chaplin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
chaplin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2013 Perşembe

Distopya: Emeğin "farkında olan" kurgu.

Selam,

Aklımın en "güzel" çalıştığı zamanlar, uyanmakla metrobüse ulaşmak arasında geçen süreç. Uyandığım andan itibaren garip bir kafam oluyor, Huxley'nin Algı Kapıları'nı andıran garip aydınlanmalar yaşıyorum.

Dün Mete'yle konuşurken, emekle distopya/bilimkurgu arasındaki ilişkiyi anlatamadığımı ve bunu hiçbir yere de yazmamış olduğumu fark edip dehşete düştüm. İşte bu sabah, hangi eseri nereye nasıl bağlarım diye vahiy üstüne vahiy aldığım bir sabahtı.

Konuya giriş yapmak adına; önce bu soruya nasıl geldiğimi anlatayım. Bilimkurguya ilk merak salışım, İstanbul Hukuk'ta ikinci sınıftayken "robot hukukunu" sorgulamamla başladı. Bir gün robotlar gündelik hayatımıza girdiğinde, eşya hukukuna mı tabi olacaktı yoksa Roma'daki kölelik sistemine geri mi dönecektik? Robotların iradesi olmaz diye kabul ediyorduk ama, hem Roma kölelerinin iradeleri de yok sayılıyordu, hem de robotların ilelebet iradesiz olacağını nereden biliyorduk?

Açıkçası o zamanlar bu sadece aklıma gelmiş ve üzerinde düşünülmemiş herhangi bir soruydu. Bilimkurgu okuru oluşum bunun yıllar sonrasıdır.

Sorunun aklıma ilk gelişinden 9 yıl sonra dün akşam, "Ama robotlar nasıl akıl yürütecek, bir şeyi diğer şeye nasıl tercih edecek ki?" sorusuna verdiğim cevap şu oldu:

"İnsanı bir tercihe götüren, yürüttüğü mantıktır. İki şeyin arasında menfaat değerlendirmesi yapar, mantık yürütür ve bunların birini seçer. Robotlar da mantık üzerine inşa edilir. Robota iki ayrı komut verdiğinde, hangisini önce yapacağı konusunda kendi parametrelerini kullanır."

Robot mantığı kavramıyla yeni tanışacak olanlar için, dünkü cevabımı şu şekilde izah edeyim:

Evet, robotun kullanacağı parametreleri sen belirlersin, kabul. Fakat senin belirleyiciliğinin robotu akılsız kılması, ancak "kazuistik" bir sistem kullanmışsan mümkün. Yani robotu belli bir amaca özgüleyip davranışının her tür görünümünü teker teker tanımlamışsan tamam.

"Masanın üzerine su dökülmüşse bunu sil." - Hiçbir sorun yok.
"Masanın üzerine hem su hem süt dökülmüşse ikisini de sil." - Önce hangisini?
"Hem yere hem de masanın üzerine su dökülmüşse, önce yeri sonra masayı sil." - Bakın detaylanıyoruz.

"Masanın üzerine su dökülmüşse bunu sil. Fakat masaya giderken yerde oyuncak varsa önce bunu yerden al." - Peki aldıktan sonra nereye koy? Su dökülmüş masanın üzerine mi; yoksa elinde mi tutacaksın?
Yazık la kimin çocuğuysa :/

Tanımlı komut 1: Masanın üzerine su dökülmüşse bunu sil
Tanımlı komut 2: Sahibin ne derse onu yap.

Sahibin verdiği komut: "Masayı silme." Evet ne diyorduk?

Robotlar bir gün "düşünecek." Bu düşünme, bizim düşünmekten şimdi anladığımız türden bir şey olmayacak. Kendi sistemlerinde tanımlı parametreler arasından tercih yapabilecek hale gelecekler, çünkü bunu insanlar böyle isteyecek. Çünkü insan, teknolojiyi kendini tembelleştirmek için kullanmaktan kaçınmayan bir canlı türü ve peşinde olduğu sonsuz tembellik, ancak kendisinin yerine robotu koyarak mümkün.

Detaylı bilgi isteyeni Asimov'un Üç Robot Yasası'nı göndererek, bilimkurgu ve emek ilişkisine geri dönelim.

Robotlar, emeğin algılanışının sadece ücret kısmıyla ilgili düşünülüyor. Mete "İyi de robota karşılık olarak ne vereceksin?" dediğinde, Kadıköy'de el sıkışıp ayrılmak üzere olduğumuzdan bunun felsefesine fazla girmedim ki zaten konuşurken bunlara girmekten imtina ediyorum. İnsanlar "kaçıyor" - literally. Özetle, konu ücret değil ki. Mantık çatışması.

İş hukukunun varlık sebebi ücret ya da maddi karşılık değildir. İşçi ve işveren mantığının ve menfaatlerinin çatışmasıdır. Eğer olayı ücret ekseninde değerlendireceksek, iki tarafın (ya da sosyal tarafların) ücret konusunda anlaşmaları halinde hiçbir sorunun kalmaması gerekir. Ama bakın, (iddialara göre) gayet güzel maaş alan pilotlar şu an grev yapıyor.

Dünyadaki her şey ama her şey, varlığını emeğe borçludur. Emek ise 9-6 değil, bir insanın o andaki var oluşunu başka bir şeyi var etmeye özgülemesidir. Siz insana, günde sekiz saat boyunca hiçbir şey yapmayıp sadece benim istediğim işle uğraşacaksın diyorsunuz. İnsan, kendi varlığına ilişkin her şeyi bir kenara bırakıp size itaatle yükümlü oluyor. Fakat lütfen, çok rica ediyorum emeği işçiliğe indirgemeyelim; emek herhangi bir şeyin varlığı veya devamı için gösterilen çabadır. Bir ilişkinin devamı için gösterilen çaba da, gemi kazanında akıtılan ter de, plaza katlarındaki klavye tıkırtıları da ayrı ayrı değerli birer emektir. Yukarıda verilen tanıma uymak gerekirse; sevgilinize "kendi istediğin gibi davranma, benim istediğim gibi ol" diyerek, nasıl büyük bir emek istediğinizin farkında değil misiniz?

İşte emek bu kadar temel, hatta belki en temel olduğundan, distopyalarda da mutlaka bir yere konulması gerekli. Çünkü oluşturulan kurgudaki dünya da yine emeğe muhtaç. Peki bunu nasıl konumlayacaksınız?

Distopyanın üç büyüğü olan romanlara bakalım:

Büyük Abi'nin gözleri. Ama romandan değil.
1984: İnsanlar kitleler halinde, üretim bandından beter bir şekilde çalışıyorlar. Başka bir irade göstermelerine imkan yok, çünkü bu irade Büyük Abi tarafından sistematik bir şekilde yok ediliyor. Üreme sistemini hatırlamıyorum okuyalı çok oldu fakat insanların aile gibi bağımlılıkları yok. Sadece, canlı robotlar olarak çalışmalarını ifade eden mesaileri var. İrade oluşturmalarına zemin hazırlayacak sosyalleşme ortamları yok, bilgilendirme de Büyük Abi'nin tekelinde. Üstelik Büyük Abi, dezenformasyon politikasını yine doğrudan bu işçiler eliyle yürütüyor. Eskiden basılmış olan bir haberin aksine bir şey yapılması ya da söylenmesi gerekiyorsa, eski haberleri bu işçiler imha edip, yenilerini yine kendileri basıyor. Fakat "üretim bandı" işçiliği o kadar içselleşmiş ki, kimsenin "Ya hacı biz burada ne yapıyoruz allaşkına?" dediği yok.

Biz: Biz, distopyada çığır açan bir eser. Edebiyatın bu alanına merak salıp da okumayan varsa derhal okusun, yalnız baştan söyleyeyim güzel çarpar. 1984 ve Cesur Yeni Dünya'ya bu kitap ilham olmuştur; Ursula K. Le Guin bu kitap için "Tüm zamanların en iyi bilimkurgu eseri" der.

"Ben numara değilim. Özgür bir insanım."
Buradaki çalışma şekli de yine kitlesel. Hangi saatte kimin nerede ne yapıyor olacağı belli; zaten herkes aynı şeyi yapıyor hatta. İnsanların kendilerine özel değil kıyafetleri, isimleri bile yok - sadece "numaraları" var. Özel hayat kavramı yok, çünkü duvarlar cam, perdelerin kapatılması da ancak belirli saat ve sürelerde mümkün. Buradakilerin 1984'tekilerden farkı, o kadar sefil yaşamıyor olmaları. Yani Biz'dekilerin memnuniyetle bir sorunları yok, onlar içlerinde bulundukları durumun ne olduğunun farkındalar ve bundan gurur duyuyorlar. Mutlu değiller çünkü "mutluluğun yüce bir yanı yok," ama memnunlar. Fakat 1984'te bu kadar bilinç dahi yok. Sadece çalışmak var.

1984'teki Büyük Abi'nin her an her yeri izleyebiliyor olması gibi, burada da... neydi ya adını unuttum ama yine biri var yani.

Netice olarak buradaki karakterlerin -ki tümü işçidir- de iradeleri yok. Hatta kitapta, irade belirtileri gösteren karaktere "Kötü bir yoldasın. Öyle görülüyor ki içinde bir ruh oluşmuş." deniyor.

Aslında konuyla ilgisi yok ama ben bu kitabı ok-kadar çok seviyorum ki, şu alıntıyı yapmadan edemeyeceğim:

"Birisini öldürmek yani, insanın yaşam süresini 50 yıla indirmek suç, ama insanın yaşam süresini 50 milyon yıla indirmek suç değil. Peki komik değil mi? Bizim on yaşındaki numaralarımızdan biri bu matematiksel ahlak problemini yarım dakikada çözebilir; fakat onların bütün Kant'ları bunu çözememiş (Çünkü Kant'lardan hiçbiri toplama, çıkarma, bölme ve çarpmaya dayanan bilimsel etik sistemini oluşturmayı akıl edememiş.)"

Cesur Yeni Dünya: Distopyaların en eğlencelisi; alana yabancı olana önereceğim başlangıç eseri. Diğer iki roman bize "kara" dünyalar sunarken, Ford'un kurduğu Cesur Yeni Dünya'da herkes çok mutludur. Fakat bence CYD bu yüzden bu kadar önemli; pespembe görünenin aslında ne kadar korkunç olduğunu yüzümüze vurması açısından.
İnsan yumurtadan ve yumurta da insandan.

İnsanlar mutlu, "Ending is better than mending" yani "Düzeltmekle uğraşma, bırak gitsin" düsturuyla yaşıyorlar. Aile bağları yok, cinsellik grup olarak hallediliyor. Ve herkes mutlu. Sebep? Uykuda terapi.

CYD'nin diğer distopyalardan farkı, insanın iradesini yok ederken yerine yenisini koyması. Mutluluğu yok etmeyip, farklı şekilde tanımlayarak sistemin devamını bu şekilde sağlaması. Örneğin insanlar alfa, beta, gama ve teta olarak ayrılıyor (ya da belki dört değil daha az, tam hatırlamıyorum) ve sen bir gama isen, bundan zaten son derece mutlu oluyorsun.Çünkü CYD, seni bir gama olarak sisteme entegre etmiş ve yine gama olarak arz ettiğin önemden çok memnunsun. Alfa olmaya ilişkin hiçbir hırsın yok, çünkü öncelikle alfa olabilecek olsan zaten olurdun, hem de sen zaten gama halinle son derece gereklisin.

Bu eğitimler, insanlara bilinçaltı terapisi ile veriliyor. Ne olursan ol, bundan çok mutlu oluyorsun - aynı bizim NLP gibi...

Bu kitaptan da bir alıntı yaparak, iyice uzamakta olan konuyu artık sonlarına taşıyalım...

Linda isimli karakter, tüm zorunlu koruma tedbirlerini almış olmasına rağmen hamile kalmış ve doğum yapmıştır. Bu yüzden de CYB'nin dışında bırakılmış, diğer "dışarıdakilerle" kaderine terk edilmiştir. Bir gün kendisini "keşfeden" ve adını şimdi unuttuğum diğer karaktere şöyle der:

"I mean, when a child asks you how a helicopter works or who made the world - well, what are you to answer if you're a beta and always worked in the fertilizing room? What are you to answer?"

"Yani diyorum ki, eğer bir çocuk sana helikopterin nasıl çalıştığını veya dünyayı kimin 'yaptığını' sorarsa ve sen sadece dölleme odasında çalışmış bir beta'ysan... Ne cevap vereceksin?"

Bu üç distopyadan şunu anlıyoruz; emek piyasası varlığını işçinin iradesinin yok edilmesine borçlu. İrade yoksa sorun da yok, işte distopyalar da tamı tamına bunu anlatıyor. Gerçi bilimkurgu edebiyatı çok zengin, emekle ilişkilendirilebilecek onlarca şey bulunabilir fakat ben artık çok uzattım bu konuyu. Yoksa aklımda Wall-e de var mesela. Bu arada Wall-e'ye "O ne yeaa" demek için cesedimi çiğnemelisiniz gençler, kendisi bana göre bilimkurgunun da, distopyanın da, romantik komedinin de şahıdır. Mük-kem-mel bir kurgu. Peki orada ne oluyordu; insanlar teknolojiyi tembellik etmek için o kadar kullanmışlardı ki, artık insanlık yok olmanın eşiğine gelmişti. Onu da sonra anlatırım; zira konuya gireceksek daha "altın çağ" teorisi var.

Diyorduk ki, işçinin iradesi. Yani aslında, te Ford'dan beri yapılmak istenen hep buydu. Charles Chaplin, ışıklar ya da nur içinde yatsın artık hangisini seçerseniz, Modern Times filmi yüzünden bu kadar eşsiz bir adamdır. (The Great Dictator başka bir yazı konusu.) Adamın 1936'da yaptığı sistem eleştirisini, ki daha "sistemin" ne olduğu bile bilinmeyen bir zamandı o, 21. yüzyılda kimsenin aklına getirdiği yok. Çünkü dünyamız asıl şimdi çok cesur. (İnceyi kes.)

Filmin dibi.
Yeni dünyamızın cesurlaştırma hareketi, öz olarak bu üç distopyadakinden zerre farklı değil. Fakat adı sertifika, terfi, zam, plaza, NLP, kişisel gelişim, müşteri odaklılık, breynstormink filan oldu. Eğer bir yerde, gününün sekiz-on saatini aynı camları açılmayan plaza katında geçiren insanlar, haftasonunu yine beraber ve yine kapalı salonlarda bowling oynayarak geçiriyorlarsa, artık kendi distopyamızda yaşıyoruz demektir. Hele ki, bu "sosyalleşmelerde" biri terfi ederken diğerinin edememesi gibi şeyler konuşuluyorsa.

Zam oranınız, hiçbir zaman sizin o parayı ne yapacağınızla ilgili olmadı. Ücret hiçbir zaman sizin değeriniz ya da karşılığınız değil, sadece sus payınızdı. Bunu karşılık olarak gören sizdiniz fakat işçiliğin itibarsızlaşması işte tam da o anda başladı.

Dünyanın emekle ilişkisi, muhtaçlıktan başka bir şey. İnsanın nefes almakla ilişkisi gibi. Önemli olan ücret ya da emeği gösterenin kim veya ne olduğu değil. Değerinin bilinmesi.

İşçilerin artık, zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri var. Tüm o şeyleri kendisine sağlayan sistemi yok etmelerini beklemek anlamsız. Zira "Tamam boş zamanım olmasın ama bari fazla mesaimi alayım" diye örneklendirilebilecek "yetmez ama evet" kafası, insanın ruhunun derinine mündemiç. Fakat fedakarlık karşılığı bir menfaat elde ettiğiniz zaman, sizin fedakarlığınız da karşınızdakinin menfaati oluyor. Nasıl ki menfaatinizden vazgeçmeniz beklenemeyecekse, bunu muhatabınızdan beklemek de abes.

Netice olarak, emek algısı bu hale bir günde gelmediğine göre, itibar kazanması da bir günde olmayacaktır. Fakat siz yine de kendi üzerinize düşeni yapın.

Seçim hakkını yüceltme iddiasındaki siyasetlerin emeği ve emek bağlamında insanlığı; emeği yüceltme iddiasındaki siyasetlerin de aslında yine emeği ve yine emek bağlamında insanlığı ne kadar hafife aldığını anlatmak da benim boynumun borcu olsun. 

İyi çalışmalar,
Göksun.




(Not: Özel olarak bu konuyla değil fakat yine emeğin algılanışıyla ilgili şurada da bir şeyler var, kenarda dursun: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2013/04/dunya-emekle-donuyor-bir-tek-isciler.html ) (Bildiğin "related link" ya da "şunlar da ilginizi çekebilir" yazsam olurmuş aslında.)


6 Nisan 2012 Cuma

Klonlanmak mı zor, 250 sene yaşamak mı?

Hayat neden zor biliyor musunuz, çünkü biz aslında tek kişiyiz.

Ahah korkmayın, yalnız olmaktan bahsetmiyorum. Bayağı, bildiğin, fiziksel teklik. Yapmak istediğin hiçbir şeye yetmeme hali. Bir tarafın evin içinde öleceğini sanıp kendini dışarı atmak isterken öbür tarafın "otur filmini izle!" diyorsa, buradaki sorun tek bir kişi olmaktır.

Hayata böyle bakınca, benim sabahtan beri "kendime bir film ve kitap eğilimi belirleyip bunun dışına çıkmamalıyım..." diye düşünmem çok naif kalıyor. Sanki gerçekten okuyup izleyeceğim...

Fakat bu plan-program ihtiyacını, dün Alkım'da ve Penguen'de dolanırken tekrar ve çok ağır fark ettim. Bu yüzden, sonradan detaylandırmak üzere kendime aşağıda paylaşacağım kitap ve film kategorilerini seçtim, mümkün olduğunca dışına çıkmayacağım... "Detaylandırmak" derken bir kastım şu, öncelikle bu seçtiklerim "aklıma gelenler." İsimler mutlaka fazlalaşacaktır. Diğeri ise, seçtiğim yazar ve yönetmenlerin eserlerini listeleyip, adeta bir "progress bar" oluşturmak niyetindeyim.

Kitaplardan başlayayım, oradan da yönetmenlere atlayayım:

Şimdi öncelikle, kitaplar konusunda ortalık ağır karışık.

Bilimkurgudan pek hoşlanırım, bir ara Penguen'e gidip bilimkurgu ve Jules Verne topluyordum. Fakat sonra, tamaaaamen yeni kitap alacak param olmadığından, daha önce alıp okumadığım Sartre'a döndüm. Özgürlüğün Yolları 1'i okuyunca algım değişti resmen. Sonra araya, yine alıp okumadan tuttuğun Gabriel Garcia Marquez girdi, resmen şaftım kaydı. Meğer "çocukken alıp bişey anlamadan bıraktığım kitaplara" dönme vaktim gelmiş haberim yokmuş... Demek ki artık bilimkurgudan yavaş yavaş çekilip dünya edebiyatına geçme vakti gelmiş diye düşündüm. "Bu sene Vakıf serisini okuyup bilimkurguyu kapatayım" diyordum ki, Özgür Abi'lerde Metis Bilimkurgu serisini görünce aklım düştü.

Anladım ki, daha Metis serisini, Lem'leri okumadan ben bu işi bırakamayacağım... E ama daha Latinler var, Orwell'ler var, Italo Calvino var, "Ben Lucifer" gibi tarzını bilmediğim başka acayip kitaplar var... Var yani. Onlar ne olacak?

Özet geçiyorum:

Yalnız değiliz, hiçbirimiz.
Sadece kendimizi öyle sanmayı seviyoruz.
- Isaac Asimov'un Vakıf serisini okumadan ölürsem yazık olur. (Dune'u ise o kadar merak etmiyorum.)
- Metis Bilimkurgu serisi. Baştan aşağı. "33 kitap." Sadece birkaç tanesini okudum, seriyi tamamlayacağım.
- Stanislaw Lem okumamış biri olarak, bilimkurgudan hoşlandığımı söylemekten utanıyorum.
- Jules Verne'in, ya da Verne'ün her şeyi. Okumadıklarımı listelemem lazım.
- Ursula K. Le Guin'in bitmesi lazım. Yerdeniz'i bitirmedim daha ben, Mülksüzler var, Dünyaya Orman Denir var, şimdi adı aklıma gelmeyen başkaları da var... Allahtan Karanlığın Sol Eli'ni okudum da kendime bir kitap daha az kızıyorum.
- Jean Paul Sartre'ın Özgürlüğün Yolları üçlemesi bitecek.
- Gabriel Garcia Marquez'in yazdığı sakız manilerinin bile okunması lazım.
- Jose Saramago'dan emin değilim aslında, üslubu biraz "zor" ama Kabil'den çok esaslı etkilenmiştim. Gerçi oraların kültürünü son derece merak ediyorum, Latin milleti ne yazsa ne çekse okumak lazım.
- Mario Vargas Llosa'yı da listeye almakta fayda var. Gerçis sadece Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu'nu okudum ve çok beğendim, ama Latinlere genel bir sempatim zaten var.
- Italo Calvino'nun hayalgücüne sahip olmak için pek çok şeyi göze alabilirdim. Olamayacağım, bari okuyayım.
- George Orwell okunmayan dünya olmaz olsun. Hayvan Çiftliği ile 1984'ü okumayan insan, "ben muhalifim" demesin. "Burjuvazi" diyen kişi, Aspidistra'ya bir göz atsın.
- Amin Maalouf için ölmüyorum açıkçası, ama yazayım, dursun. Onun da 4.5 kitabını okudum, buçuk olan Semerkant. Bir sebepten yarım kalmıştı, hatırlamıyorum şimdi, lisedeydim. Belki geri dönerim.
- Chuck Palahniuk, ama vazgeçebilirim kendisinden... Yeraltı edebiyatından sıyrılıyor gibiyim. 5-6 kitabını çok büyük zevkle okudum ama son başladığım Tekinsiz'in yarısına zar zor gelip bıraktım. Zorlama geldi çünkü.

Bunlar aklıma şu anda gelenler. Bir de bu kategorilerin dışında başka şeyler de olabiliyor; mesela Glen Duncan'ın "Ben Lucifer" kitabının verdiği zevk az bulunur. Ben öyle "dogmatizmi sorgulayan" şeyleri severim. Mesela Nedim Gürsel'in yazdığı Allah'ın Kızları da öyledir ve çok iyidir.

Ayrıca, Marjane Satrapi'nin Persepolis'ini okumayı sırf bu yazarların dışında olduğu için reddeden bir zihniyette olmayı istemezdim.

(Akşam evde "Kahretmesin, nasıl unuttum!" diye hayıflanarak hatırlanan yazar: Jerzy Kosinski. Boyalı Kuş ve Şeytan Ağacı'nı okumuş bir insan, Kosinski'yi nasıl unutabilir...)

Filmlere bakacak olursak,

9GAG
- Woody Allen. Kesinlikle. Yedi cihanda tek geçtiğim adam.
Aslında iyi gidiyordum, son birkaç ayda bayağı filmini izledim. Ama artık "salmış" durumda olduğum için bir sürü filmi eksik. Gerçi ben ne yapayım, adam 47 tane film çekmiş... Ben daha on tanesini izlemişim.

- Coen Biraderler, bir filmden beklenecek her şeyi sunan adamlar. Ne oldu, kendilerine nasıl başladım da nasıl alıştım bilmiyorum, ama filmlerinizi izlemek ende adeta histerik sırıtmalara sebep oluyor. Absürt ironilerini çok seviyor ve uzun süre izlemeyince arıyorum. Şimdilik 7/17 durumundayım, 18. filmleri 2013'te girecekmiş vizyona. Heyecanla bekliyoruz.

- Pedro Almodovar. Canım ya. Avrupalı bir yönetmeni seveceksin deseler inanmazdım... Bu arada, Annem Hakkında Her Şey'i de hala bitiremedim ya, Allah beni nasıl biliyorsa öyle yapsın. Yanlış anlaşılmasın, sorun filmde değil bende. Evde oturmazsan izleyemezsin tabii.

- Charles Chaplin, bence tüm zamanların en on numara insanlarından biridir. Maşallahı var, o dönemde 73 tane film çekmiş, beş-altı tanesini ancak izlemişimdir. Modern Times filminin yılı 1936'dır, hatırlatmak isterim... Biz 2012 insanları olarak, o düşünce yapısına ulaşabildik mi sizce? Ya da, 1940 tarihli The Great Dictator gibi bir filmi yapmaya yeltenebilecek kaç kişiyi tanıyorsunuz?

- Christopher Nolan. The Prestige. The Dark Knight. The her şey... Benim için Christopher Nolan, filmin sonunda "Hass..." dedirten adamdır. Neyse ki on tane filmi varmış, altısını izledim zaten.

- David Fincher. Ya ben kendisini çok severim de, bazen anlamıyorum. Sen ki Fight Club'ı, The Game'i çekmiş insansın, The Social Network ne Allahını seversen ya? Gerçi öyle diyorum da, Benjamin Button'ı da bu çekmişti... Yani tamam, seviyoruz ama, A+ da değilsin David Fincher.

- Guy Ritchie; ama sallantıda. Hatta aslında "İyi de bu adamın her filmi birbirinin aynısı" diye kendisinden vazgeçmiştim ama Sherlock Holmes'lar yetişiverdi... Bu arada, Sherlock Holmes'ların başarısı yönetmenden değil de Robert Downey Jr.'dan bence.

- Quentin Tarantino'nun "hafifliğini" seviyorum. İyi zaman geçirtiyor.

- Bir de bunların dışında, "kara filmler" var. Gabriel gibi, Sim City, 13. Kat, Brazil gibi. Olsalar da izlesek... (Bu arada, bunların kara film sınıfında olup olmadığını bilmiyorum, ben öyle uygun gördüm.) Gerçi geçenlerde "Film Noir" diye bir film aldım ama hala izlemedim. (aaa Gabriel 5.4 almış. Niye ya, sevmiştim ben?)

- Ah nasıl unuttum, daha Pixar animasyonları var... Of Allah kahretsin 250 yıl kadar yaşamam lazım benim...

- Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ya da Stranger Than Fiction gibi "kurgusal değeri yüksek" filmler de candır, canandır.

- Ayrıca, Al Pacino ve Robert Downey Jr. hayranı olarak, bu şahane adamların yer aldığı her filmi de bilmek isterim.

- Kitaplarda olduğu gibi, dogmatizme dokundurulmasını sinemada da severim. Mesela Luc Besson'un Angel-a'sını asıl bu sebeple çok sevmiştim, onun dışında herhangi bir aşk filmiydi. Kara filmlerden saydığım Gabriel'ı sevme sebebim de budur. Ama bana lütfen The Book of Eli ile gelmeyin, ağır konuşurum. Ne gereksiz filmdi o öyle ya of.

Derken saat 15.30'a yürüyor... Ben daha Radikal okuyup, haber özeti yazıp, test çözeceğim... Ahah...
"Bunu yazana kadar bir sürü şey yapabilirdin" derseniz biraz boş olur afedersiniz. Çünkü ben yazmayı da seviyorum.

Evet evet, insanlığın sorunu kesinlikle tek kişi olmak.
Lan bari evin işini başkası yapsın.

Evet evet, iyi bir aile kızı bulup evleneyim ben. Töbe yarappim ya.