dedim, zaten bir şeye inanmanın mantığı da bu değil mi? kendini iyi ve nispeten güvende hissetmek.

aslında sohbetin devamı, tanrı'ya iman etmek ve ona inanmak arasındaki fark üzerinden gelişti ama ben şimdi farklı bir yola gideceğim. çünkü tanrı'yı aradan çıkarıp salt "inanmak" olarak baktığında hayata, evet lan, tam da söylediğim gibi. mantığı, kendini iyi ve nispeten güvende hissetmek.

yani aslında matematiksel veya fiziksel bir gerçekliğe ihtiyacın yok, inanmak için. neden olsun ki?

işte bak, acı çekmek çok komik. kendini istediğin herhangi bir şeye inandırabilirsin, neden yalnız olmasaydın mutlu olacağın gibi bir inanca kapılıyorsun ki? çok saçma. işte hep bir yerlerden öğreniyoruz bunları.

dün yaşar güvenir'i keşfettim, bilmediğim için utandım kendimden. sonra özlem bana "çaresizim" şarkısını öğreterek aslında dimağıma yeni bir intihar modeli kazandırmış oldu. şu an şarkı loop'ta, muhtemelen onuncu dinleyişim filan - aha on bir başladı.

"of allah'ım benden çok mu sevdin"

işte her şey bununla başladı.

hayır, benden fazla sevmiş olmanın imkanı yok. gerçi kimden bahsediyorsam. böyle olunca insanlar benim belirli birine kafayı taktığımı düşünecek ki ben de öyle düşünürdüm başkası için. ama yok öyle değil. ben genel olarak, birini sevme fikrini seviyorum. böyle de hasta bir insanım yani. ama sevilmekte bir şey yok ki, biri seni seviyorsa zaten bunun için hiçbir şey yapmamış olman gerekir. normal, her zaman nasıl davranıyorsan öyle davranmış olmalısın. aksi takdirde sana yöneldiği düşünülen hissin aslında seninle alakası olmaz. yani birine iyi-kötü bir şey hissettirmek inanılmaz kolay bir şey, tabii gerçek bir hissin peşindeysen. olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol, bu kadar.

ama sevmek öyle değil. ha deyince olmuyor, olunca da bu artık her şeyin yoluna girdiği anlamına gelmiyor. işte bak, sevmek de bir meydan okuma, tam bana göre.

şarkı tekrar başladı.

evde rakı var aslında da ı ıh, yazarken içmek istemiyorum. bak mesela kıymalı semizotu ve makarna eşliğinde rakı içmek de komik bir şey.

yeter bu kadar acıktım ben.

adam nasıl sevmiş arkadaş, bu nasıl derin yaşanan bir acıdır yarabbim. "of allah'ım benden çok mu sevdin..."

mümkün değil.

21 Eylül 2013 Cumartesi

"benden adam olur mu?"


şimdi siz geyik yapıyorum sanacaksınız ama vallahi ciddiyim, aklın tuvalette gelmesi diye bir şey vallahi var. bana hep olur. eğer bu gerçekten "türklerin" başına gelen bir şeyse, tam olarak bilmediğim - çünkü pek merak etmediğim- etnik kökenim böylece çözümlenmiş oluyor. dibime kadar türk'üm arkadaşlar.

bu sabah malum mekanda iki aydınlanma birden yaşadım. biri direkt özlem'le ilgiliydi ve konuyu kendisine aktardım zaten, diğeri ise daha bir sıkıntılı, daha bir varoluşçu. tam kendimden beklediğim gibi. ahir ömrümde, tanımadığım biriyle bir odada hiç konuşmadan öyle "mal mal" oturmak isteyeceksem, bu yalnız ve ancak sartre olabilir. belki zweig da olur ama o plase. bu arada, böyle entel kuntel konuşuyorum diye beni bu iki insanın külliyatlarını okumuş filan sanmayın ha, birer kitaplarını okudum sadece. ama yetti. özlem'le konuşmak gibi yani, fazlasına gerek yok, herkes her şeyi anlamış oluyor.

dört gündür ankara'daydım, salı sabaha karşı "akşam döneriz yeaa" diye gittiğim şehirden cuma gecesi döndüm. keyfi değildi, iş içindi. fiziksel olarak değilse de manen zor bir dört gün oldu. neyse konu o değil.

evimi, evimi derken kendime ait dünyayı ok-kadar özlemiştim ki, eve gelir gelmez çantamı bırakıp özlem'e koştum. oğuzhan da vardı, zeki müren'e filan bağladık doğal olarak. neyse sabah uyandık işte, uyanır uyanmaz duyduğum ilk şey: mazhar alanson - benim hala umudum var. özlem bize bu şarkıyı uygun gördü.

başladım ağlamaya... ulan dedim, bu şarkı ilk çıktığında lisedeydim ve "benden adam olur mu" diye mırıldanıyordum, şu an bir doktora adayıyım ve aynı soruyu hala soruyorum. adam olmak için vakit mi kaldı, olacağını oldun artık. daha neyi sorguluyorsun?

sonra, tekrar ulan dedim, 15 yaşında hayatı anladığını sanan gerizekalılar diye bir kalıp var ama, bizim o yaşta anladığımız doğru olmasın? yoksa ben aynı şarkıyı 12 sene sonra nasıl hala aynı hislerle dinliyor olabilirdim? ki 40-52 gibi bir 12 yıldan değil, 17-29 arasından bahsediyorum. okullar, hayatlar, arkadaşlar, adamlar değişiyor. hayatımızın en radikal değişikliklerinin olduğu bir zaman aralığı. buna rağmen ben hala aynı noktadaysam ve etrafımdaki herkes öyleyse, neden 15 yaşındaki algımızı bu kadar küçümsüyoruz?

yalnız aynı nokta deyince lütfen bana "ben aynı noktada diilim taam mı, bana tapan 3 çocuğum ve 36 beden mükemmel eşim var" diye gelmeyin. başka bir şeyden bahsediyorum. arayışın bitmemesi halinden.

şimdi bakın size çok matematiksel anlatayım.

1/3 ile 100/300 farklı şeyler midir? hayır.
okyanustan bir bardak su alırsak, okyanusun ve bardaktaki suyun yoğunluğu farklı olur mu? hayır.
acının birimi olmaz ama ifade etmek açısından varmış gibi düşünelim; en fazla 10 birim acı çekmiş birinin 5'le sınanmasıyla, 100 birimi bilen birinin 50'yle baş etmesi farklı mıdır? hayır.

işte bunu söylüyorum. 15 yaşındayken 1'dik, bir bardak suyduk ve 5'le uğraşıyorduk. sonra "işlem hacmimiz" arttı, birler 100, bardak okyanus ve 5 de 50 oldu. olan bundan ibaret. yani bizim o yeni gelişen hayat tecrübemiz ve algımız, aslında son derece doğruydu. fakat biz büyüyünce, bizim yerimize pelin'le çıkan adama ağlamayı çocukça bulduk.

e ablacım gerizekalı mısın, şimdi niye ağlıyorsun? yine seni değil pelin'i seçti diye değil mi? sadece bu sefer yan sınıfta okumuyor da başka bir şirkette çalışıyor. (not: pelin derken, öyle bir şarkı var diye dedim. bağzı can'lar şeyolmasın :) )

efendim hoca 68'e iki puan daha vermemiş de teşekkürü kaçırmışız... şimdi de zam peşinde koşuyoruz.

ilayda'nın yeni ayakkabıları çok şıkmış ama kendisininkiler çok eskimiş, annesi de yenisini almıyormuş. özenme hissimiz aynen devam etmiyor mi, kredi kartımızı ödeyemediğimizden. belki artık iş arkadaşımızın ayakkabısına değil de, iyi bir evde oturmaya, tatile gitmeye, okunacak kitaplara ya da belki hala ayakkabıya... özenmek tam gaz devam şu hayatta.

artık okyanustayız, o yüzden küçük bir göldeyken hissettiklerimiz çok çocukça geliyor. ama değil. 15 yaşındaki birinden, senin ev geçindirme derdini anlamasını bekleyemezsin. çünkü onun olayı o değil. çocukcağızın bildiği tek şey, harçlık yetiştirmek. yetişmediği zaman annesinden isteyecek ve alacak belki, yani o yetiştirmeyi bile tam bilemeyebilir. çünkü onun işlem hacmi o kadardır. ama çocuk kalkıp "param yok" diye ağlıyorsa, o hissin seninkinden zerre farkı yok. onun arkadaşının çantasına bakarken düşündüğüyle, senin uçak bileti ararken aklında gezenler inan ki hiç farklı değil.

işte o yüzden, bir şarkıyla ergenliğe geçmek hala mümkün. çünkü o biten bir süreç değil.

ergenlik, "farkına varma" süreci. çocukluktan çıkıp dünyayla yüzleşmeye başlayınca afallıyorsun. bir de tabii tipin de yamuluyor iyice, hayat bayağı zor yani aslında. fakat bizim yüzleştiğimiz şeyler sona ermiyor ki hiçbir zaman. sadece artık onları yıllardır biliyor oluyoruz. geçeceğini öğrenmiş, önümüze bakmaya alışmış hale geliyoruz. ama üzüntüsü değişmiyor.

15 yaşın tek sıkıntısı, hayatın devam etmeyeceğini sanmamız. ben "bu hep böyle olacak" kısmına katılıyorum, evet hep öyle olacak çünkü oluyor. kendimden biliyorum. talepler, beklentiler ve kırıklıklar bitmeyecek. ergen arkadaşlar üzülmesin ama hayat böyle bir şey. ama işte, o hayat "konpile" devam ediyor, güzellikleriyle de. bunun farkında olunamadığı için, yaşamak o dönemde çok zor. ki bu da çok normal, genç arkadaş daha sonrasını öngörebilecek durumda değil ki kendini iyi hissetsin.

hayat devam ediyor. tamam ben o şarkıyla hala ağlıyor olabilirim, ama hiç olmazsa çocukluk hayalim olan mesleğe kavuşmuş ve moda'ya yerleşmiş durumdayım. okuyacak kitabım, izleyecek filmim, konuşacak dostum ve içilecek rakım var. hamdolsun.

demek ki ben de böyle "olmuşum." evet başka yollar da mümkündü, ama ben böyle bir insanmışım ki yolun sonu buraya çıkmış. çok farklı hayatlar hayal edebilirim, kendimi çok güzel yerlerde düşleyip bunalıma girebilirim ve giriyorum da. ama "oralarda" olabilecek olsam olurdum, demek ki olunmuyormuş. napalım.

şu saatten sonra bunu sorgulamak gerçekten anlamsız.

"bu fırtına durulur mu, benden adam olur mu..."

o fırtına durulmayacak güzel kardeşim, sen onun içine doğmuşsun çünkü. ha senden adam olur mu kısmına gelince, bence olmuş zaten. adamlık böyle bir şeyse demek ki...

öps,
göksun.

5 Eylül 2013 Perşembe

hadi dışarı çık...

selam,

vaktiyle neler yazmışım da müsvedde olarak kalmış diye bakarken, gördüm ki "outdoor" konusuna bir giriş yapmışım. devamını getireyim dedim.

hayatımda spor yapmış insan değilim, kalkıp "outdoor sporlarla ilgileniyorum" diyebilecek durumda hiç değilim. kendisine kanyon yürüyüşü süsü verilmiş bir trekking'e katıldım, uludağ'a çıktım, en son geçenlerde harmanköy'de kaya tırmanışı yaptık, birkaç defa da boulderistanbul'a gittim. şimdilik bu kadar. ekim ayı başında ılgaz düşünüyoruz, sonrası da kış zaten.

bu iş gerçekten hoşuma gitti. kışın yapmayı en azından bu sene düşünmüyorum fakat seneye kadar ne olur, gözüm ne kadar kararır, malzemeyi ne kadar ayarlayabilirim bilemiyorum. "katiyen uğraşmam" noktasında değilim yani, yeterli motivasyon ve bütçeyle neden olmasın.

şimdi, ucundan dahi başlamamış olanlar için, bu işler nasıl işler diyerek bir anlatalım...

1. fiziksel uygunluk meselesi

hafiflik faydalı ama savrulmasak iyiydi.
benim her zaman "iyi de bu işler için fazla çelimsizim ben, olmaz yani, hatta beceremem" gibi endişelerim olmuştur. hala da var açıkçası, tam geçmedi. fakat faaliyetlerde görüyorum ki, "küçük ebatlılık" gerçekten çok işe yarayan bir şey. adımını yukarı atabiliyorsun, kolay çekilip tutuluyorsun, dengeyi bulmak da daha rahat oluyor filan. yalnız 49 kilo da olmamak lazım, kaya tırmanışı ve ip inişinde rüzgar çok savuruyor o zaman. inerken sırt çantasıyla indim, ı ıh, yine de sağlı sollu dağıldım iyice. arasını bulmak gerek.

denge, bir solak olarak benim için biraz daha "çalışma gerektiren" bir konu. ne alaka diyenlere hemen açıklayayım. dengeli basmak için, senden öncekilerin bıraktığı izi arıyorsun. ya da sağlam bir çıkıntı girinti filan. fakat, o güzelim adım izleri sağ ayak tarafından bırakılmış oluyor. yürüyüşlerde birkaç kere, "orası sağlam tamam da sağda kalıyor, ben şu an solu atacak noktadayım" diye düşündüm. ama sağı atınca da oluyormuş. kimi zaman adeta bir "balerin edasıyla" ilerledim, çapraz çapraz. komik görüntülerdi.

başlangıçta hızlı yol alamamak gayet normal, işte bunlar hep kondisyon. büyürsem geçecek kısmetse.

2. malzeme

of işte en içinden çıkılmaz nokta burası. sürekli alınıyor efendim durduramıyoruz.

ilk faaliyet sulusepken bir günübirlik yürüyüştü, o yüzden malzemeye birden yüklenmem gerekmedi. bir ayakkabıyla çıktım işin içinden. malzeme çok anladığım bir şey değildir, gittim atlas outdoor'a sordum. ama zaten benim ayak numaramdan tek bir tane olduğu için, o tek karrimor'u aldım. bu arada ayak numarası derken, aslında bir numara büyüğünüzü almanız gerekiyor. çünkü ayağınıza çorap diye geçireceğiniz şey, bildiğiniz yorgan parçası.

önemli olan ayakkabının kaymaz tabanlı olması ve kullandığı membran. "garotex"denen ama aslında "gortex" okunan şey, o membranın kendisi değil markası. yani başka marka bir ürün de kullanılmış olabilir, önemli olan ayakkabının su geçirmeyip buhar çıkarması. bunlar fiyat fiyat, ben henüz yeni başladığım için birkaç yüz liralık veya kış dağcılığına yönelik şeylere bakmadım. peşin 160 liraya bitirdim ayakkabı işini. gayetten de memnunum.

lakin bu işler tek ayakkabıyla olmuyor maalesef. tırmanışa da girecekseniz, onun ayakkabısı ayrı. "friction" denen bir şey geçiriliyor ayağa - fakat aslında frikşın diye bir kelime yok, bu tamamen bizimkilerin uydurması. dışarıda buna normal "climbing shoes" deniyormuş. neremizden uydurmuşsak demek ki.

en temel malzeme kırmızı oje tabiysi.
bu ayakkabı son derece rahatsız, asap bozucu, ayak ezici, acayip sinir bir şey. ayağınızın eğik durması gerekiyor çünkü. yani eğer o ayakkabıya annncak girebiliyorsanız, hiç endişelenmeyin, doğru yerdesiniz. sadece tırmanış anında giyileceği için istemezseniz almayın, boulder'da kiralayın ya da faaliyetlerde otlakçılık yapın. fakat ayak bu, her kaba girmez. ben aldım, millet marka, çok tavsiye edildi. bu işle uğraşan birkaç arkadaşta daha gördüm aynısını, demek ki iyi etmişim. o da peşin 160 lira, beşiktaş adrenalin'den.

kask çok hayati. belki faaliyet hayatınız boyunca hiç ihtiyacınız olmayacak, ama yine de çok hayati. düştüğünüz takdirde sizi felçten koruyacak başka bir şey yok çünkü. fakat bu kask piyasası çok şerefsiz. aletin öneminden dolayı, fiyatları bence fazla yüksek. çadır alabileceğin paraya kask alıyorsun. adamlar resmen korkuyu sömürüyor. gittik sömürüldük, ne yapalım... 150 lira da oraya gitti. camp marka, o da atlas'tan.

benim aldıklarım henüz bunlar, fakat mat, uyku tulumu, çadır, çanta ve baton da gerekiyor. çadır genelde kamptaki birilerinde fazladan oluyor fakat insanlara bağımlı kalmamak için mutlaka almak lazım. diğerlerini de şimdiye kadar ödünç hallettim ama ılgaz'dan önce onları da tedarik etmeliyim. henüz piyasasına hakim olmamakla birlikte, bu işleri decathlon'dan halletmek niyetindeyim.

aslında decathlon tavsiye edilen bir yer değil. malzemecilerin bim'i dedi bir arkadaş orası için, kimdi hatırlamıyorum. fakat benim seviyem için yeterli bence, ağrı'ya ve kışın gittiğim yok henüz. param yok ne yapayım allah allah.

bu malzemelerin kalitesi bir yana, ağırlığı ve boyutu da son derece önemli. çantada kapladığı yer ve taşımanın gerektirdiği enerji sizi ağlatmamalı. dediğim gibi, o işe henüz tam girmedim, girince söylerim.

bu arada, kampı sırtta taşıyacağınız süre aslında saatler filan değil. gözünüzde öyle canlandırmayın. kamp yerine kadar olan yürüyüşte çantanız ya araçla ya da hayvanla taşınıyor zaten. uygun yere gelince kampı kuruyorsunuz, zirveye küçük "zirve çantalarınızla" devam ediyorsunuz. yani aslında iki sırt çantası lazım, biri kamp diğeri zirve için. oldu mu sana birkaç yüz lira daha? onu da henüz almadım, alınca söylerim. ha bu arada, ben tabii daha önce ağır çanta filan da taşımadığım için, belden de çıtçıtlamanın bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. çok çok çok önemliymiş. alacağınız çantanın bel bağlantısına dikkat edin. sırt yükünüz inanılmaz azalıyor.

bağladım canımı halatın teline.
ip kemer vs. işlerine şimdilik girmeyeceğim, alışveriş listemde yoklar. sönmez hoca sağolsun eksik bırakmıyor o tür malzememizi. ama şu bir gerçek, canınız gerçekten bir ipe bağlanmış oluyor. elinizde halat değil, aslında hayatınızı tutuyorsunuz. o yüzden, özellikle tırmanış ve iniş malzemelerinin önemini tarife imkan yok. çünkü kötü malzemenin ya da başarısız atılan düğümün telafisi yok. ya hayattasın ya ölü. bu kadar.

kılık kıyafet olarak şimdilik bir şeye gerek duymadım. fakat çabuk kuruyan kıyafetlere ihtiyacınız var. eşofmanla gitmeyin. polarsız kalmayın. yaz günü demeyin, montsuz uzun kollusuz gezmeyin. dağlarda oluyorsunuz, plajda değil. ona göre gidin. bir de, pantolonun içine bir şey giymeniz gerekirse bu kilotlu çorap olmasın, çok dalga geçiyorlar.

3. yeme içme, ortam, olaylar olaylar

ahahaha ay bu konu çok alem. ya da bizim grup insan değil.

kazandere'ye anda'yla gitmiştik. henüz kimseyi tanımıyoruz, zaten faaliyet günübirlik, aklımıza karpuz kabuğu düşmüş değil. efendi gibi aldık sandviçlerimizi koyduk çantamıza, öyle gittik.

uludağ'da ise, yemek işi ulaş ve cumhur sağolsun bir kademe (!) daha ilerledi. kamp öncesi gittiğimiz markette artık neleri ne kadar aldıysak, sabahın 4.30'unda mıhlama yiyorduk. cumhur yaptı. önceki akşam da patlıcan salatası yemiştik mesela.

neyse işin geyik kısmı bir yana, zirve çantanızda bol bol snickers olmalı. kuru üzüm, kuru incir, bol bol su filan, bunlar önemli şeyler.

hahayt türk kahvesiz faaliyet mi olurmuş ayol.
harmanköy'e gelince, orası dağ faaliyeti olmadığından, allah ne verdiyse içildi. her birimiz meyhanede on ayyaş gücünde performans sergiledik. bunun outdoor'culukla bir ilgisi yok tabii, olay tamamen fatih'in azmettirmesi. ama bilin yani, ortam öyle bir ortam. madem şehirden ve mantıklı kaygılardan çıkıyoruz, tam çıkalım.

her şey pis, çünkü temizlenemiyorsun. her şey herkesin, çünkü zaten birer tane var. her şey ortak, çünkü yaptığın şey hep beraber hayatta kalmaya çalışmak. sizli bizli, seninli benimli, kayıtlı kuyutlu bir ortam yok yani. aynı insanlarla şehirde takılsan, bacağına değdiğinde bile pardon dersin. fakat dağda, aynı insanı kıçından tutup yukarı itiyorsun. çünkü gereken bu.

bir de, işin -her zamanki gibi- "varlığa yönelik" kısmına gelince, dağ başının verdiği his çok başka. ister arkadaşınızla gidin ister sevgilinizle, o kişi size manen destektir eyvallah, fakat düşmenizi o engelleyemez. dengenizi kaybettiğinizde yanınızda olacaktır, ama olmayabilir ve zaten dengenizi kaybetmemenizi sağlayamaz. bunu siz kendiniz yapacaksınız.

zaten hiçbir zaman yardımsız kalmıyorsunuz. düşecek ya da dayanamayacak gibi olduğunuzda, kıçınızda o eli hissediveriyorsunuz derhal. kazandere'de anda öndeydi ben tek başıma yürüdüm, ama tek bir an yardımsız kalmadım. uludağ'da artık "beni burada bırakın abi, öldürsen devam edemem artık" dediğim her an, murat geldi tuttu elimi. harmanköy'de "gerçekten devam edemeyeceğim, indir artık" diye yalvarırken, beni havada tutan kendi iradem değil ulya'ydı. ve becerdim.

kısacası, hem bir ağaç gibi tek ve hür, hem de bir orman gibi kardeşçesine yaşamanın nasıl olduğunu görmek için bile dağa gitmeye değer. gerçekten değer. "o şey" şehirde olmuyor çünkü.

4. tamam da neler yaptık oralarda?

kazandere, kanyon geçişi olacaktı ama başlangıç seviyesinde kaldı. kanyonun bir kısmını (muhtemelen ancak yarısını) suyun içinden yürüyüp, yolun kalan kısmında karadan devam ettik. kaç saatti hatırlamıyorum ama öyle sabaha karşı çıkıp eve gece dönmeli bir durum yok yani; dediğim gibi, sulu bir trekking olarak düşünülebilir. tek yapmanız gereken, yanınıza kuru yedek kıyafet almak. çünkü yer yer yüzmeniz gerekebiliyor, öyle bilek seviyesindeki suyla gitmiyorsunuz hep. içinize mayonuzu giyin, hatta mümkünse mayoyla yürüyün zaten. eğer kurunuz yanınızda olacaksa, fakat çantanız su geçiriyorsa, çantaya sıkı bir poşet içinde koyabilirsiniz.

yaş 5.
uludağ yoluna cumartesi sabah çıktık. öğleden sonra artık kampımızı kurmuştuk. gece biraz yürüyüş, biraz yemek, bolca geyik derken erken yattık. sabah 4'te kalkıp 5'te yürüyüşe başladık. 9.30'ta filan zirvedeydik. zirve defterimizi imzaladık her birimiz, fotoğraf goygoy filan derken inişe geçtik. akşam evlerimizdeydik.

temmuz sonunda gittik ama çok soğuktu. pantolonun içine mutlaka gir şeyler giyilmeli. polarla tişört arasında bir uzun kollu daha olmalı. uyku tulumu sıcak tutmalı. başa geçirecek bir şeyler mutlaka olmalı, buff gibi. baton lazım bu tür işlerde, eksikliğini gerçekten hissettim. bazen dayanacak bir şeye ihtiyacın oluyor ve kalakalıyorsun.

harmanköy'de öyle saatli maatli işimiz yoktu zaten, gündüz kayalarda takılmaya gece olunca ateşin başında içmeye gitmişiz. cuma gittik, öğleden sonra kampa yerleşip biraz kayada takıldık. cumartesi pazar da yine, o rotada tırman, bu rotada debelen, yukarı çık iple in, sonra tekrar çık tekrar in, falan filan. dönüşte harmankaya kanyonu'na da ucundan şöyle bir uğradık, üstümüz başımızla giriverdik o suyun içine, şahaneydi. artık mevsimi geçti ama seneye temmuzda filan çok gözüm var o kanyonda. gerçi kazandere de fena değilmiş, biz acemiyiz diye az bir kısmını yürümüşüz. o halde seneye önce kazandere'ye bir bakayım, harmankaya'yı boyumun ölçüsüne göre düşüneyim. hadi bakalım.

5. hoca ve rehber


bu kazandere. sulu trekking.
saydığım üç yere de sönmez hoca'yla gittim. sadece kazandere'de, rehber olarak başkası da vardı. sağolsun, basmadığımız yeri kalmadı adamın. kolunu bacağını yol yaptı resmen, başka türlü geçemezdim ben zaten.

hoca ise, sizin o hayata bağlanacağınız ipleri düğümleyen ve size hayatta kalma güvenini veren insan. çok net söyleyeyim, hocadan tedirgin oluyorsanız gitmeyin. hiç düşünmeyin bile. olmaz o iş. belki on numara insandır siz kuruntu yapıyorsunuzdur, ama olsun, yine de gitmeyin. o güvensizlikle olmaz çünkü, burnunuzdan gelir. insan hiç o riski alır mı ayol?
bu ise harmankaya. kanyon gibi kanyon.

mesela ben inişlerimden birinde gerçekten çok fazla korktum, beni sönmez hoca sakinleştirdi. önce emniyetimi halletti, hadi bak şurada güvendeyken bir kendini bırak, sonra hadi bir adım, hadi şimdi biraz gevşet, hoop bak havadasın... korkum geçince bu sefer ben kendim gittim yanına, "ben bir daha inmek istiyorum" diyerek. çok güzel çünkü.

*
söylemediğim bir şey kaldı mı bilmiyorum. başlamadan önce merak ettiklerim bunlardı ve haliyle, başladıktan sonra da ilk algıladıklarım bunlar oldu.

çok sevdim, eğlendim, keyiflendim ve mutlu oldum. bence siz de bir deneyin, tanısanız seversiniz.

öperim,
göksun.




4 Eylül 2013 Çarşamba

rakı içen uzaylı

yaaahu ben "aman ayol buna da alışırlar bir gün" diyerek konuyu kapatmaya çalıştıkça, her yerden bi "rakı içen kadın" muhabbeti çıkıyor.

ben evde veya yalnız içmem tamam mı. çünkü alkol muhabbetle giden bir şeydir. fakat dün akşam canım çok evde olmak istedi, ama rakı içmek de istedi, ben de ilk defa kalktım kendime sofra yaptım. az cacık, az beyaz peynir, yeşil zeytin, şalgam ve rakı. karşımda da "la môme." konuya geçmeden şunu söylemeliyim ki, izlemiş olmaktan çok ağır keyif aldığım bir film oldu bu. hikayenin kendisi, anlatanı ve anlatılış şeklinin her biri birbirinden güzeldi. zaten marion cotillard'ı her zaman aşırı güzel bulmuşumdur. lafı uzattığımın farkında olarak eklememe lütfen izin verin, marion abla'yı aşırı güzel buluşumun sebebi aslında öyle olmayışı. uğraşılarak oluşturulmuş ve yapaylık hissi veren bir yüzü yok onun. ulaşılmaz bir yerde değil. ve işte asıl o yüzden eşsiz.

sabah evden çıkmaya hazırlanırken kendimle dalga geçtim, "ahah ev akşamcısı da oldun hadi hayırlısı olsun" diyerek. derken aklım bu rakı içen kadının yüceltilmesi konusuna gitti. tam unuttum derken, baktım ki twitter'da yine öyle bir şeyler geçti önümden. eeeh dedim, rakı içmeyi sizden öğrenecek deyiliz!

şimdi efendim, biliyorsunuz kadın rakı içince, meğer içinde ne fırtınalar olup bitiyormuş, çok ağır abla oluyormuş, bir gülümsemesiyle dünyaları satıyormuş falan filan. bu tip bir yazı var, can yücel'e atfediliyor ama aslı astarı var mı bilmiyorum. ekşi sözlük'te ilgili başlıkta iki milyon tane entry var filan. şöyle sağlamdır böyle bir şeydir...

abi siz manyak mısınız?

olaya iki farklı cepheden bakılmasını rica edeceğim. ilk cephe, sizin rakı içen kadın konseptini bu kadar abartarak hatta daha doğrusu böyle bir konsept yaratarak, rakının içini bizzat kendi elinizle boşaltıyor olmanız.

siz buna bu kadar anlam yükleyince, kadın milleti rakı içtiği zaman kendini direkt o ağır ablalığa yakıştırıyor. birden bire çok delikanlı, çok sağlam, çok "dünyayı bitirmiş" bir halde görüyor kendini. fakat aynı gece, sevgilisine "o kızı sil!" diye atarlanan da yine bu insan. ama siz bunu görmüyorsunuz. neden? rakı içiyor. üff slak yhaa :/

ikincisi, siz kadınları neden hala kendinizden bu kadar farklı görüyorsunuz kuzum? hasta mısınız ya, adamı delirtmeyin. rakı içen adamın bir olayı yok da kadının mı var? kadın ancak kişiliğini "belirli bir olgunluğa" taşıyabildiğinde mi içebiliyor bu rakıyı? o olgunluk da errrkek olmak mı?

ooo ne kadar acayipler gerçekten.
evet rakı içmek kadınlar için sosyal bir aşamadır, ama bunun aşama niteliği tamamen kadının sosyal hayata hala gerektiği kadar katılamıyor olmasından kaynaklanmaktadır. kadıköy'den konuşmak kolay, siz hiç çorum'da meyhanede arkadaşlarıyla demlenen genç, bekar ve yalnız bir kadın gördünüz mü? hadi onu bırakın, sokakta sigara içmek bile bizim için nispeten yeni değil mi? sevgilimiz veya kocamız olmayan
erkeklerle kurduğumuz ilişkiler, çalışma hayatına girişimiz, kendi işimizin patronu olmamız, babaya sormadan kendi hayatımızı kurmamız... bunlar hep bizim için yeni olan şeyler. rakı da bunlardan biri. ben kendi ofisimi açınca arkamda elli hikaye olmuyor da iki yudum rakı içince mi oluyor?

sizin dünyanıza giriyor olmamızı neden bu kadar haberleştiriyorsunuz? bence kendinizi farklı görmek hoşunuza gidiyor. kadınlar ise, ulaştıkları şeyi ne kadar büyütürlerse kendilerini o kadar zafer kazanmış hissedeceklerinden, sizin bu ayrıştırmacılığınızı zevkle besliyorlar. elbette ki farklı olmalısınız ki rakı içmek onun için bir başarı haline gelsin.

yani kadınlara da ayrı kızıyorum. ablacım sen bu rakıyı "konsept olsun" diye mi içiyorsun afedersin? erkek gibi oldum diyorsun ama, bok mu var öyle olmakta, uğruna ağladığın adama benzemekle övünülür mü ya?

özetle, bırakın abicim, içen de benim içmeyen de. bunu ağır abla olmak, elimde kadehle görünmek, derinliğimi sergilemek, cool takılmak için filan yapmıyorum. canım istiyor. seviyorum. masasını muhabbetini özlüyorum. rakının bir kültür unsuru olduğunu düşünüyorum ve aynı kültürün parçası olmak beni mutlu ediyor. ben rakıyı bu yüzden içiyorum, siz benim kaşıma gözüme bakıp kırk anlam çıkarın diye değil. rakı içerken tamamen "olduğum gibi" görünüyorum, senin bu görünüşe nasıl bir anlam yüklediğin umrumda olmuyor. olmamalı da zaten.

rakı içen erkek neyse, kadın da odur canlarım. hepimiz insanız, hepimiz benzer hayatlar yaşıyoruz, hepimiz aynı rakıyı içiyoruz. bunu sizin içmeniz gayet normal olurken bizimki olmuyorsa, sorun bende değil sende.

okey?

2 Eylül 2013 Pazartesi

baktım ki umduğumdan iyi geçmiş yaz. öptüm, göksun.

duygusal olmak, hemen herkes tarafından sulugözlükle ve zayıflıkla ilişkilendirilen bir şey. sanılıyor ki, duygusal insan aman hadi bir şey olsun da ağlayayım, o zaman derhal depresyona gireyim, ooo beybi bunalım çok güzel gelsene filan diye yaşıyor. yoo dostum o öyle değil. çünkü duygu o kadar çeşitli bir şeydir ki, hangisinin peşinden gideceğin hiç belli olmaz.

duygusal olmayı, o anki ruh haline uygun davranmak olarak anlıyorum ben. gördüğünüz gibi, tutarlılık takıntım yine devrede.

bu duygu, elbette ki son derece güçlü bir sevecenlik veya aşk olabileceği gibi, yine aynı şiddette korku ve öfke de olabilir. belki de öyle bir iş yapıyorsunuzdur ki hissettiğiniz şey, "ruhu geçeyim sana bir şey olmasın" diyerek takılmaktan ibarettir. bunlar hayatımızda olan şeyler hep.

fakat insan evladı saçmalamaya o kadar meyilli ki, bu son duygusuzluk hali senin insanlıktan çıkmış olduğun şeklinde değerlendiriliyor. ne alakası var arkadaşım, bu bir ruh halidir ve ruh da insana dairdir.

saçmalamanın şimdilik iki şeklini bulabildim, hemen birini aktarıvereyim. mesela "yok yok bu kesin olayı kafasında çok büyüttü, olmadık beklentiler içine girdi, ben en iyisi buna ayar vereyim." sizce de bu yaklaşım, aslında içten içe kendisini büyütmek isteyen birine ait gibi değil mi? ya ben seni niye büyüteyim, kimsin ki senden ne bekleyeyim, ne alakası var? sen bana sordun mu neyi nasıl anladığımı? o an nasıl hissediyorsam o hissin peşindeyim ki bunda da seni ilgilendiren bir şey yok. olur da benim içimdeki sana dokunmaya başlarsa bunu o zaman konuşuruz. bu nasıl bir kendini büyütmek, nasıl bir karşındakini gerizekalı yerine koymaktır?

diğer şekli ise, kendini büyütmek gibi naif bir terbiyesizlik değil, karşındakine saygısızlık yapma hakkın bulunduğuna dair tarifsiz bir şerefsizlik içeriyor. "madem arada beklenti yok, o zaman istediğim gibi davranabilirim." iyi de hacı, sen sokaktaki insana bile istediğin gibi davranamazken, hayatına bir ucundan girmesine izin verdiğin birine nasıl öyle yaparsın? dünyanın en saçma şeyi değil mi bu? git istediğin yerde istediğin gibi davran, ama benim gözümün önündeki iğrençleşmenin bir açıklaması olabilir mi?

saygı ve bağlılık birbirinden çok farklı şeyler, bunların ayrılamıyor olmasını gerçekten anlayamıyorum. mesela hayatında bir daha görmeyeceğin insana bağlılık göstermen elbette ki beklenemez, fakat bu durum bulunduğunuz ortamda ona saygısızlık etmeni de meşru kılmaz. haksız mıyım? aksinin kabulü, herkesin her an sadece kendisini öne almasını doğurur ki o zaman da zaten sosyallikten ve dolayısıyla insanlıktan bahsedemeyiz. madem sosyal hayvanlarız, bunun bazı gerekleri ve sonuçları var.

işte bu yaz, benim insan çocuğundaki muhtelif egosal tutarsızlıklarla ve hislerle çok fazla karşılaştığım bir yazdı.

bir kısmını zaten geçen yazılardan birinde anlatmıştım; çok karışık bir mevsim geçiriyorum. gezi'yle başlayıp ayrılmakla devam eden, bunalımla süslenip rakı masalarında kahkahalanan, dağlarda gezip kayalardan tırmanan bir yaz geçirdim. çok karışıktı her şey, kendi hızımdan başım döndü - ama şimdi anlatmayayım çünkü konu bu değil.

insanla çok fazla haşır neşir olunca, çok fazla şey görüyor ve hissediyorsun. zaten o yüzden, çok gezenin ampirik bilgisi çok okuyandan çok daha fazla oluyor. hayatın kendisi ampirik çünkü, kitap bana bunu yalnızca teorisini verebilir. hem okuyup hem gezeyim deyince de işte böyle kafayı yiyorsun.

neyse diyordum ki, bu kadar insan bana "aşırı doz" gelmişse demek ki, dün kamptayken kendimi düşünüp "çok fazla hissediyorum ben ya" diye dertlendim. bu his, yukarıda da söylediğim gibi, çağrıştırdığı üzere bir bunalım içermiyor aslında. sadece, içinde bulunduğum ruh haline çok fazla giriyorum ama işte o hal her zaman düzgün anlaşılmıyor. anlaşılmayıp terbiyesizlikle karşılaşınca da canım sıkılıyor. sonra olaylar olaylar.

arkadaşlarımı kendimden ayırmıyorum, onların hissedeceklerini düşündüğüm her şey direkt bana geçiyor. olduğu gibi. anda korkuyor, kalp krizini ben geçiriyorum. özlem ağlıyor, onun bunalımına ben giriyorum. diğeri saçma sapan sebeplerle bana bağırıyor, işte o iş biraz fena, onun sinirini üzerime alıp ben de bağırıyorum. ama sonra "üç gün sonra bu beni neden harcadığını anlayacaktır" diye, bu sefer onun müstakbel üzüntüsünü hoop kendime geçirip yalnızlığıyla empati kuruyorum. fazla hissetmenin bir veçhesi olarak, benim için sıkıntılı bir durum. çünkü hissetmek, direkt olarak empatiyi getiriyor ve bu sefer artık senin olmuş o hissi bırakıp yanındakiyle ilgilenmenin derdine düşüyorsun.

sonra diyelim ki bunlar yanlış şeyler yapıyorlar ama bunun farkında değiller, o zaman da "ben şimdi ne yapacağım" hissini çok fazla yaşıyorum. çünkü tüm vaktimi bu insanlarla birlikte geçiriyorum ve yapacağım şey, aslında direkt benim kendi hayatıma müdahale anlamına geliyor. beni en çok yoran his bu mesela, allah beterinden saklasın.

birilerinin hayatında bulunmak istiyorum, ama o zaman başkasını üzeceğim gerçeğiyle yüzleşip bu sefer hiç tanımadığım - ya da belki tanıdığım o insanın üzüntüsünü hissediyorum. ağır geliyor.

bunlar sadece örnek. bu yaz çok fazla şey hissettim. mesela kafamın çok karıştığı da oldu, "tamam sen her şeyi geri alıp baştan başlayalım diyorsun ama bu ne kadar mümkün" diye. doğa sporuna başladım ucundan, doğada ne kadar tek ve hür fakat bir o kadar da kardeşçesine olunduğunu gördüm. bu benim gündelik hayatımı da çok etkiledi. çok gezdim, içtim ve okudum. her bir adım, yudum ve satırda aklım biraz daha açıldı.

çok fazla insan, çok fazla his demek. ve ben o hislerin her birini duyuyorum.

sonra bu kez, tüm o his modelleri üzerinde saatlerce düşünüp kendi varlığımı sorguluyorum.

bu kimi zaman benim için alçaltıcı oluyor, ama olsun, hayat böyle bir şey.

o zaman şu kadehi bitireyim de yenisini içeyim.

öptüm, göksun.