31 Ekim 2013 Perşembe

bağladım canımı eteğimdeki taşlara

selam,

çok gidik, çok asabi ama bir o kadar da tatlı, tam acı çekmelik kafam var. asahdfhahgha içtim mi nedir ayol, yoo, tamamen beyinde laktik asit birikmesi. dün ders çalışırken sütlü alkol içmeyecektim. bu arada laktik asit kafasıyla geçmişimiz var, şurada anmıştım kendisini: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2013/08/baslksz.html

bugünkü varoluş paradoksumuz, bir eczacı hanımla şükrü'nün ortak yapımı. bugünlerde bizim oda çok karışık ve kalabalık, eczacıların sgk protokolü yapma zamanları geldi. eczacının biri de gelmiş kalabalıktan dertleniyor. efendim ayın 8'ine kadar vakit varken neden burası bu kadar kalabalıkmış... "eczacı hanım yalnız siz de bugün gelmişsiniz, onu nasıl yapalım?" diyemedim tabii. "eczacı hanım ne yapabiliriz, herkes geldi işte, kovalım mı?" demekle yetindim. efendiliğimden öleceğim bir gün.

neyse işte ben feysbuk'ta twitter'da atarlandım biraz filan. diyalog ise şöyle gelişti:

- benimle kavga edilmez dostum, dövemediğimi umursamayarak dağıtırım. (bir köşede sessizce ağladı :/ )
- yazık yeaa :p olsun kavga kötüdür zaten :d
- valla öyle diye diye eteğimizdeki taşlarla ölücez, ben ona yanıyorum. (oha dur ben bunu uzun yazıyim. varoluşçu mode on.)

eveet, zeki müren playlist'imizi de açtığımıza göre, yaşasın düşünerek yaşlanmak!

benzemez mi kimse bana? herkes mi o kadar tutuyor o taşları? yazık ayol.

bir gün, deniz kenarında yürürken, o taşlar eteğimize o kadar ağır gelecek ki dengemizi kaybedip dibi boylayacağız.

veya rakıya öyle bir düşeceğiz ki, biz taşları döküp bitirene kadar içtiğimizde boğulmuş olacağız.

belki şaraptan olacak o deniz, "şarap iyidir kan yapar" diyerek avunacağız fakat bu sefer, iç kanamadan devrileceğiz.

o halde taş biriktirmeyelim biz, geleni savuradularım derken, kırdığımız camların hesabını veremeyeceğiz.

veya öyle hafifleyeceğiz ki, kuş gibi olup artık kendimizi bu "ağır dünyadan" görmeyeceğiz.

peki ne olacak bu taşlar?

ölmek isteyip bir türlü ölmeyecek miyiz?

belki insanların boyu yaşlanınca bu yüzden kısalıyordur. halterci gibi düşünün yani, ağırlık kaldırdıkça içeri göçüyorsun. aslında kemik erimesi de yok mesela, işte onlar hep taş taşımaktan. kemik yorgunluğu. metal bile yorulurken, bizim kemiklerimiz 70 yıl nasıl dayanabilirdi?

bana en acı haber kiminle olduğun değil yalnız. onu bi konuşalım yeri gelmişken.

eteğinden düşmüş olmak.

bir yandan yük olmamak hoşuma gider, bari beni düşünme. ama acaba seni, beni unutmandan rahatsız olmayacak kadar umursamayan bir kafaya kavuştum mu gerçekten; yoksa bunu şovalyelik adına mı söylüyorum? ahah bence cevabı biliyoruz.

ama ben kendi egomu buradan da çıkarırım. mesela şu çok güzel bir soru değil mi, acaba seni unutmayarak sana mı, yoksa aslında kendi geçmişime yani doğrudan kendime mi saygı gösteriyorum?

hahayt, naber, kendini sevmeye kararlı bir göksun'un önünde kimse duramaz. bir taş yığını bile.

bu arada eteğinden düşüyorduk en son ya konu dağıldı. evet bak beni üzer bu. bilirsin unutulmak dokunur ya her insana.

ama unutulmak da değil bu tam ya. çünkü kafa unutmaz aslında. her çektiğin acıdan sonra sen artık başka birisin, hatırlasan da hatırlamasan da. yeni alışkanlıkların ve huyların var artık. yeni bir bakışın var. yani bir kaya olarak değilsem de, solunmuş toz zerreleri olarak ben senin içindeyim aslında. ben dediğime bakma, bu hepimiz için geçerli, sen de varlığını benim nefronlarımda sürdürüyor olabilirsin mesela. belki öyle bir çekmişimdir ki seni içime orada kalasın diye, belimin arkasında küçük zerreler halinde duruyor olabilirsin. belki elimi belime o yüzden bu kadar çok atıyorumdur.

yani o taş orada duruyor, hep duracak. peki nasıl düşer ki acaba? onu bilemiyorum. belki hipnoz? beyni noktasızlaştırmak? ki o bile tam olmuyor biliyoruz ki. belki onun orada durduğunu kabullenip ona göre yaşamak, en doğrusu. ki ben hep bunu yapmışımdır, yani zaten kesinlikle en doğrusu. mesela gözlerin doğacak gecelerime, en azından bir süre. ne yapayım, selam verip geri yatacağım. bu iş böyle diyerek. john nash de öyle iyileşmemiş miydi, "evet biliyorum siz maddesel gerçekler değilsiniz ama yine de seviyorum ulan" diyerek? keşke onu te en baştan yapsaydı adamcağız ya, çok acı çekti yazık. karısına duble yazık. az mı ağladı.

peki şimdi o zaman, taşları eritmezsek zaten sıkıntı var eyvallah da, neticede bunlardan arınmak mümkün değil ya hani... bunlar birikip birikip içimizi tamamen kapladığında ne oluyor?

tamamen taş mı kesiliyoruz?

belki buna direndiğimiz için ölüyoruz? ecel dediğimiz bu aslında yani?

kemiklerimiz dayanmaz oluyor. belki aklımız gidiyor. gözümüz görmeyi, kulağımız duymayı reddetmeye başlıyor. çünkü gerçekten artık yeter.

en nihayetinde, geliyor adam tepemize oturuyor, bak dostum diyor, bugüne kadar iyi direndin ama artık seninle uğraşamayacağım, doluyorum orağı boynuna...

direnmeyip ne yapacağız ki? fenafillah garantiliyse o işe de girebilirim bak. ama söz isterim. kiramı faturalarımı kredi kartımı ödeyecekseniz, kitaplarımı okuyup makalelerimi yazacaksanız ben varım beyler. denerim yani, varamasak da yolunda ölürüz.

veya öyle sarhoş olmalıyız da bir an seni mi unutmalıyız? "bir an" unutmak gerçekten iyi bir şey, insana kendini iyi hissettiriyor. ama ben komple unutsam üzülürüm ya, vallahi üzülürüm. bakma çok allah kitap çektim ama ne bileyim, yaşamış olmayı seviyorum ben ya. oha yalnız, yaşamayı değil de yaşamış olmayı sevmek? içselleşmiş bıkkınlık mı demeliyim buna, bu nedir bu?

ama yaşamış olmayı sevmek, bir yönüyle de yaşamı sürdürmeyi gerektirmiyor mu? yaşayayım ki yaşamış olmayı seveyim değil mi? ahshahsha olm ben gerçekten seviyorum kendimi ya, çok eğleniyorum lan bu paradokslarımla. nitekim bunu da yazmıştım aha o da şurada: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2013/10/neyse-ki-paradoks-diye-bir-sey-var.html

bu arada en çok kendime atıf yaptığımın farkında mısınız? her konuda önceden yazmış ve her şeyi önceden söylemiş olduğumun? çok mu yalnızım be atam? yoo değilim aslında, hatta sosyallikten bokum bile çıkıyor. fakat işte insan içinde böyle kasamıyorsun. bunları konuşacağım bir özlem var, onunla da konuşmama gerek yok ashahahah paradoks gibi paradoks kardeşim tebrikler.

bu arada diyor ki, "ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım." iyi bari kalbinde bulmuşsun, ya o imgeyi kurmaktan dahi aciz olsaydın? ya kuracağın bir hayalin bile olmasaydı? düşündün mü hiç?

"haddi canım daha neler" demeyin abi var öyle insanlar. zira "talebin neyse osun sen" demiş büyüklerimiz, sen o güzel insansın ki imgelerindeki o güzelliğin peşindesin. ya aslında "imgelemindeki o güzellik" diyecektim de o kelime de çok ılık geldi ya. kusura bakmayın.

artık benim kalkmam lazım çünkü yazmazsam değil tuvalete gitmezsem öleceğim. biraz da orada sıkıntı çekeyim, çünkü benim her defasında kafam açılır. tuvalet değil agora meyhanesi mübarek, orada yaşanıyor varoluşun en divanesi, en şahanesi. kesin bilgi.

öps,
göksun.



27 Ekim 2013 Pazar

paradoksla uğraşmayı bre göksun, oyun mu sandın?

"insan hiçbir zaman inancını tam olarak yitirmez." diye karşılık verdi marki. "içinde hep bir kuşku kalır."
aşk ve öbür cinler, 2013 baskısı, sayfa 88.

son günlerde bir huy edindim, hissetmecilik oynuyorum. dinlediğim şarkının içine girip, nasıl bir sürecin sonunda ve hangi duygularla yazılmış olduğunu bulmaya çalışıyorum. uygun "kafayı" bulunca da direkt olarak oraya gidip onu yaşıyorum. mesela en son dün "biliyorsun bir zamanlar, seni ne çok seviyordum" şarkısını yaşadım. bunun için aldatılmış olmam gerekmiyordu; zaten gerekseydi empati diye bir kavram keşfedilmiş olmazdı. gerçi bu son dediğim empatinin keşif olduğu önkabulüne dayandığı için bozuk bir ifade oldu. ama şimdi buradaki bozukluğu izah etmeye halim yok.

benzer bir şey kitaplar için de sözkonusu. kitap dediğin de 3-5 dakikalık bir şey olmadığı için, okuduğum sürece o evrende yaşıyorum. bazen bir olayı düşünürken "iyi de o yaşanmış değil okunmuş bir şey" dediğim oluyor. seviyorum böyle biri olmayı, kendinize küçük küçük evrenler yaratıp bir süreliğine orada kalabiliyorsunuz. kaldı ki, yaşamadığı bir şeyi hissetmek bence muazzam bir süper güç. bu konuda tevazu sahibi olamayacağım.

bu kitapta, karakterlerden hangi biri olacağımı şaşırdım. okurken adeta çoklu kişilik yaşıyorum - bundan şikayetçi olduğum sanılmasın. yalnız bu karakterlerden bahsetmeyeceğim ve bu yazının kitapla hiçbir alakası olmayacak; sadece son oyunumdan bahsetmek istediğim için konuyu oradan başlattım.

yine de şu kadarını söyleyebilirim ki, sanırım en çok marki'ye bürünmüş haldeyim. henüz kitabı bitirmediğim için kesin konuşmayayım ama en çok onun içine girebildiğimi düşünüyorum. örneğin bu cümlesi beni çok ağır tavladı.

bunu hep düşünmüşümdür, biz neden kavramları "tersinden" almıyoruz hiç? geçen gün muhafazakarlık için söylemiştim hatta, neden hep "milli değer muhafazası" oluyor bunun konusu, kendi yaşam tarzımı ve gelişim sürecimi muhafaza etmek istiyor olamaz mıyım?

bildiğimiz tek şeyin hiçbir şey bilmediğimiz olması paradoksunu nasıl çözüyoruz?

eğer her şeyden şüphe ediyorsam, şüphe etmenin doğruluğundan neden etmeyeyim?

tam da bu yüzden, dünyayı düşünmek çok anlamsız - anlamsız olduğu için de son derece keyif verici - eğer benim gibi bir anlam arama bağımlısıysanız.

düşünsene, emin olabileceğin hiçbir şey yok ve sen bunun içinde bir yerlere tutunmaya çalışıyorsun. tutunduğunu sanıp kendini bıraktığında tekrar aşağı düştüğünde ise, kendini dünyaya saldırarak rahatlatmaya çalışıyorsun. fakat dünya böyle şeylerin kaygısını taşımaz ki. ona o anlamı sen yüklersin. dünya bir mühendislik harikasıdır, mekanik ve toplumsal. her şey kollektif olarak kurulur ama sen bu kollektivizmin içinde tek başına yaşar ve istatistiklerde "bir" olursun.

işte bu tekinsizlik içinde, seni bir yere tutunduran tek faktör o yere olan inancındır. öyle ki, sen "ben tutunmayacağım" diye bir ilke kararı aldığında dahi, aslında o ilkeye tutunmuş ve öyle yapacağına inanmış olursun.

yani bundan kaçamıyoruz. ama inanç meselesine ağır anlamlar yüklemek de çok uygun değil bence; burada varlığını yoluna adamak gibi bir maneviyat değil, somut bir ikna olma hali de sözkonusu olabilir. zira ikna olmak da inancın bir görünme şekli.

insan bunun üzerine yaşıyor bence. inancını kaybettiğinde dahi, tekrar inanmayacağına inanmış oluyorsun. bunun sonu yok.

peki bir şeye inanmayacağına inanmak, hayatı anlamsız kılar mı?

benim için hayır. yani şimdilik öyle düşünüyorum, umarım geçmez.

çünkü ben düşündüğüm şeyin teyidini alarak yaşayan biriyim. bu belki bir karakter zayıflığı olarak düşünülebilir fakat ben daha çok oyun gibi görüyorum. içeride zaten her zaman birden fazla kişi var; bunlar da sürekli çift kale maç halindeler. "bence bu iş böyle olur" deyip kendimi olayları doğal akışında izlemeye bırakıyorum, skor hanesi de sürekli güncelleniyor. kendi içinde eğlenceli bir hayatım var, bakmayın ağladığıma.

"dur bakalım..." diye izlemekte olduğum hangi iş nasıl sonuçlanacak bilmiyorum. kendimden alıntı yapacak olursam, "kendi hayatını dizi izler gibi izleyince, bir sonraki bölümü heyecanla bekliyorsun."

işte o yüzden, inanmasam da mutluyum ya, bu bana yetiyor.