20 Şubat 2012 Pazartesi

Bir Salı gecesi rüyası: Largo Desolato

Largo Desolato’ya, oyun hakkında hiçbir fikrim olmadan gittim. Başlamadan önce “kimlik bunalımı, sistemin çarkları filan diyor la bu…” diye ürpermediğimi söylesem bariz yalan olur. Fakat öyle esaslı yanılmışım ki, uzun süredir tekrar gidesim var. Ama olmuyor olamıyor… Gidecek olanlar için hemen belirtelim, oyun her salı akşamı 8’de, Mecidiyeköy TiyatroHal’de.

Oyunu sahneleyen “ekip” yani Ekip Tiyatrosu, profesyonel tiyatroya yeni başlamış gençlerden oluşuyor. Bundan önce de Beckett’in “Oyun Sonu” adlı oyununu sahnelemişlerdi; düşünen ve “tavır alan” insanlar bunlar. Hepsi okumuş çocuklar. Bence oyuna sırf bu yüzden bile gitmelisiniz, çünkü “tavırlı olmak” artık gerçekten ender bulunan bir özellik. Bu ekip ise hem tavırlı, hem yetenekli. Uuu beybi.

Oyundan çıktığımda kafamda zilyon tane şey vardı, keyword'lerimi bir köşeye kaydettim etmesine ama, istediğim kadar anlamlı bir bütün oluşturabileceğimden emin değilim.

Efendim başlamadan önce şunu söyleyeyim; işbu yazı “spoiler” içerebilir. Ama tiyatro, "sonu bilindiği zaman izlenmese de olur" tarzı bir sanat değil kanaatimce.

Oyun özetle şu: Esas oğlan var bi tane taam mı, Leopold. Kendisi felsefeci yazar. Toplumu bayağı etkileyen, "anarşik anarşik" şeyler yazmış vaktiyle. Sonra tıkanmış, kitlenmiş, yazamaz olmuş. Evinde mal mal duruyor bütün gün, insan içine çıktığı yok.

Karısı var bi, Suzi, histerik manyak. Bi de sevgilisi var, Lui. Ki bence hayatın en "harcadığı" karakter bu iki kadın. Eve girip çıkan bir arkadaşı var, Uli. Evin çekirdek kadrosu bu kadar. (Diğer karakterleri yerleri geldikçe anacağım.)

Esas oğlan, önceden yazmış olduğu ve çok ses getiren anarşik yazılarından biri yüzünden, kafayı "gelip beni götürecekler" stresiyle bozmuş. Fakat bu esnada, iki sade vatandaş bizimkinin adeta ayağına yapışıp "Allahını seversen yazmaya devam et, sen bizim umudumuzsun" diye ısrarcı oluyor.

Ve derken, “olaylar olaylar.”

Bir noktada, kendinizi esas oğlan için "yeter artık vurmayın adam öldü" derken buluyorsunuz. Benim şahsi kanaatim ise, beter olması yönünde.

*
Bu oyunda üç ayrı hikaye var bana göre. Biri, vaktiyle bir şeyler başarmış bulunan yazarın egosu, alter egosu ve id'i arasındaki gel-git'leri. Fakat böyle deyince lütfen "çok Kafkaesk gördüm, üzgünüm bu entellik bana gelmez" demeyin. Ben dedim, aldım cevabımı oturdum yerime.

Diğeri, bu gel-git'ler arasında kalmış olan kifayetsiz esas oğlanımızın empatik beceriksizliği.

Sonuncusu ise, bir ülkede "düşünen adam" olmanın insanı sürüklediği biçimsiz durumlar.

Birden fazla anafikir çıkarılabilir, fakat benim çıkardığım esas şu: "Egonun derdine düşeceğine, önce kendini çözümle ve hayatındaki insanlara doğru düzgün davran."

Tabii siyasi anafikirler de çıkarılabilir, efendim düşünce suçlarına ilişkin, belirsizliğin kaotikliğine, "sistemin çarkları" denen ama somut ifadesi olmayan birtakım pratiklere ve saire... Fakat ben en çok ilk söylediğimi beğendim.

Oyun aslında klasik tiyatro sahnesinde oynanmak üzere yazılmış fakat Ekip Tiyatrosu, oyunu seyircinin "ortasında" oynamayı uygun görmüş. Bir seyirci olarak ben bu kararı son derece takdir ettim. Çünkü bu şekilde, "sahnede sergilenen" bir oyunu değil, doğrudan "gözümüzün önündeki hayatı" izliyoruz. Bu tarz, seyirciyi resmen taciz ediyor ve karakterleri hissetmesine doğrudan katkı sağlıyor. Oyunu sadece bir oyun değil fakat bir hayat kesiti olarak izletmesi bakımından bence son derece yerine bir uygulama olmuş.

*
Leopold sahnede tek başına otururken, ilk önce Uli, yani Leo'nun "ötekisi" girer. Leo felsefecidir, Uli "İyi uyudun mu, ne yedin, ağrın var mı" vesaireden öte gitmez. Leo üşür, Uli sıcaklar. Leo korkar, Uli korku kavramını anlayamayacak kadar düzdür. Leo'nun karısıyla ilişkisi hastalıklıdır, Uli'nin ise "aynı kadınla" olan ilişkisi şehvetli.

Leo uzun zamandır yazamamakta ve bunun sıkıntısını hissetmektedir. Uli için ise, yazamayan yazar ne işe yarar?

Fakat öte yandan Uli, sosyalleşmek adına Leo'nun etrafında tek araçtır. Bu da, ötekisinden bir canavarmış gibi kaçan insan evladına kapak olur.

*
Lui'den sonra sahneye kim giriyordu hatırlamıyorum. Ben şimdi Wenzel'lerden bahsedeceğim çünkü önce Leo'nun "benliği" üzerinden gidesim var.

Wenzel'ler, yani adları Wenzel olan iki adam, Leo'ya umut bağlamış sade vatandaşlar. Bir fabrikada işçi olarak çalışıyorlar ve içlerindeki "devrimci", Leo'ya bir şeyler yapması için yalvarıyor. Çünkü Leo vaktiyle, sosyal sorumluluk anlamında adeta bir misyon üstlenmiş biri. İşçilerin bu şekilde sorumluluk alacak birine ihtiyaçları var.

Leo Wenzel'lerden, şaşaalı günlerinde kalmış saygı ve ihtimamı görmektedir. Bu tip şişirilmeler, herkes ve özellikle de yazarlar için ab-ı hayat olduğundan, Wenzel'lerde Leo'nun egosunu görüyoruz. Oyunun yazarı Vaclav Havel, egoyu bu şekilde çizerek birden fazla gönderme birden yapmış bence,

- Wenzel'ler ne yapacağını bilmeyen işçiler. Bir şeyler yapaları var ama hiçbir şey bildikleri yok. Leo'ya giderken akıllarında bir ideoloji veya bir plan dahi yok. Onlar sadece, durumundan memnun olmayan ve bir şeylerin yolunda gitmediğini sezen vatandaşlar. Buradan ben, "şişkin ego boş bir şeydir, çünkü yüzeysel şişirilmelerden beslenir." mesajını çıkarıyorum.

- Leo "peki ne istiyorsunuz, somut olarak?" diye binlerce kez soruyor ve tabii ki hiçbirine doğru düzgün cevap alamıyor. Dedik ya, Wenzel'lerin "somut olmaya dair" herhangi bir bilinçleri yok ki. Bu bakımdan, Leo'nun aslında içten içe "saçma sapan bir egonun peşinde sürüklenmek üzere olduğunun bilincinde olduğunu" anlıyorum ben.

Ve işte "sanatçının ölümü" böyle bir şey sanırım. Egona muhtaçsın ve fakat kof gaza getirmelere de gelmeyecek kadar çalışıyorsa aklın, sıradaki şarkı Yeni Türkü'den senin için gelsin: "Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın..." (Aslında bir mesaj daha çıkarmıştım ama yazarken unuttum, hatırlayınca ekleyeceğim.)

*
Egosuna kanmayan Leo'nun bir de alter egosu var ki evlere şenlik. Ve karşınızda, Olbram. Benim oyunda en sevdiğim karakter.

Alter ego, yani insanın şeytanı, adamı gaza getirmek için hiçbir hamleden çekinmez. Kafanızı soldan soldan didikler durur. Olbram da, kırmızı ışıklar altındaki parlak tiradlarıyla bu işi çok güzel yapıyor.

Olbram, aslında her şeyi Leo'nun abartıp durduğundan, kendine vesvese yapacak gerçek bir sebep olmadığından, mevcut sıkıntısının tamamen kapris olduğundan falan bahseder. (Bunu tabii ki bu kelimelerle yapmaz, bunlar benimi ifadelerim.) Ve oyunun bence en güzel iki cümlesinden birini kurar:

"İçindeki cinlerin seni bir yere çekiştirdikleri yok, sadece daireler çiziyorlar."

*
Olbram'ın Leopold'e her bir şey dediğinde arkadan gelen şuh bir "Leopoooold" duyarız. Bu da Leo'nun "Ya güzel konuşuyosun da, şu benim beceriksizliğim ne olacak?" yollu bilinçaltını gösteriyor olabilir.

"Leopoooold" diye cilveli cilveli seslenen hatun, Leo'nun sevgilisi Lui. Yıllardır beraberler. Anlaşıldığı kadarıyla, bir süredir cinsel problemleri var çünkü Leo Efendi sekse pek gönüllü değil.

Lui, Leo'yu seven bir kadın. Onu sevmiş, istemiş ve özlemiş. Hala da istiyor. Fakat Leo, kendi karamsarlığı, üretemezliği ve iç sıkıntısına kafayı o kadar takmış ki, sevilecek hali kalmamış, sevecek hali ise zaten yokmuş.

Lui'nin Leo'ya attığı nutuk bence empati sorunları yaşayan her er kişi tarafından izlenmeli. Hatta Ekip'ten ricam, sırf o kısmı özel olarak yutup'a koysunlar. İzlettireceklerim var. Kelimeler birebir değil, aklımda kaldığınca aktarıyorum:

"Sen her şeyi bir kavram olarak görüp incelemeye alıyorsun. Kendine dışarıdan bakmaya, kendini ölçüp biçmeye o kadar alışmışsın ki, sevmeyi bile bir görev olarak görüyorsun. Ben senin sevme yetisinden yoksun olduğunu düşünmüyorum Leopold. Ben seni iyileştirebilirim."


Susi yani Leopold'ün karısı ise, tam da benim aklımdan geçtiği şekilde, "Bok iyileştirirsin!" fikrini benimsemiş bir karakter.


Kadıncağız, Leo'nun asla kendisine ve bunun doğal sonucu olarak etrafına dürüst olmayacağını, aşkın ve tüm sosyal duyguların Leo için araştırılacak birer kavramdan öte olmadığını çözmüş. Hayatında hala ve bu şekilde var olarak belki de Leo'dan intikam alıyor.

Çünkü Leo değişmeyecek. Leo kendisini, -bir vakitler- şehvet peşinde sürüklendiği Lui'yle bile bir şeyler yaşayamayacak kadar bitirmiş. Ve o değişmedikçe, Susi Uli'yle yatmaya, Leo'yu her fırsatta bozmaya, onunla yemek bile yememeye, hatta onu azarlamaya devam edecek.

Susi bu anlamda kızılmayı kesinlikle hak etmeyen bir kadın. Ve tekrar ediyorum, Lui ile birlikte şu hayatta en harcanmış iki karakter. Çünkü ikisi de Leo'yu gerçekten sevmiş kadınlar ama Leo, bunu da tekrar ediyorum beter olsun, ikisini de mutlu etmeyi beceremiyor.

Çünkü onun baş edemediği bir egosu, bir alter egosu ve bir de yumurtadan çıkan id'i var.

*
Oyuna en son giren karakter, Marketa. Genç, güzel, şirin ve saf bir felsefe öğrencisi. Evet doğru tahmin ediyorsunuz, kafayı yemiş her hocanın hayali.

Bu kızcağız, aklına takılan felsefi konuları danışmak üzere, hayranı olduğu Leopold'ün evine gelmiş. Leopold ise, sanki tüm o karakterlerin yanındayken "kaybedenliği" her tarafından akan kendisi değilmişçesine, genç kadını görünce adeta eski günlerine dönüveriyor. Bir konuşmalar bir bi’şeyler, aman da aman...

Fakat bu özgüven patlaması anında bile, Marketa'yı "tavlamak" için alkole bu derece başvurması hoş bir detay olmuş.

Ne Wenzel'ler yani ego, ne Olbram yani alter ego, ne Uli yani ötekinin dibindeki varlığı ne de kendisini gerçekten sevmiş olan kadınlar değil; insanın en evcilleşmemiş güdüsü hayata döndürüyor Lui'yi. İd'in inkar edilemez iktidarı ve önlenemez zaferi, gözümüzün içine bir kez daha giriyor.

Öyle ki, daha önce Susi'den, Lui'den ve diğer karakterlerden aynen duyduğumuz sözleri Marketa söyleyince, bu sözler leo'ya daha bir ikna edici geliyor. Canını sevdiğimin insan evladı...

*
Oyunun sonunda tüm bu karakterlerin, Leo'yu bir ucundan tutup çekiştirdiğini görüyoruz. Olan tam olarak da bu. Leo'nun kafası o kadar karışık ve bu arkadaş karar verebilmeye o kadar uzak ki, hangisini dinlese başını ne yana çevirse bilemiyor. Ve zaten bir noktada görüyoruz ki, aslında tüm karakterler birbirinin söylediğini söylüyor.

Çünkü aslında herkes herkesin söylediğini söyler. Ya da, herkesin söylediği ne kadar farklı olursa olsun, dinleyende aynı etkiyi doğurduğu sürece hepsi aynıdır.

*
Tüm bu hengamenin sonlarına doğru, Leo'nun yıllardır korkarak beklediği oluyor ve "adamlar" onu almaya geliyorlar. Fakat diyorlar ki, "Eğer o yazıyı sizin yazmadığınızı söylerseniz, orada başka bir Leopold olmadığı için, yazı yazarsız kalacak ve haliyle siz de cezasız kalacaksınız. Kabul ediyorsanız mavi, etmiyorsanız kırmızı hapı alın." (Bu hap meselesini ben uydurdum yok öyle bir şey.)

Leo'nun bazı karakterlerle "Acaba ne yapsam" konuşmalarını da izliyoruz. Susi ve Marketa, aynı kelimelerle ama tabii ki farklı üsluplarla, "Bunu kabul etmek ortada bir suç olduğunu da kabul etmektir, sen yanlış bir şey yapmadın ki" diyorlar. Aklıma şimdi geldi, belki de Havel'in aklındaki Marketa, Susi'nin gençliğiydi. Olur bence.

Sonunda Leo, teklifi kabul etmemeyi ve "oraya götürülmeye razı olmayı" seçer. Adamlar geldiğinde onları elinde valiziyle karşılar.

Fakat adamlar, "sizi götürmeye şimdilik gerek kalmadı, soruşturma ileri bir tarihe ertelendi. Sizi götüremiyoruz ama bir daha ne zaman geliriz şimdilik bilemiyoruz. Belirsiz bir tarihte görüşmek üzere" deyip gidiyorlar.

*
Ve hepimiz, böyle yaşamaya mecburuz.

2 yorum:

  1. "Ve hepimiz, böyle yaşamaya mecburuz." Bu bir "mecburiyet" mi yoksa "seçim mi?" Belki de bazı seçimlerin getirdiği bir dolaylı mecburiyettir. Neyse, "belirsiz bir tarihte görüşmek üzere."

    YanıtlaSil
  2. bu seçimler ve mecburiyetler hakkında sayfalarca yazı yazılabilir ama ben o konudan çıktım, ilk fırsatta döneceğim - belirsiz bir tarihte.
    fakat şu an, "seçmeye mecbur olduğumuz" yaşantımızın gerektirdiklerini yapmakla yükümlüyüz...

    YanıtlaSil