23 Mart 2012 Cuma

Kuzguncuk'a taşınayım derken Mango'ya girmek

Geçenlerde bir ev kaçırdım, çok canım sıkıldı...

Aslında evimle ciddi sorunlarım yok. Balkonu olan ve iki odalı bir evi tabii ki tercih ederim, ama oturduğum ev de gayet güzel ve yeterli.

Yine de, Özgür Abi ve Nazan, bana Kuzguncuk'taki evden bahsettiklerinde aklım gitmedi değil... Hatta gittim evi de gördüm, çok da beğendim, tutmayı ciddi ciddi de düşündüm... Ama şimdiki kiramdan 500 lira fazlasını verip bir de yeni eşyalar almam gerekecekti. Bunu kaldıramayacaktım. Ben de vazgeçtim. Ama çok aklım gitti.

Derdimi, bu karardan etkilenecek olan herkese anlattım. Çünkü Kadıköy benim "evim" ve o evde en çok (hayatıma girme sırasıyla) Sezer, Anda, Tuna, Özlem ve Koray'la yaşıyorum. Burcu'ya da sordum. Kenan'a, Emrah'a, Uğur'a ve Dark Özgür'e da anlattım. (Ne çok Özgür oldu benim hayatımda ya, bir de Sakar Özgür var.)

Bir tek Tuna "Olur bence" dedi, onun da derdi balkonda mangal yakmaktı. E haklı, benim asıl derdim de o balkonla alakalıydı çünkü. Hatta, Tuna ve Burcu'yla otururken bir sinerji oluşturup gelenlere adisyon açmayı filan düşündük. Herkes gelirken markete bir uğrayıp elini doldurup gelecek, artı çaylar kahveler de adisyona tabi... Her saat başı elimde tepsiyle gezip, misafirlere çay dayatacağım... Ancak öyle geçinirdim valla.

Bu konuda en çok Koray'ın beynini yemişliğim var. Hiç de bozmadı ya canım... Dedim ki, "Tamam ev çok güzel ama, bu sadece bir ev değil bir yaşam değişikliği..." Ben Kadıköy'ü çok seviyorum. Bir yanım Bahariye bir yanım sahil. En sık görüştüğüm arkadaşlarım burada. İstediğim herhangi bir anda İstanbul'un herhangi bir yerine çat diye gidebilirim. Eve giderken bizim oraya kafayı uzatarak geçip çocuklar içerideyse bir uğradıktan sonra devam etmek hoşuma gidiyor. Ya da, Rıhtım'dan çıkmıyor da Bahariye'den iniyorsam Kadife Sokak'tan geçmek. Ya ben Kadıköy'ü gerçekten çok seviyorum. Çarşısını, Bahariye'sini, rıhtımını, sahilini...

"Kuzguncuk'a geçmek benim için sınıf atlamak olacak" gibi şeyler bile düşündüm.. Çünkü Kadıköy'de yaşadığım sürece "böyle biri" olacağım. Bi "eski solcu" muhabbeti, bi "olduğu kadarlık", bi bişeyler... Kadıköy böyle bir yer. Yalnız yaşarsın ve bu yalnızlığını seversin. Hayata uzak değil, kendine dönük bir yalnızlıktır bu. Depresif değil, kabullenmişsindir. Tamam kabul ettiğin şeylerden memnun olmayabilirsin, ama bu halinle yaşayabilmek için ne Taksim ortamlarında sürtmeye ne de TRT 2'de yayınlanan ağır entel Türk filmlerindeki gibi "lüzumsuz kuğul" olmaya ihtiyacın vardır. Kadıköy candır.

Eve giriş
Kuzguncuk ise, beni yalnızlaştıracaktı. Şimdikinden farklı bir yalnızlıktan bahsediyorum. Eve giderken Bahariye ya da Çarşıiçi kadar canlı cinli yerlerden geçmediğin, hep aynı insanları gördüğün bir yalnızlık. Arkadaşlarının sana terlikleriyle gelemeyeceği, senin de onlara ev kıyafetinle gidemeyeceğin bir durum. Balkonda oturup saatlerce zaman geçirebileceğin, ama kapıdan çıkınca hayata doğrudan karışamayıp dolmuşa binmeni gerektiren  bir yaşam.


Gerçi o zaman da oralarda başka komşularım olacaktı, bundan şüphem yok. Ama buradakilerle arama mesafe koymak da istemem açıkçası.

Netice olarak, daha sakin ve daha "kendi kendime" yaşama günlerim gelmedi benim daha. O yüzden, yani hem bu yüzden hem de parasını veremeyeceğim için, Nazan'ı arayıp "O apartmandan bundan sonra çıkacak olan biri olursa yine haber verin bana olur mu. Şimdi olmaz ama bir iki sene sonra mümkün..." dedim.

Ama o kadar çok içimde kaldı ki... Çok güzeldi. Kısmet değilmiş.
Sanırım Mart 2012'yi "gerçekten güzel bir eve, onu tutabilecek kadar yaklaştığım tek zaman" olarak hatırlayacağım.

Bundan sonra şöyle şeyler oldu,

Benim bir tribim vardır, bir şeyler için çok gaza gelip de onu yapamazsam, ayırıp kullanamadığım enerjimi kesinlikle harcamam gerekir. Yoksa ölürüm.

Bir şeyi çok isteyip alamamışsam, yerine "gönlümü görecek" başka bir şey almalıyım. Bir yere gitmeyi çok isteyip gidememişsem, mutlaka başka bir yere gitmeliyim. Bir yemeği çok isteyip yiyemiyorsam, başka bir şey bulup yemeliyim. Birini çok özleyip göremiyorsam, başkasını görmeliyim. Yani o paranın harcanması, o enerjinin akması lazım. Yoksa olmuyor, içimde patlıyor.

Bir ev üzerinden hayatımı değiştirmek için o kadar gaza geldim ki, "E madem taşınamıyorum, oturduğum evi değiştireyim..." diye düşündüm. Uzun zamandır istediklerimi sıraladım, kitaplık istiyorum mesela. Yıllardır. Ikea'nın Billy serisinden, ahşap raflı cam kapaklı. Büyük bir gardrop istiyorum, şimdikiler hem yetmiyor hem de içinde bölme olmadığı için çok dağılıyor. Büyük bir yatak istiyorum. Sehpa yok evimde, gerçi sehpa koyacak yer de yok, ama olsun. Onu da istiyorum.Oturdum bunları düşündüm, eve o gözle tekrar baktım, neyi nasıl yerleştiririm diye kafa yordum... Hatta aslında çekyatımı da değiştirmek istiyorum ama şimdikini daha buraya taşınırken aldım, atsan atılmaz, koyacak başka yer de yok... Acaba salonun şeklini değiştirsem, şuraya bir L koltuk mu alsam dedim. (Bu arada L koltuk almayı düşünüyor olmam çok ironik, o ayrı hikaye.) Ya aklımdan neler geçmedi ki. Bir bütçe ayırdım, o bütçeye uyarak en iyi nasıl bir alışveriş yapabilirim diye ayrıca kafa yordum...

Sonra geçti.

Bir de böyle bir olayım var, bir şeyleri "düşünmek" bana yetiyor. Evi değiştirmeye kafayı bi taktım ya, buna iki gün kafa yorunca yetti o bana. Geçti o gaz halim.

Mesela bir şeylere sinirlenince de hep öyle oluyor. Arkadaşlarıma bir ton konuşup anlatıyorum, söyleniyorum, küfrediyorum, elimi meşgul edecek bulaşıktı ev toplamaydı falan filanla uğraşıyorum... Geçiyor.

Zararsız ve masrafsız bir yöntem. Ama sonuçta hayatınızda hiçbir şey değişmemiş oluyor. O fena.

Pazar günü evde otururken Dark Özgür aradıydı, nargileye gelmiş bizim oraya. Gittim kahve içtim onunla, sonra söz puzzle yapmaya geldi. Ben de "Yapayım harbiden ya..." diyerek Özgür'ün gazına geldim. Bizim orada bir Puzzle Galeri var, çok güzel bir yer. Gittim, elli saat kararsız kalıp bir puzzle aldım. Aslında Galeri'ye girmeden iki adım önce, Sakızgülü Sokak'ın başında Chat Noir afişi görüp "Hah" diye düşünmüştüm, "Bunun puzzle'ı çok deli güzel olur... Varsa ondan alayım."

Ama yoktu. Neyse ki yoktu, eğer Henri de Toulouse-Lautrec'in puzzle'ları olsaydı biri Chat Noir olmak üzere kesin iki tane birden alırdım.

Aradım taradım, iki tanesinin arasında kaldım. Denizli görüntüler ki zaten deniz denen şeyle aynı dünyada var olduğumuz için bile çok mutluyum, canım deniz, hep senin yakınında olayım deniz. İki puzzle'ı koydum yan yana, "Ben buraların hangisinde olmak isterdim, hangisi daha 'Göksun' bunların..." diye ciddi ciddi düşündüm.

Neticede aldım birini, 1500 parça. İyi de kardeşim, ben zaten işyerinde bütün gün oturmaktan şikayetçiyim. "Evde az zaman geçiriyorum, filmlerim yatıyor öyle..." gibi düşüncelerim var. Zaten Nisan'da Burcu ve Olcay'la beraber koşan yüzen filan bir insan olacağım.Bir de üstelik sabırsızın önde gideniyim,

Benim neyime 1500 parça puzzle?

İtiraf ediyorum, hayatımdan o kadar sıkıldım ki, puzzle alırken tek motivasyonum elle tutulur bir şeyler yapmış olmaktı.

Ama yapamadım, o ayrı. Kenarlarını tamamladım sadece, arada 3-5 parça daha buldum, o kadar şimdilik. Gerçi kutusuna bakınca bi hevesim gelmiyor değil. Ama geçiyor hemen.

Netice olarak bu sıkıntı sürecini de, ayda 500 lira fazladan kira, depozito, yeni eşyalar ve taşınma parası vermek yerine, 45 liralık bir yapboz alarak atlattık. Daha "minimum" bir hasar düşünemiyorum.

Gerçi daha gözlük alacağım, Beta'da aylardır düşündüğüm ayakkabıya kavuşacağım, Mango'dan narçiçeği elbiseler ve bluzlar edineceğim, bir de mini fırın istiyorum.

Ama yine de, nerede ayda ekstradan 500 lira, nerede toplasan 500 lira etmeyecek tüm bu alışverişler...

Para harcıyorsan, "boyu değil işlevi" diyeceksin arkadaşım.
Bak, evinin balkonunda Boğaz'a karşı rakı içerek yaşamak yerine, Mango'dan alacağı narçiçeği elbisenin hayaliyle de yaşıyor insan.

21 Mart 2012 Çarşamba

Nevruz ya da babamın doğum günü :)


Ya ailemden çok fazla bahsediyorum ben, biri beni durdurmalı…
Ama kendimi tutamıyorum...

Anneci erkeklere sinir olurum. Sürekli annelerinden bahsederler, her şeylerine anneleri karar verir, her şeyi bi onaylatmaları gerekir, öeh... Sevgililerinden de annelik beklerler. Tamam ben zaten insanlara karşı “içime anne kaçmış gibi” olabiliyorum ama o başka bir şey; sırtı terleyen adama "rüzgarda oturmasaydın..." demekle o adamın tüm bunları düşünmeyi sana bırakması başka şeyler.

Bugün metrobüste gelirken dehşetle fark ettim ki, fazla anneci erkeklere sinir olmak için fazla babacı bir kadınım... Gerçi hiçbir zaman sinir olduğum anne kuzuları kadar baba kuzusu olmadım o ayrı. Bi kere zaten istesem de olamam, benim babam ağır abidir. Öyle, babayla arkadaş gibi olmak bizi bozar. Mesela erkek arkadaş, ancak "istemeye geldiği zaman" babayla tanışır. Adanalıyız icabında.

Ama yine de, ailemi çok seviyor ve özlüyorsam da, insanlar beni dinlemek zorunda değil.

Neyse buraya nasıl geldiğimi de anlatayım, babalı-aileli yazılarıma süresiz ara vereceğim. (Blog’da bu tür başka bir yazı olmaması, o yazıların var olmadıkları anlamına gelmiyor.)

Bugünün nevruz dışında bir anlamı daha var bizim ailede.
Benim okulu bitirme, yani tek ders sınavından geçme günüm. Yıl 2007 idi.

O günlerde annem İstanbul'daydı. Ablamın evlenme işleri var, benim tek ders belam var, geldi hayatımızı kurtardı sağolsun. Ben sınavdayken annem de Kapalıçarşı'da filan dolaştı, çıkışta bi güzel sevindik sarıldık vesaire...

Sınavdan çıkar çıkmaz, saat 3 küsür müydü neydi, babamı aradım. Adana'da o tabi. "Baba okul bitti" dedim, karşılıklı bir duygulandık…

Neyse işte, akşam evdeyiz, ablam annem ben. Saat 8. Kapı çaldı.
Babam.

Biz telefonla konuştuktan sonra oturup “sakin olmuş” biraz, sonra eve uğrayıp pijamasını alıp havaalanına gitmiş. Bulduğu ilk uçakla istanbul'a gelmiş. Bu arada, bizim o zaman oturduğumuz evi bulması da ayrı bi olay, çünkü bir kere mi ne gelmişti... İner inmez taksiye atlamış, te Yeşilköy'den Kurtuluş'a da taksiyle gelmiş. 8'de kapıdaydı. Biraz da evde duygulanıp Çiçek Pasajı'na gittik hep beraber.

Eve dönerken nasıl keyifli nasıl keyifli, "Ben artık çok önemli bi adamım, iki kızım da üniversite mezunu, kendi ayakları üzerinde duran kadınlar... Üstelik hanımım da müdür avukat. Artık benimle randevu alarak görüşsün herkes, çok önemli bi adamım ben, ona göre!" deyip duruyor.

"Benim doğum günüm 21 mart, bugün artık ben yapabileceğim en büyük şeyi yaptım, kızlarımın ikisi de artık güvende..." der her zaman. Her sene bugün, babamın "doğumgününü" kutlarız.

Biraz önce yine konuştuk, ben tam onu arayacakken o aradı. "Ya baba tam telefonu elime aldım, masa telefonum çaldı, ondan arayamadım..." dedim. "Ben de 'sen bugün beni neden aramadın' diye kızacaktım" dedi.

Bugün nevruz tamam orası öyle de, bir de babamın doğumgünü.
Babam ya.

19 Mart 2012 Pazartesi

Tanımak için olaylara gerek yok, buyrun böyle alalım...


“İyice tanıyın” diye yazıyorum.

"Karakter ve ruh olarak hakikaten destansı, rüya gibi bir kişi" filan değilim. Sinirlenirim, öfkelenirim hatta, ağır küfrederim... Ama geçer, anlıktır. Uzun sürelisi bende tanımlı değildir. Aylarca kin kusmam. Ki resmen bir köşeye fırlatıldığım da olmuştur; ama sonradan gidip adamların masasına hep ben otururum "Sorun değil ben seni affettim" diye. Tek terk edilenin ben olmadığımı, bu bokun herkesin başında olduğunu bilirim.

İnsan olmanın "destansı" olamayacağını, hepimizin neticede çiğ süt emmiş olduğunu, kendine öyle diyen insanın içindeki kinin ve "kendini destansı sanmanın" onu her geçen gün daha da yalnızlaştıracağını da bilirim. Ahah çok biliyorum evet, ukalayım da hafif.

Yalnız da kalırım, ona da sinirlenirim, ama o da geçer. Geçmezse önce alışır, bununla barışır, sonra da bir çaresine bakarım. Sulh olmadan çözüm olmuyor çünkü. Ateşkes insanıyımdır.

Nefret tutmam çünkü nefretle yaşanmaz. Kendime kıyamam. Evet kendimi de severim, öfkeyle bozamam.

Hayat, insanlar, kadınlar erkekler, şunlar bunlar... Bunları "kabul" ederim, tamam bana uymazsa hayatlarından sessizce çıkar giderim, ama ne yapayım, onlar öyledir. Bana uymuyorlar diye haklarında ileri geri konuşamam. Uymayabilirler.

Ya da ben "dururum" onlar gider. O da olur.

"Bak lütfen tartışmayalım" diyenin "kabaca dayılandığını" düşünecek kadar kavga insanı değilimdir. Hatta gerçekten kabaca dayılanan için bile, "Ya fevri bi insan neticede, olur öyle, kavga etmediğimiz zaman iyi olabiliriz... Etmemeye bakalım..." diye düşünürüm. Bu belki de, insanları kendi gibi bilmekle alakalı olabilir, bilmiyorum, çok düşünmedim.

Tartışılan konuyu kapatırım, kapatılmış bir konuyu aylar sonra kaşımak gibi anlamsız huylarım yoktur. He kapatmayacaksam da, bunu “mesaj kaygılı ve isimsiz” birtakım yazılarla yapmak istemem. Derdim neyse açıkça söylemek isterim.

Peki bunu neden yazıyorum, çünkü somut durum bunu gerektiriyor.
Peki neden “burada” yazıyorum, çünkü bu konuda ne rumuzlu konuşmak istiyorum, ne de muhatabım benimle doğrudan muhatap oluyor. Kendimce böyle bir orta yol buldum, en iyisi olduğunu iddia edemem ama bence iyi oldu.

Özür dilemekten hiç kaçınmadım, haklı olsam bile. Dibine kadar haklıysam da, eğer ortam onu gerektiriyorsa, hiçbir incimi kaybetmeksizin paşalar gibi özür dilerim. Çünkü ortada "düzeltilebilir" bir durum vardır ve benim özrüm bekleniyordur; bu durumda hiç de "Ben hatalı değilim, o özür dilesin" filan demeden gerekirse diz bile çökerim. Çünkü o ilişkinin devam edebileceğine inancım vardır, denemek istiyorumdur. Sonradan "Ya ben orada egomu dinlemeyip özür dileseydim, o da insan neticede, tekrar anlaşabilirdik..." demek istemem. Bu hem beni yaralar, hem de bağcıyı dövmek olur. Gerek yok.

He ama "olmayacağını" görürsem, özür de dilemem tartışmaya da girmem. Akışına bırakırım.

O da bir yerde patlar. Patlıyor. Patlasın n’apim.

İnsan öldürülmesine her durumda karşıyım. Bunun sebebi mazereti olamaz.
Şimdi böyle diyince birden PKK sempatizanı sanılabiliyorsunuz, hayır değilim. PKK'lının öldürdüğü bir cansa, TC'nin öldürdüğü de candır. Bunu diyorum.

Tekrar ediyorum, insan öldürülmesine, insan ve sebep ayırmaksızın karşıyım.
İdam cezasına, töre cinayetine, holigan saçmalığına, Haçlı Seferleri’ne, İslam cihatlarına, insanların birbirlerini öldürme aracı olarak kullandığı her şeye karşıyım.

"Ya ne için öldürülecekti?" gibi bir cümleyi benden duyarsanız eğer, bilin ki ağır bir beyin travması geçiriyorumdur. Hele bir de "ya ne için" dediğim şey kaçakçılık ise, ouv, acı çekmemem için beni vurun bence. Buradan size izin, hatta rica.

Evet devlet ve ordu kavramlarıyla da başım hoş değil.
Bunların kutsal olduklarına inanmıyorum.

Din var bir, evet. Onu da sorgularım, ağır sorgularım. Bu konuda ayıp-günah yoktur benim için.

Bir yerlerde yazıyordu şimdi aramaya üşendim, hem "insan inancını akıl yoluyla bulmalı" deyip, hem "anne karnındaki çocuğa her gün kutsal kitap okumak iyidir" demem. O zaman o çocuğun bir şey sorgulayamayacağını, büyüyünce de kendini destansı filan sanabileceğini bilirim.

Eğer insanlara bir daire çizip "Aha alanın budur" dersen, o alanın dışına bakma dürtüsünün gelişemeyebileceğini bilirim. Hatta gelişirse olağanüstüdür. Sınırı başkalarınca belirlenmiş olan insan, sınırlandığını fark edip bundan kurtulmak isterken asabileşir, bundan kaçılamaz. Son derece normaldir. O yüzden, insanlara sınır çizmemek gerekir, çünkü sınır sahibi insan sinir sahibi olur. Ahaha ne güzel aforizma oldu la ayaküstü.

Buranın, sadece senin, onun, şunun filan ülkesi olmadığını bilirim. Yani "ülkem" gibi bi kavram bana çok uymuyor, "Toprak vatanım, insan ulusum" insanıyım çünkü ben. "Bizim ülkemiz" derken, "üzerinde yaşadığımız ülke" gibi bir şeyi kast ederim ben, mülkiyet değil. Ama işte, burada hepimiz yaşıyoruz. Tek başına "sahiplenmek," öncelikle o çok kutsal dini değerlere aykırıdır. Öldürmek de öyle. "ölmeyi hak ettiler" demek hele, bildiğin şirk ayol.

Bak her boku yerim ama Tanrı kompleksine girmem.
"Ya ne için öldürülecekti" demek ise, Tanrı kompleksidir, şirkin sözlük karşılığıdır.

"Bu ülkenin ekmeğini yemek" gibi bir kavram yoktur benim için. Çünkü insan, ülke ya da devlet için değildir. Ülke ya da devlet, insan içindir. O "ekmek" de lütuf filan değildir. Ben bu ülkenin pek bir hayrını görmedim ve göreceğimi de sanmıyorum, ama ülke benim hayrımı bence gayet fazla fazla görüyor. Hayvan gibi çalışıp kendi kendine bir şeyler yapmaya uğraşan genç insanlarız, bizden iyisini mi bulacak bu ülke?

Bence herkese bir ülke verilsin, herkes orada kendi kafasına göre takılsın.

Ahah en ülkeci fantazim bile bi anarşik oldu lan.

Valla bi bok olmaz benden.
Ama işte, neyse ki, olmayacağını biliyorum.

Ve terk ettiklerimle, terk edenlerimle, tartıştıklarıma, yaşadıklarımla, hayatıma dair hiçbir şeyle ve en önemlisi kendimle... Ciddi sorunlarım yok. "Bir şeylerle ciddi sorunun olması" kavramıyla bile sorunum yok. İnsanız çünkü.

Benim karşı olduğum savaş mavaş gibi şeyler çok yapıldı ve hala yapılıyor. Evet ama bu benim ideal dünyamı değiştirmiyor. Gerçek dünyada inanmadığım işler için kendimi harap ediyor olabilirim, ama zihnimdeki ideal bambaşka ve onu kirletemem.

Başka soru?