27 Kasım 2013 Çarşamba

yasal pipisiyle bir koca yaklaşmakta

ay konu çok uzun.

ekşi sözlük'te gezinirken, eşcinsel evliliğiyle ilgili ilginç bir bakışla karşılaştım:

"saçma. 

halihazırda eşcinsellik gibi toplumsal moral normların dışında bir konumdayken; evlilik, tek eşlilik ve çekirdek aile gibi aynı kısıtların empoze ettiği normlara heves etmek de ne ola ki şimdi?

çıksın california'lı bir gay/lezbiyen vatandaş, desin açık açık "bismarck, kuzey dakota'ya çıkan tayinimden yırtıp eş durumundan san francisco'da kalmam lazım." veya "eşim servetiyle maddi açıdan şahane bir konumda, ölürse mirasında gözüm kalır" veya "vaytvestinghavz'un çeyiz indiriminden faydalanmak için belediye nikahı isteniyor" anlarım da.. öbür türlü fena oluyor. abd'li eşcinseller gayet 'amerikan' taleplerle "haklarımızı istiyoruz" filan diye bastırdıkça buradaki politically correct eşcinsel hakları aktivistleri mevzuu insan hakları bağlamında ele alıp beyhude gaza geliyor. halbuki evlilik dediğin en nihayetinde malla, mülkle, çeyizle alakalı bi' şey. gençler birbirini sevdiyse, miras hukukuna, borçlar kanununa giren çıkan ne?"

https://eksisozluk.com/entry/38558737

hiç böyle düşünmemiştim. bakınca, evet evlilik zaten kendi başına garip bir şey. toplumsal normdan kaçarken doluya tutulmak?

neyse bunu twitter'a yazınca, özlem benim homofobiye düştüğümden şüphelendi. sanki asıl bu yaklaşımla onları ötekileştiriyormuşuz gibi. mesela "ne haddine ne demek?" diye kızdı bana. "eşcinsel evliliği yok, insan evliliği var" üzerinden eleştirdi.

fakat konu o değil. şu:

öncelikle bunun ayrı bir isim altında incelenmesi, "duyarlıların tercihi" değil.

olaya biraz tepeden bakalım. yalnız ben tepeden bakayım derken her şey toz ve gaz bulutu kısmına kadar gidebiliyorum kimi zaman, yine öyle yaparsam dürtün.

adım adım gitmek gerekirse:

evlilik:

1. teknik anlamda evlilik, hani şu memurun önünde imza atarak yaptığın bir sözleşme türü olandan bahsediyorum, mevcut ilişkiye hukuki sonuçlar bağlanmasından başka bir şey değildir.

2. bu teknik evliliğe kutsiyet atfetmek, tamamen toplumsal bir vakadır ve öğretilmiş bir şeydir. önemli olan gerçekten hayatı paylaşmak ise, kişilerin o paylaşımda geçirdiği süreye bakılır; imzayı ne zaman atıp birbirlerinin mirasını ne zaman yasal olarak hak ettiklerine değil. kaldı ki miras hakkının meşruiyeti ile anlam ve sonuçları meselesine hiç girmiyorum bak.

hukuk:

1. hukukun temel niteliği objektif olmasıdır - tabii eğer sizin devletinizin hukuk politikası gerçekten objektivite üzereyse ya da öyle olduğu iddia ediliyorsa.

2. madem öyle, toplumun bir kesiminin evlilik hakkının tanınıp diğerinin tanınmaması diye bir şey asla sözkonusu olamaz, olursa bu hukuksuzluktur. çünkü hukuk, ayırmaz. ayırırsa hukuk olmaz.

3. o halde, eşcinsellerin evlilik hakkının tanınmaması, somut durum itibariyle hukuk idesine uymayan bir gerçekliktir, sapmadır, bug'dır, dombilidir.

eşcinsel evliliği:

1. bunun bu şekilde isimlenmesinin sebebi, hukukun "evlilik" diye tanıdığı şeyin içinde maalesef bulunmuyor olmasıdır. "olağanı belirleyen" toplumsal normlar, evlilik kavramına heteroseksüeller ekseninde yaklaşıp eşcinselleri ötekileştirmeyi erdem sayar.

2. bu sebeple, bahsettiğimiz şeyi tam olarak ifade etmek adına, eşcinsel evliliği ifadesini kullanmak çoğu zaman zorunlu olmaktadır. yani salt bu kullanım üzerinden bir önkabule düşmüş olduğum iddiasını reddederim.

eşcinsel evliliği ve toplumsal norm ilişkisi:

1. yukarıda değindiğimiz gibi, kerameti kendinden menkul birtakım toplumsal normlar, bağzı şeyleri erdem sayıp bağzılarını ise ötekileştirebilmektedir.

2. öyle ki, bu toplumsallık dediğimiz nane, iki insanın birbirini ne kadar sevdiğini ve birbirine ne kadar ihtiyaç duyduğunu değil, eş durumu tayinini hak ettikleri tarihi önemser.

belki de bunun sebebi, birlikte olmaya sadece üreme/soyunu devam ettirme üzerinden bakmaya devam eden idimiz olabilir. bilemiyorum bu daha şimdi aklıma geldi.

3. yani eşcinsel evliliğindeki temel sorun, bu toplumsal önkabuldür.

4. eşcinsel evliliği tabii ki ve mutlaka tanınmalıdır, çünkü evlilik kurumu halen vardır.

5. fakat evlilik kurumunun kendisi zaten yeniden düşünülüp farklı algılanmaya muhtaç bir haldedir.

6. toplumsal normun dışında kalmaktan muzdarip biri için acil gerekli şey, evet o normun içine gidip yaşama alanını genişletmesidir kabul.

7. fakat nihai hedef, o normun hatta norm kavramının kendisinin halli olmalıdır.

yani bahsettiğim şey bu benim. eşcinsel evliliği, toplumun bir tabusunu yıkması ve hukukun objektifleşmesi anlamında gerekli ve önemli. fakat evlilik kurumunun kendisi zaten sıkıntılı. eğer eşcinsel arkadaşlar evlendikten sonra birbirleri üzerinde salt buna dayanan bir mülkiyet kuracaklarsa, bu doğru mu şimdi?

toplumsal normdan kurtulmak isterken yine onun bir ürünü olan evliliğe doğru koşmak, bireysel özgürleşmeyi devletten nikah izni beklemeye bağlamak, evet yaşadığımız dönem itibariyle maalesef içinde bulunduğumuz bir hal. fakat içinde derin bir ironi var. seni mutsuz edenden derman beklemek gibi. kaçtığın şeyin senin ilacın olacağını düşünmek gibi.

o halde sıradaki şarkı sevip de kavuşamayanlar için gelsin:

"yasal pipisiyle bir koca yaklaşmakta."

öperim,
göksun.

12 Kasım 2013 Salı

rte'nin itici gücü olarak ulusalcılar...

selam,

dün gece tayyip erdoğan'ın kendini atatürk gibi görmeye başladığı düşüncesinden hareketle uzun bir ileti yazdım. sonra altına güzel bir yorum geldi, ben de ona yine uzun bir cevap yazdım. kaybolmasını istemiyorum.

konu, "rte'nin kendisini bu kadar yüceltmesinde ulusalcıların doğrudan etkisi." makale başlığı gibi oldu ama başka türlü ifade edemedim. özetle diyorum ki, başbakan kendisini bu derece nimetten sayıyorsa, bunun temel sebeplerinden biri, ulusalcıların kendisinin karşısına ancak atatürk'ü çıkarabiliyor olmasıdır. siz de sizi engelleyecek tek şey olarak o kadar büyük bir güç konduğunu görseniz, kendinizi nimetten saymaz mısınız?

buyrun şurada - belki bir gün düzgün bir yazı haline getiririm, şimdilik kusuruma bakmayın.

"
ya tam yatacaktım bir aydınlanma geldi...

diyorum ki, 29 ekim ve 10 kasım'da iyice belirginleşen "atatürk'e sahip çıkma" eğilimi, bizatihi tayyip'in ekmeğine yağ sürüyor olamaz mı? (kelimeyi doğru kullandım di mi bu arada, hatalıysam arayın.)

şunu demek istiyorum... rte zaten ilk çıktığı yıllarda bile atatürk'e üstü kapalı hakaretler etmekten geri durmayan bir insandı. "yolda yatan inek" benzetmesi te o günlerden kalmadır. yani zaten eğilimi belliydi. fakat artık bu eğilim, seçmen tabanında da ifade edilebilir bir hale geldi. tabii ki gelebilir, bahsettiğim ve edeceğim şey bu değil. diyorum ki, bu konuda bence biraz daha düşünmeliyiz.

neyse konuya dönersek, rte kendine rakip olarak birkaç sene önce güncel cehape'yi görüyordu. sonra cehape zihniyetine döndü, te inönü zamanında olan biten üzerinden saldırmaya başladı. derken yol döndü dolaştı atatürk'e geldi. özetle, başbakan kendi muhatabı olarak direkt atatürk'ü görüyor artık. eskiden atatürk onun için aşılacak bir engel iken, artık kendisini çok da farklı görmüyor ondan.

işte bu yüzden, muhatabının yüceltilmesi rte'nin egosunun da bir noktada okşanması demek. kendisini orada görüyor çünkü. 1 milyondan fazla insan gitmiş bu 10 kasım'da anıtkabir'e, rte biliyor ki bu kendisinin verdiği tedirginlikle alakalı. o kadar insan, kendisine tepki göstermek için bunu yapmak zorunda hissetmiş kendini. adamın etkisine bak. bir "dark sider" için muazzam bir başarı değil mi bu?

birini ne kadar yüceltirsen, onun "muhatabını" da o kadar yüceltirsin. bana kalırsa rte ve atatürk kesinlikle eşdeğer değildir ama sana bana kalandan değil, adamın düşündüğünden bahsediyoruz.

siz birinin askeri olacaksınız da, öbür taraf miğferine çiçek mi ekecek?

sevgili ulusalcı/kemalist arkadaşlar, mustafa kemal'i yine sevin ben size sevmeyin demiyorum. ama biraz dikkatli olmakta fayda var.

**
yorum:

bu adamda bu ince zeka varsa ben oyumu şuyumu buyumu direkt veririm. elbette "olmasaydı" muhabbetinde atatürk'ün karşısına direkt konması filan yanlış mesaj bu bapta. elbet çocukluğumuzdan beri asrın lideri atatürk diye belletilmişken o kendine sıfat yaptırdı bir biçimde bunlar ayrı ama adamın akıl kahvehanede siyaset konuşan adamlar gibi çalışıyor.

ben konu bu adamsa, bugüne kadar kendince başarısının onun ince zekasına değil, onu yukarı doğru fırlatan çıkar gruplarına bağlıyorum. arkada çok ciddi çalışan bir back up var. sana şu açıdan baktığımda yüzde bir milyon katılıyorum ki cehapeli saftirikler ağızlarını açıyor tayyip şunu yaptı bunu yaptı. abi bırakın şu adamın reklamını yapmayı. düşürün gündemden. kendi gündeminizi yaratın. siz gelince ne yapacaksınız onu konuşalım.

yani sözün özü onu bu seviyeye çeken atatürk karşısına koyan cehape ne yazık ki. çok yazık ki oy vermeye mecbur olduğumuz işe yaramazlar grubu.

**
tekrar ben: selams, yorumunu dün telefondan gördümdü, bir şey yazamadım.

başbakan, özellikle son aylarda artık gerçekten ne yaptığı anlaşılmaz bir hale büründü. fakat ben yine de, kendisinde o ince zekanın bulunmadığını düşünemiyorum. olamaz çünkü, mümkün değil. tamam uzun süreli iktidarını elbette ki back-up'la hallediyor ama o zekadan yoksun olsaydı, en başta o back-up kendisini alaşağı ederdi. grup içindeki iktidar kavgalarını, güç boşluklarını filan konuşuyor olurduk. fakat rte akp tabanında adeta "güneş tanrısı" gibi bir şey, bence bunu gözden kaçırmamalıyız.

bu davranışların ve üslubun arkasında mutlaka bir niyet var. ben te gezi'nin başından beri, bunun doğrudan rte'nin başında olduğu bir plan olabileceği düşüncesindeyim mesela. belki de amaç, ülkeyi "demokrasi ithaline hazır" hale getirmekti ve eğer bu böyle olmadıysa, biraz da gezi'nin ilk olmasındandır. herkes şaşırdı çünkü, kimse ne yapacağını bilemedi. sokaktakilere "vandal!!1!1" diye saldıranlar bile, o vandalın kendi eşi dostu olduğunu görünce bi duraladı. bir de allah var, biz çok efendi direndik. sokağı gören hiç kimse, tek bir "çapulcuya" bile terörist diyemez.

eğer ince zekadan yoksun birini arayacaksak, belki de ulusalcı tarafa bakmak daha uygun. bir yandan rte'yi "hala 1930'lar üzerinden saldırıyor" diye eleştirip, bir yandan karşı argüman olarak yine aynı yıllara sarılmak çok derin bir çelişki. bunu görmüyorlar. gidecek anıtkabir'den başka hiçbir yerleri olmamasından rahatsız değiller. rte'nin karşısına atatürk dışında tek bir güç çıkaramayarak, aslında tarifsiz bir acziyet gösterdiklerini düşünmüyorlar.

hukuk hocalarından biri, "hiçbir dayanak bulamayan avukat, gider medeni kanun'un 2. maddesine dayanır." der. atatürk de mk 2 gibi oldu, söyleyecek sözü olmayan kendisini öne sürüyor. ayıp ayol.
"

sevgiler,
göksun.

31 Ekim 2013 Perşembe

bağladım canımı eteğimdeki taşlara

selam,

çok gidik, çok asabi ama bir o kadar da tatlı, tam acı çekmelik kafam var. asahdfhahgha içtim mi nedir ayol, yoo, tamamen beyinde laktik asit birikmesi. dün ders çalışırken sütlü alkol içmeyecektim. bu arada laktik asit kafasıyla geçmişimiz var, şurada anmıştım kendisini: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2013/08/baslksz.html

bugünkü varoluş paradoksumuz, bir eczacı hanımla şükrü'nün ortak yapımı. bugünlerde bizim oda çok karışık ve kalabalık, eczacıların sgk protokolü yapma zamanları geldi. eczacının biri de gelmiş kalabalıktan dertleniyor. efendim ayın 8'ine kadar vakit varken neden burası bu kadar kalabalıkmış... "eczacı hanım yalnız siz de bugün gelmişsiniz, onu nasıl yapalım?" diyemedim tabii. "eczacı hanım ne yapabiliriz, herkes geldi işte, kovalım mı?" demekle yetindim. efendiliğimden öleceğim bir gün.

neyse işte ben feysbuk'ta twitter'da atarlandım biraz filan. diyalog ise şöyle gelişti:

- benimle kavga edilmez dostum, dövemediğimi umursamayarak dağıtırım. (bir köşede sessizce ağladı :/ )
- yazık yeaa :p olsun kavga kötüdür zaten :d
- valla öyle diye diye eteğimizdeki taşlarla ölücez, ben ona yanıyorum. (oha dur ben bunu uzun yazıyim. varoluşçu mode on.)

eveet, zeki müren playlist'imizi de açtığımıza göre, yaşasın düşünerek yaşlanmak!

benzemez mi kimse bana? herkes mi o kadar tutuyor o taşları? yazık ayol.

bir gün, deniz kenarında yürürken, o taşlar eteğimize o kadar ağır gelecek ki dengemizi kaybedip dibi boylayacağız.

veya rakıya öyle bir düşeceğiz ki, biz taşları döküp bitirene kadar içtiğimizde boğulmuş olacağız.

belki şaraptan olacak o deniz, "şarap iyidir kan yapar" diyerek avunacağız fakat bu sefer, iç kanamadan devrileceğiz.

o halde taş biriktirmeyelim biz, geleni savuradularım derken, kırdığımız camların hesabını veremeyeceğiz.

veya öyle hafifleyeceğiz ki, kuş gibi olup artık kendimizi bu "ağır dünyadan" görmeyeceğiz.

peki ne olacak bu taşlar?

ölmek isteyip bir türlü ölmeyecek miyiz?

belki insanların boyu yaşlanınca bu yüzden kısalıyordur. halterci gibi düşünün yani, ağırlık kaldırdıkça içeri göçüyorsun. aslında kemik erimesi de yok mesela, işte onlar hep taş taşımaktan. kemik yorgunluğu. metal bile yorulurken, bizim kemiklerimiz 70 yıl nasıl dayanabilirdi?

bana en acı haber kiminle olduğun değil yalnız. onu bi konuşalım yeri gelmişken.

eteğinden düşmüş olmak.

bir yandan yük olmamak hoşuma gider, bari beni düşünme. ama acaba seni, beni unutmandan rahatsız olmayacak kadar umursamayan bir kafaya kavuştum mu gerçekten; yoksa bunu şovalyelik adına mı söylüyorum? ahah bence cevabı biliyoruz.

ama ben kendi egomu buradan da çıkarırım. mesela şu çok güzel bir soru değil mi, acaba seni unutmayarak sana mı, yoksa aslında kendi geçmişime yani doğrudan kendime mi saygı gösteriyorum?

hahayt, naber, kendini sevmeye kararlı bir göksun'un önünde kimse duramaz. bir taş yığını bile.

bu arada eteğinden düşüyorduk en son ya konu dağıldı. evet bak beni üzer bu. bilirsin unutulmak dokunur ya her insana.

ama unutulmak da değil bu tam ya. çünkü kafa unutmaz aslında. her çektiğin acıdan sonra sen artık başka birisin, hatırlasan da hatırlamasan da. yeni alışkanlıkların ve huyların var artık. yeni bir bakışın var. yani bir kaya olarak değilsem de, solunmuş toz zerreleri olarak ben senin içindeyim aslında. ben dediğime bakma, bu hepimiz için geçerli, sen de varlığını benim nefronlarımda sürdürüyor olabilirsin mesela. belki öyle bir çekmişimdir ki seni içime orada kalasın diye, belimin arkasında küçük zerreler halinde duruyor olabilirsin. belki elimi belime o yüzden bu kadar çok atıyorumdur.

yani o taş orada duruyor, hep duracak. peki nasıl düşer ki acaba? onu bilemiyorum. belki hipnoz? beyni noktasızlaştırmak? ki o bile tam olmuyor biliyoruz ki. belki onun orada durduğunu kabullenip ona göre yaşamak, en doğrusu. ki ben hep bunu yapmışımdır, yani zaten kesinlikle en doğrusu. mesela gözlerin doğacak gecelerime, en azından bir süre. ne yapayım, selam verip geri yatacağım. bu iş böyle diyerek. john nash de öyle iyileşmemiş miydi, "evet biliyorum siz maddesel gerçekler değilsiniz ama yine de seviyorum ulan" diyerek? keşke onu te en baştan yapsaydı adamcağız ya, çok acı çekti yazık. karısına duble yazık. az mı ağladı.

peki şimdi o zaman, taşları eritmezsek zaten sıkıntı var eyvallah da, neticede bunlardan arınmak mümkün değil ya hani... bunlar birikip birikip içimizi tamamen kapladığında ne oluyor?

tamamen taş mı kesiliyoruz?

belki buna direndiğimiz için ölüyoruz? ecel dediğimiz bu aslında yani?

kemiklerimiz dayanmaz oluyor. belki aklımız gidiyor. gözümüz görmeyi, kulağımız duymayı reddetmeye başlıyor. çünkü gerçekten artık yeter.

en nihayetinde, geliyor adam tepemize oturuyor, bak dostum diyor, bugüne kadar iyi direndin ama artık seninle uğraşamayacağım, doluyorum orağı boynuna...

direnmeyip ne yapacağız ki? fenafillah garantiliyse o işe de girebilirim bak. ama söz isterim. kiramı faturalarımı kredi kartımı ödeyecekseniz, kitaplarımı okuyup makalelerimi yazacaksanız ben varım beyler. denerim yani, varamasak da yolunda ölürüz.

veya öyle sarhoş olmalıyız da bir an seni mi unutmalıyız? "bir an" unutmak gerçekten iyi bir şey, insana kendini iyi hissettiriyor. ama ben komple unutsam üzülürüm ya, vallahi üzülürüm. bakma çok allah kitap çektim ama ne bileyim, yaşamış olmayı seviyorum ben ya. oha yalnız, yaşamayı değil de yaşamış olmayı sevmek? içselleşmiş bıkkınlık mı demeliyim buna, bu nedir bu?

ama yaşamış olmayı sevmek, bir yönüyle de yaşamı sürdürmeyi gerektirmiyor mu? yaşayayım ki yaşamış olmayı seveyim değil mi? ahshahsha olm ben gerçekten seviyorum kendimi ya, çok eğleniyorum lan bu paradokslarımla. nitekim bunu da yazmıştım aha o da şurada: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2013/10/neyse-ki-paradoks-diye-bir-sey-var.html

bu arada en çok kendime atıf yaptığımın farkında mısınız? her konuda önceden yazmış ve her şeyi önceden söylemiş olduğumun? çok mu yalnızım be atam? yoo değilim aslında, hatta sosyallikten bokum bile çıkıyor. fakat işte insan içinde böyle kasamıyorsun. bunları konuşacağım bir özlem var, onunla da konuşmama gerek yok ashahahah paradoks gibi paradoks kardeşim tebrikler.

bu arada diyor ki, "ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım." iyi bari kalbinde bulmuşsun, ya o imgeyi kurmaktan dahi aciz olsaydın? ya kuracağın bir hayalin bile olmasaydı? düşündün mü hiç?

"haddi canım daha neler" demeyin abi var öyle insanlar. zira "talebin neyse osun sen" demiş büyüklerimiz, sen o güzel insansın ki imgelerindeki o güzelliğin peşindesin. ya aslında "imgelemindeki o güzellik" diyecektim de o kelime de çok ılık geldi ya. kusura bakmayın.

artık benim kalkmam lazım çünkü yazmazsam değil tuvalete gitmezsem öleceğim. biraz da orada sıkıntı çekeyim, çünkü benim her defasında kafam açılır. tuvalet değil agora meyhanesi mübarek, orada yaşanıyor varoluşun en divanesi, en şahanesi. kesin bilgi.

öps,
göksun.



27 Ekim 2013 Pazar

paradoksla uğraşmayı bre göksun, oyun mu sandın?

"insan hiçbir zaman inancını tam olarak yitirmez." diye karşılık verdi marki. "içinde hep bir kuşku kalır."
aşk ve öbür cinler, 2013 baskısı, sayfa 88.

son günlerde bir huy edindim, hissetmecilik oynuyorum. dinlediğim şarkının içine girip, nasıl bir sürecin sonunda ve hangi duygularla yazılmış olduğunu bulmaya çalışıyorum. uygun "kafayı" bulunca da direkt olarak oraya gidip onu yaşıyorum. mesela en son dün "biliyorsun bir zamanlar, seni ne çok seviyordum" şarkısını yaşadım. bunun için aldatılmış olmam gerekmiyordu; zaten gerekseydi empati diye bir kavram keşfedilmiş olmazdı. gerçi bu son dediğim empatinin keşif olduğu önkabulüne dayandığı için bozuk bir ifade oldu. ama şimdi buradaki bozukluğu izah etmeye halim yok.

benzer bir şey kitaplar için de sözkonusu. kitap dediğin de 3-5 dakikalık bir şey olmadığı için, okuduğum sürece o evrende yaşıyorum. bazen bir olayı düşünürken "iyi de o yaşanmış değil okunmuş bir şey" dediğim oluyor. seviyorum böyle biri olmayı, kendinize küçük küçük evrenler yaratıp bir süreliğine orada kalabiliyorsunuz. kaldı ki, yaşamadığı bir şeyi hissetmek bence muazzam bir süper güç. bu konuda tevazu sahibi olamayacağım.

bu kitapta, karakterlerden hangi biri olacağımı şaşırdım. okurken adeta çoklu kişilik yaşıyorum - bundan şikayetçi olduğum sanılmasın. yalnız bu karakterlerden bahsetmeyeceğim ve bu yazının kitapla hiçbir alakası olmayacak; sadece son oyunumdan bahsetmek istediğim için konuyu oradan başlattım.

yine de şu kadarını söyleyebilirim ki, sanırım en çok marki'ye bürünmüş haldeyim. henüz kitabı bitirmediğim için kesin konuşmayayım ama en çok onun içine girebildiğimi düşünüyorum. örneğin bu cümlesi beni çok ağır tavladı.

bunu hep düşünmüşümdür, biz neden kavramları "tersinden" almıyoruz hiç? geçen gün muhafazakarlık için söylemiştim hatta, neden hep "milli değer muhafazası" oluyor bunun konusu, kendi yaşam tarzımı ve gelişim sürecimi muhafaza etmek istiyor olamaz mıyım?

bildiğimiz tek şeyin hiçbir şey bilmediğimiz olması paradoksunu nasıl çözüyoruz?

eğer her şeyden şüphe ediyorsam, şüphe etmenin doğruluğundan neden etmeyeyim?

tam da bu yüzden, dünyayı düşünmek çok anlamsız - anlamsız olduğu için de son derece keyif verici - eğer benim gibi bir anlam arama bağımlısıysanız.

düşünsene, emin olabileceğin hiçbir şey yok ve sen bunun içinde bir yerlere tutunmaya çalışıyorsun. tutunduğunu sanıp kendini bıraktığında tekrar aşağı düştüğünde ise, kendini dünyaya saldırarak rahatlatmaya çalışıyorsun. fakat dünya böyle şeylerin kaygısını taşımaz ki. ona o anlamı sen yüklersin. dünya bir mühendislik harikasıdır, mekanik ve toplumsal. her şey kollektif olarak kurulur ama sen bu kollektivizmin içinde tek başına yaşar ve istatistiklerde "bir" olursun.

işte bu tekinsizlik içinde, seni bir yere tutunduran tek faktör o yere olan inancındır. öyle ki, sen "ben tutunmayacağım" diye bir ilke kararı aldığında dahi, aslında o ilkeye tutunmuş ve öyle yapacağına inanmış olursun.

yani bundan kaçamıyoruz. ama inanç meselesine ağır anlamlar yüklemek de çok uygun değil bence; burada varlığını yoluna adamak gibi bir maneviyat değil, somut bir ikna olma hali de sözkonusu olabilir. zira ikna olmak da inancın bir görünme şekli.

insan bunun üzerine yaşıyor bence. inancını kaybettiğinde dahi, tekrar inanmayacağına inanmış oluyorsun. bunun sonu yok.

peki bir şeye inanmayacağına inanmak, hayatı anlamsız kılar mı?

benim için hayır. yani şimdilik öyle düşünüyorum, umarım geçmez.

çünkü ben düşündüğüm şeyin teyidini alarak yaşayan biriyim. bu belki bir karakter zayıflığı olarak düşünülebilir fakat ben daha çok oyun gibi görüyorum. içeride zaten her zaman birden fazla kişi var; bunlar da sürekli çift kale maç halindeler. "bence bu iş böyle olur" deyip kendimi olayları doğal akışında izlemeye bırakıyorum, skor hanesi de sürekli güncelleniyor. kendi içinde eğlenceli bir hayatım var, bakmayın ağladığıma.

"dur bakalım..." diye izlemekte olduğum hangi iş nasıl sonuçlanacak bilmiyorum. kendimden alıntı yapacak olursam, "kendi hayatını dizi izler gibi izleyince, bir sonraki bölümü heyecanla bekliyorsun."

işte o yüzden, inanmasam da mutluyum ya, bu bana yetiyor.

30 Eylül 2013 Pazartesi

"benden çok mu sevdin?"

ya günlerdir kafamı tutamıyorum, oturup iki satır yazabilecek kadar dahi. her şey birer cümle olarak gelip geçiyor. siz bunu kelime anlamıyla aldınız ve doğruydu da, ama başıma gelenler de öyle hep.

bir yerde mi okumuştum, belgeselde mi izlemiştim artık her neyse, büyük kedilerin (aslan filan yani) rüyaları kesik kesik sahneler şeklinde olurmuş. işte benim kafam ve hayatım da öyle. her şey kesik kesik, devamı gelen tek şey iş stresi. bir atlatmadık şu seçim sürecini. işin fenası, tamam seçim süreç vesaire bunlar önemli şeyler tabii de, canımı en çok bizim başkanın keyifsizliği sıkıyor.

kahkaha atarken ağladım biraz önce ya la.

hayır bunun neresi acayip açıkçası onu da anlamış değilim. bu bana zaten hiçbir zaman acayip gelmedi, çünkü çocukken de böyleydim. fakat acayip gelmemesinin sebebini, saf bir şekilde, aynı anda iki şeyi birden düşününce iki farklı tepki vermenin çok mantıklı olması şeklinde açıklıyordum. bu kadar kolay ve mantıklı yani. ağlarken bir karikatür görüp gülebilirsin, bunda ne var ki? değil mi?

ama öyle değilmiş. yani evet öyleymiş, ama olay sadece o değilmiş.

meğer acı çekmek komik bir şeymiş.

kendinize bir yabancıymış gibi bakınca her şey çok komik gelmiyor mu? acı çekiyorsun lan, sanki dünya çok da matah bir şeymiş gibi. hayatında biri olunca her şey çok güzel olacakmış, evde hazır yemek bulacakmışsın, biri senin yorgunluğunu dert edecekmiş gibi. bunlar iki gün olursa üçüncü gün de olacakmış gibi.

bir şeyler özlemek çok saçma. sanki kavuşacakmışsın gibi.

o kadar mutlu olduğun hiçbir anın sonu gelmemiş gibi.

abi hayat çok komik, hepimiz bir coen filminin içinde yaşıyoruz.

acı çekmek ne ya ahahashahh çok salakça. ama çekiyorsun.

"ah allah'ım benden çok mu sevdin..."

allah'ın herhangi bir şeyi insandan daha çok sevmesi ne kadar mümkün olabilir? sevgi, ihtiyaçtan ve boşluktandır. tanrı'nın böyle bir hisse kapılması çok saçma değil mi? (insandan daha çok derken, insanı değil insanın sevdiğinden daha çok.)

ona bakarsan, tanrı'ya herhangi bir his atfetmek komple sıkıntılı oluyor. korkamayacağı kesin zaten, gerçi şeytan'la iddiaya girebilmiş bir tanrı'dan söz ediyoruz. iddia varsa ego vardır. ego varsa gerisi gelir zaten. merhamet desek? hep olduğu iddia edilen? ahah koskoca kainatla uğraşan bir merhameti nasıl anlamlandırabileceğimi bilmiyorum. okyanusta bir damla kadar bile değiliz, tanrı'nın merhametini istemek biraz abes değil mi? gerçi düşününce, belki öyle düşünmemizi istediği için böyle davranıyor olabilir. bilemiyorum bir gün tanrı olursam olay yerinden bildiririm.

bu arada aslında yeri filan gelmedi ama hazır tanrı demişken şeyapayım; bugün çok ergenekoncu gördüm kendisini. konu havva'dan açıldı, öğrendik ki tamam kadıncağız gerçekten de bir kemiktenmiş ama o kemik kimin belli değil. adem'in kaburgası meselesi diğer dinlerde geçen bir şeymiş. tamam aldık kabul ettik, derken benim aklım lilith'e gitti. ona bakındım biraz. sonra beynimde bir kısa devre oldu, lan dedim, bu lilith eşit yaratılmış bir kadın değil mi? ama bak isyancı oluyor, kocasını istemiyor ve hatta, bebek seri katilliğine bağlıyor meseleyi. bu hikaye sizce de çok "art niyetli" değil mi? tanrı "bak eşit yaratınca böyle oldu, ben de kemikten yürüyeyim dedim napalım..." demek istiyor gibi değil mi? abi ama olmaz bu ya, mitolojii bu şekilde oluşturmak tarifsiz bir kötü niyet ya. bir de feminist milleti sevmiyor mu bu lilith'i, hepsi gerizekalı.

lan bilinçaltımıza işlenmek istenene bakın alo! salak mısınız bacım afedersin!

bu tanrı meselesini geçen alper canıgüz'le konuştum - ama kendisinin bundan haberi yok. alper'in yani. zaten haber verebilecek olsam kendisine alper bey derdim zira tanışmıyoruz. ama benim birer olric olmasa da anlık hayali karakterlerim vardır hep, geçenlerde de alper geldi sağolsun. metrobüste beni elimde oğullar ve rencide ruhlar'la görmüş, yanıma oturdu. mecidiyeköy'e kadar lafladık. konu nasıl olduysa tanrı inancına geldi, inanıp inanmadığımı sordu. ben de klasik cevabımı verdim, inanıyorum çünkü bu bir meydan okuma ve ben meydan okumayı severim. nasıl yani dedi, inanmayı seviyorum işte dedim, anlamaya çalışmak hoşuma gidiyor. yani dedi, seninki bir şeyin gerçek olup olmadığını sorgulamaksızın kendi seçtiğin bir inanç mı dedi. evet dedim, zaten bir şeye inanmanın mantığı da bu değil mi? kendini iyi ve nispeten güvende hissetmek.

aslında sohbetin devamı, tanrı'ya iman etmek ve ona inanmak arasındaki fark üzerinden gelişti ama ben şimdi farklı bir yola gideceğim. çünkü tanrı'yı aradan çıkarıp salt "inanmak" olarak baktığında hayata, evet lan, tam da söylediğim gibi. mantığı, kendini iyi ve nispeten güvende hissetmek.

yani aslında matematiksel veya fiziksel bir gerçekliğe ihtiyacın yok, inanmak için. neden olsun ki?

işte bak, acı çekmek çok komik. kendini istediğin herhangi bir şeye inandırabilirsin, neden yalnız olmasaydın mutlu olacağın gibi bir inanca kapılıyorsun ki? çok saçma. işte hep bir yerlerden öğreniyoruz bunları.

dün yaşar güvenir'i keşfettim, bilmediğim için utandım kendimden. sonra özlem bana "çaresizim" şarkısını öğreterek aslında dimağıma yeni bir intihar modeli kazandırmış oldu. şu an şarkı loop'ta, muhtemelen onuncu dinleyişim filan - aha on bir başladı.

"of allah'ım benden çok mu sevdin"

işte her şey bununla başladı.

hayır, benden fazla sevmiş olmanın imkanı yok. gerçi kimden bahsediyorsam. böyle olunca insanlar benim belirli birine kafayı taktığımı düşünecek ki ben de öyle düşünürdüm başkası için. ama yok öyle değil. ben genel olarak, birini sevme fikrini seviyorum. böyle de hasta bir insanım yani. ama sevilmekte bir şey yok ki, biri seni seviyorsa zaten bunun için hiçbir şey yapmamış olman gerekir. normal, her zaman nasıl davranıyorsan öyle davranmış olmalısın. aksi takdirde sana yöneldiği düşünülen hissin aslında seninle alakası olmaz. yani birine iyi-kötü bir şey hissettirmek inanılmaz kolay bir şey, tabii gerçek bir hissin peşindeysen. olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol, bu kadar.

ama sevmek öyle değil. ha deyince olmuyor, olunca da bu artık her şeyin yoluna girdiği anlamına gelmiyor. işte bak, sevmek de bir meydan okuma, tam bana göre.

şarkı tekrar başladı.

evde rakı var aslında da ı ıh, yazarken içmek istemiyorum. bak mesela kıymalı semizotu ve makarna eşliğinde rakı içmek de komik bir şey.

yeter bu kadar acıktım ben.

adam nasıl sevmiş arkadaş, bu nasıl derin yaşanan bir acıdır yarabbim. "of allah'ım benden çok mu sevdin..."

mümkün değil.

21 Eylül 2013 Cumartesi

"benden adam olur mu?"


şimdi siz geyik yapıyorum sanacaksınız ama vallahi ciddiyim, aklın tuvalette gelmesi diye bir şey vallahi var. bana hep olur. eğer bu gerçekten "türklerin" başına gelen bir şeyse, tam olarak bilmediğim - çünkü pek merak etmediğim- etnik kökenim böylece çözümlenmiş oluyor. dibime kadar türk'üm arkadaşlar.

bu sabah malum mekanda iki aydınlanma birden yaşadım. biri direkt özlem'le ilgiliydi ve konuyu kendisine aktardım zaten, diğeri ise daha bir sıkıntılı, daha bir varoluşçu. tam kendimden beklediğim gibi. ahir ömrümde, tanımadığım biriyle bir odada hiç konuşmadan öyle "mal mal" oturmak isteyeceksem, bu yalnız ve ancak sartre olabilir. belki zweig da olur ama o plase. bu arada, böyle entel kuntel konuşuyorum diye beni bu iki insanın külliyatlarını okumuş filan sanmayın ha, birer kitaplarını okudum sadece. ama yetti. özlem'le konuşmak gibi yani, fazlasına gerek yok, herkes her şeyi anlamış oluyor.

dört gündür ankara'daydım, salı sabaha karşı "akşam döneriz yeaa" diye gittiğim şehirden cuma gecesi döndüm. keyfi değildi, iş içindi. fiziksel olarak değilse de manen zor bir dört gün oldu. neyse konu o değil.

evimi, evimi derken kendime ait dünyayı ok-kadar özlemiştim ki, eve gelir gelmez çantamı bırakıp özlem'e koştum. oğuzhan da vardı, zeki müren'e filan bağladık doğal olarak. neyse sabah uyandık işte, uyanır uyanmaz duyduğum ilk şey: mazhar alanson - benim hala umudum var. özlem bize bu şarkıyı uygun gördü.

başladım ağlamaya... ulan dedim, bu şarkı ilk çıktığında lisedeydim ve "benden adam olur mu" diye mırıldanıyordum, şu an bir doktora adayıyım ve aynı soruyu hala soruyorum. adam olmak için vakit mi kaldı, olacağını oldun artık. daha neyi sorguluyorsun?

sonra, tekrar ulan dedim, 15 yaşında hayatı anladığını sanan gerizekalılar diye bir kalıp var ama, bizim o yaşta anladığımız doğru olmasın? yoksa ben aynı şarkıyı 12 sene sonra nasıl hala aynı hislerle dinliyor olabilirdim? ki 40-52 gibi bir 12 yıldan değil, 17-29 arasından bahsediyorum. okullar, hayatlar, arkadaşlar, adamlar değişiyor. hayatımızın en radikal değişikliklerinin olduğu bir zaman aralığı. buna rağmen ben hala aynı noktadaysam ve etrafımdaki herkes öyleyse, neden 15 yaşındaki algımızı bu kadar küçümsüyoruz?

yalnız aynı nokta deyince lütfen bana "ben aynı noktada diilim taam mı, bana tapan 3 çocuğum ve 36 beden mükemmel eşim var" diye gelmeyin. başka bir şeyden bahsediyorum. arayışın bitmemesi halinden.

şimdi bakın size çok matematiksel anlatayım.

1/3 ile 100/300 farklı şeyler midir? hayır.
okyanustan bir bardak su alırsak, okyanusun ve bardaktaki suyun yoğunluğu farklı olur mu? hayır.
acının birimi olmaz ama ifade etmek açısından varmış gibi düşünelim; en fazla 10 birim acı çekmiş birinin 5'le sınanmasıyla, 100 birimi bilen birinin 50'yle baş etmesi farklı mıdır? hayır.

işte bunu söylüyorum. 15 yaşındayken 1'dik, bir bardak suyduk ve 5'le uğraşıyorduk. sonra "işlem hacmimiz" arttı, birler 100, bardak okyanus ve 5 de 50 oldu. olan bundan ibaret. yani bizim o yeni gelişen hayat tecrübemiz ve algımız, aslında son derece doğruydu. fakat biz büyüyünce, bizim yerimize pelin'le çıkan adama ağlamayı çocukça bulduk.

e ablacım gerizekalı mısın, şimdi niye ağlıyorsun? yine seni değil pelin'i seçti diye değil mi? sadece bu sefer yan sınıfta okumuyor da başka bir şirkette çalışıyor. (not: pelin derken, öyle bir şarkı var diye dedim. bağzı can'lar şeyolmasın :) )

efendim hoca 68'e iki puan daha vermemiş de teşekkürü kaçırmışız... şimdi de zam peşinde koşuyoruz.

ilayda'nın yeni ayakkabıları çok şıkmış ama kendisininkiler çok eskimiş, annesi de yenisini almıyormuş. özenme hissimiz aynen devam etmiyor mi, kredi kartımızı ödeyemediğimizden. belki artık iş arkadaşımızın ayakkabısına değil de, iyi bir evde oturmaya, tatile gitmeye, okunacak kitaplara ya da belki hala ayakkabıya... özenmek tam gaz devam şu hayatta.

artık okyanustayız, o yüzden küçük bir göldeyken hissettiklerimiz çok çocukça geliyor. ama değil. 15 yaşındaki birinden, senin ev geçindirme derdini anlamasını bekleyemezsin. çünkü onun olayı o değil. çocukcağızın bildiği tek şey, harçlık yetiştirmek. yetişmediği zaman annesinden isteyecek ve alacak belki, yani o yetiştirmeyi bile tam bilemeyebilir. çünkü onun işlem hacmi o kadardır. ama çocuk kalkıp "param yok" diye ağlıyorsa, o hissin seninkinden zerre farkı yok. onun arkadaşının çantasına bakarken düşündüğüyle, senin uçak bileti ararken aklında gezenler inan ki hiç farklı değil.

işte o yüzden, bir şarkıyla ergenliğe geçmek hala mümkün. çünkü o biten bir süreç değil.

ergenlik, "farkına varma" süreci. çocukluktan çıkıp dünyayla yüzleşmeye başlayınca afallıyorsun. bir de tabii tipin de yamuluyor iyice, hayat bayağı zor yani aslında. fakat bizim yüzleştiğimiz şeyler sona ermiyor ki hiçbir zaman. sadece artık onları yıllardır biliyor oluyoruz. geçeceğini öğrenmiş, önümüze bakmaya alışmış hale geliyoruz. ama üzüntüsü değişmiyor.

15 yaşın tek sıkıntısı, hayatın devam etmeyeceğini sanmamız. ben "bu hep böyle olacak" kısmına katılıyorum, evet hep öyle olacak çünkü oluyor. kendimden biliyorum. talepler, beklentiler ve kırıklıklar bitmeyecek. ergen arkadaşlar üzülmesin ama hayat böyle bir şey. ama işte, o hayat "konpile" devam ediyor, güzellikleriyle de. bunun farkında olunamadığı için, yaşamak o dönemde çok zor. ki bu da çok normal, genç arkadaş daha sonrasını öngörebilecek durumda değil ki kendini iyi hissetsin.

hayat devam ediyor. tamam ben o şarkıyla hala ağlıyor olabilirim, ama hiç olmazsa çocukluk hayalim olan mesleğe kavuşmuş ve moda'ya yerleşmiş durumdayım. okuyacak kitabım, izleyecek filmim, konuşacak dostum ve içilecek rakım var. hamdolsun.

demek ki ben de böyle "olmuşum." evet başka yollar da mümkündü, ama ben böyle bir insanmışım ki yolun sonu buraya çıkmış. çok farklı hayatlar hayal edebilirim, kendimi çok güzel yerlerde düşleyip bunalıma girebilirim ve giriyorum da. ama "oralarda" olabilecek olsam olurdum, demek ki olunmuyormuş. napalım.

şu saatten sonra bunu sorgulamak gerçekten anlamsız.

"bu fırtına durulur mu, benden adam olur mu..."

o fırtına durulmayacak güzel kardeşim, sen onun içine doğmuşsun çünkü. ha senden adam olur mu kısmına gelince, bence olmuş zaten. adamlık böyle bir şeyse demek ki...

öps,
göksun.

5 Eylül 2013 Perşembe

hadi dışarı çık...

selam,

vaktiyle neler yazmışım da müsvedde olarak kalmış diye bakarken, gördüm ki "outdoor" konusuna bir giriş yapmışım. devamını getireyim dedim.

hayatımda spor yapmış insan değilim, kalkıp "outdoor sporlarla ilgileniyorum" diyebilecek durumda hiç değilim. kendisine kanyon yürüyüşü süsü verilmiş bir trekking'e katıldım, uludağ'a çıktım, en son geçenlerde harmanköy'de kaya tırmanışı yaptık, birkaç defa da boulderistanbul'a gittim. şimdilik bu kadar. ekim ayı başında ılgaz düşünüyoruz, sonrası da kış zaten.

bu iş gerçekten hoşuma gitti. kışın yapmayı en azından bu sene düşünmüyorum fakat seneye kadar ne olur, gözüm ne kadar kararır, malzemeyi ne kadar ayarlayabilirim bilemiyorum. "katiyen uğraşmam" noktasında değilim yani, yeterli motivasyon ve bütçeyle neden olmasın.

şimdi, ucundan dahi başlamamış olanlar için, bu işler nasıl işler diyerek bir anlatalım...

1. fiziksel uygunluk meselesi

hafiflik faydalı ama savrulmasak iyiydi.
benim her zaman "iyi de bu işler için fazla çelimsizim ben, olmaz yani, hatta beceremem" gibi endişelerim olmuştur. hala da var açıkçası, tam geçmedi. fakat faaliyetlerde görüyorum ki, "küçük ebatlılık" gerçekten çok işe yarayan bir şey. adımını yukarı atabiliyorsun, kolay çekilip tutuluyorsun, dengeyi bulmak da daha rahat oluyor filan. yalnız 49 kilo da olmamak lazım, kaya tırmanışı ve ip inişinde rüzgar çok savuruyor o zaman. inerken sırt çantasıyla indim, ı ıh, yine de sağlı sollu dağıldım iyice. arasını bulmak gerek.

denge, bir solak olarak benim için biraz daha "çalışma gerektiren" bir konu. ne alaka diyenlere hemen açıklayayım. dengeli basmak için, senden öncekilerin bıraktığı izi arıyorsun. ya da sağlam bir çıkıntı girinti filan. fakat, o güzelim adım izleri sağ ayak tarafından bırakılmış oluyor. yürüyüşlerde birkaç kere, "orası sağlam tamam da sağda kalıyor, ben şu an solu atacak noktadayım" diye düşündüm. ama sağı atınca da oluyormuş. kimi zaman adeta bir "balerin edasıyla" ilerledim, çapraz çapraz. komik görüntülerdi.

başlangıçta hızlı yol alamamak gayet normal, işte bunlar hep kondisyon. büyürsem geçecek kısmetse.

2. malzeme

of işte en içinden çıkılmaz nokta burası. sürekli alınıyor efendim durduramıyoruz.

ilk faaliyet sulusepken bir günübirlik yürüyüştü, o yüzden malzemeye birden yüklenmem gerekmedi. bir ayakkabıyla çıktım işin içinden. malzeme çok anladığım bir şey değildir, gittim atlas outdoor'a sordum. ama zaten benim ayak numaramdan tek bir tane olduğu için, o tek karrimor'u aldım. bu arada ayak numarası derken, aslında bir numara büyüğünüzü almanız gerekiyor. çünkü ayağınıza çorap diye geçireceğiniz şey, bildiğiniz yorgan parçası.

önemli olan ayakkabının kaymaz tabanlı olması ve kullandığı membran. "garotex"denen ama aslında "gortex" okunan şey, o membranın kendisi değil markası. yani başka marka bir ürün de kullanılmış olabilir, önemli olan ayakkabının su geçirmeyip buhar çıkarması. bunlar fiyat fiyat, ben henüz yeni başladığım için birkaç yüz liralık veya kış dağcılığına yönelik şeylere bakmadım. peşin 160 liraya bitirdim ayakkabı işini. gayetten de memnunum.

lakin bu işler tek ayakkabıyla olmuyor maalesef. tırmanışa da girecekseniz, onun ayakkabısı ayrı. "friction" denen bir şey geçiriliyor ayağa - fakat aslında frikşın diye bir kelime yok, bu tamamen bizimkilerin uydurması. dışarıda buna normal "climbing shoes" deniyormuş. neremizden uydurmuşsak demek ki.

en temel malzeme kırmızı oje tabiysi.
bu ayakkabı son derece rahatsız, asap bozucu, ayak ezici, acayip sinir bir şey. ayağınızın eğik durması gerekiyor çünkü. yani eğer o ayakkabıya annncak girebiliyorsanız, hiç endişelenmeyin, doğru yerdesiniz. sadece tırmanış anında giyileceği için istemezseniz almayın, boulder'da kiralayın ya da faaliyetlerde otlakçılık yapın. fakat ayak bu, her kaba girmez. ben aldım, millet marka, çok tavsiye edildi. bu işle uğraşan birkaç arkadaşta daha gördüm aynısını, demek ki iyi etmişim. o da peşin 160 lira, beşiktaş adrenalin'den.

kask çok hayati. belki faaliyet hayatınız boyunca hiç ihtiyacınız olmayacak, ama yine de çok hayati. düştüğünüz takdirde sizi felçten koruyacak başka bir şey yok çünkü. fakat bu kask piyasası çok şerefsiz. aletin öneminden dolayı, fiyatları bence fazla yüksek. çadır alabileceğin paraya kask alıyorsun. adamlar resmen korkuyu sömürüyor. gittik sömürüldük, ne yapalım... 150 lira da oraya gitti. camp marka, o da atlas'tan.

benim aldıklarım henüz bunlar, fakat mat, uyku tulumu, çadır, çanta ve baton da gerekiyor. çadır genelde kamptaki birilerinde fazladan oluyor fakat insanlara bağımlı kalmamak için mutlaka almak lazım. diğerlerini de şimdiye kadar ödünç hallettim ama ılgaz'dan önce onları da tedarik etmeliyim. henüz piyasasına hakim olmamakla birlikte, bu işleri decathlon'dan halletmek niyetindeyim.

aslında decathlon tavsiye edilen bir yer değil. malzemecilerin bim'i dedi bir arkadaş orası için, kimdi hatırlamıyorum. fakat benim seviyem için yeterli bence, ağrı'ya ve kışın gittiğim yok henüz. param yok ne yapayım allah allah.

bu malzemelerin kalitesi bir yana, ağırlığı ve boyutu da son derece önemli. çantada kapladığı yer ve taşımanın gerektirdiği enerji sizi ağlatmamalı. dediğim gibi, o işe henüz tam girmedim, girince söylerim.

bu arada, kampı sırtta taşıyacağınız süre aslında saatler filan değil. gözünüzde öyle canlandırmayın. kamp yerine kadar olan yürüyüşte çantanız ya araçla ya da hayvanla taşınıyor zaten. uygun yere gelince kampı kuruyorsunuz, zirveye küçük "zirve çantalarınızla" devam ediyorsunuz. yani aslında iki sırt çantası lazım, biri kamp diğeri zirve için. oldu mu sana birkaç yüz lira daha? onu da henüz almadım, alınca söylerim. ha bu arada, ben tabii daha önce ağır çanta filan da taşımadığım için, belden de çıtçıtlamanın bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım. çok çok çok önemliymiş. alacağınız çantanın bel bağlantısına dikkat edin. sırt yükünüz inanılmaz azalıyor.

bağladım canımı halatın teline.
ip kemer vs. işlerine şimdilik girmeyeceğim, alışveriş listemde yoklar. sönmez hoca sağolsun eksik bırakmıyor o tür malzememizi. ama şu bir gerçek, canınız gerçekten bir ipe bağlanmış oluyor. elinizde halat değil, aslında hayatınızı tutuyorsunuz. o yüzden, özellikle tırmanış ve iniş malzemelerinin önemini tarife imkan yok. çünkü kötü malzemenin ya da başarısız atılan düğümün telafisi yok. ya hayattasın ya ölü. bu kadar.

kılık kıyafet olarak şimdilik bir şeye gerek duymadım. fakat çabuk kuruyan kıyafetlere ihtiyacınız var. eşofmanla gitmeyin. polarsız kalmayın. yaz günü demeyin, montsuz uzun kollusuz gezmeyin. dağlarda oluyorsunuz, plajda değil. ona göre gidin. bir de, pantolonun içine bir şey giymeniz gerekirse bu kilotlu çorap olmasın, çok dalga geçiyorlar.

3. yeme içme, ortam, olaylar olaylar

ahahaha ay bu konu çok alem. ya da bizim grup insan değil.

kazandere'ye anda'yla gitmiştik. henüz kimseyi tanımıyoruz, zaten faaliyet günübirlik, aklımıza karpuz kabuğu düşmüş değil. efendi gibi aldık sandviçlerimizi koyduk çantamıza, öyle gittik.

uludağ'da ise, yemek işi ulaş ve cumhur sağolsun bir kademe (!) daha ilerledi. kamp öncesi gittiğimiz markette artık neleri ne kadar aldıysak, sabahın 4.30'unda mıhlama yiyorduk. cumhur yaptı. önceki akşam da patlıcan salatası yemiştik mesela.

neyse işin geyik kısmı bir yana, zirve çantanızda bol bol snickers olmalı. kuru üzüm, kuru incir, bol bol su filan, bunlar önemli şeyler.

hahayt türk kahvesiz faaliyet mi olurmuş ayol.
harmanköy'e gelince, orası dağ faaliyeti olmadığından, allah ne verdiyse içildi. her birimiz meyhanede on ayyaş gücünde performans sergiledik. bunun outdoor'culukla bir ilgisi yok tabii, olay tamamen fatih'in azmettirmesi. ama bilin yani, ortam öyle bir ortam. madem şehirden ve mantıklı kaygılardan çıkıyoruz, tam çıkalım.

her şey pis, çünkü temizlenemiyorsun. her şey herkesin, çünkü zaten birer tane var. her şey ortak, çünkü yaptığın şey hep beraber hayatta kalmaya çalışmak. sizli bizli, seninli benimli, kayıtlı kuyutlu bir ortam yok yani. aynı insanlarla şehirde takılsan, bacağına değdiğinde bile pardon dersin. fakat dağda, aynı insanı kıçından tutup yukarı itiyorsun. çünkü gereken bu.

bir de, işin -her zamanki gibi- "varlığa yönelik" kısmına gelince, dağ başının verdiği his çok başka. ister arkadaşınızla gidin ister sevgilinizle, o kişi size manen destektir eyvallah, fakat düşmenizi o engelleyemez. dengenizi kaybettiğinizde yanınızda olacaktır, ama olmayabilir ve zaten dengenizi kaybetmemenizi sağlayamaz. bunu siz kendiniz yapacaksınız.

zaten hiçbir zaman yardımsız kalmıyorsunuz. düşecek ya da dayanamayacak gibi olduğunuzda, kıçınızda o eli hissediveriyorsunuz derhal. kazandere'de anda öndeydi ben tek başıma yürüdüm, ama tek bir an yardımsız kalmadım. uludağ'da artık "beni burada bırakın abi, öldürsen devam edemem artık" dediğim her an, murat geldi tuttu elimi. harmanköy'de "gerçekten devam edemeyeceğim, indir artık" diye yalvarırken, beni havada tutan kendi iradem değil ulya'ydı. ve becerdim.

kısacası, hem bir ağaç gibi tek ve hür, hem de bir orman gibi kardeşçesine yaşamanın nasıl olduğunu görmek için bile dağa gitmeye değer. gerçekten değer. "o şey" şehirde olmuyor çünkü.

4. tamam da neler yaptık oralarda?

kazandere, kanyon geçişi olacaktı ama başlangıç seviyesinde kaldı. kanyonun bir kısmını (muhtemelen ancak yarısını) suyun içinden yürüyüp, yolun kalan kısmında karadan devam ettik. kaç saatti hatırlamıyorum ama öyle sabaha karşı çıkıp eve gece dönmeli bir durum yok yani; dediğim gibi, sulu bir trekking olarak düşünülebilir. tek yapmanız gereken, yanınıza kuru yedek kıyafet almak. çünkü yer yer yüzmeniz gerekebiliyor, öyle bilek seviyesindeki suyla gitmiyorsunuz hep. içinize mayonuzu giyin, hatta mümkünse mayoyla yürüyün zaten. eğer kurunuz yanınızda olacaksa, fakat çantanız su geçiriyorsa, çantaya sıkı bir poşet içinde koyabilirsiniz.

yaş 5.
uludağ yoluna cumartesi sabah çıktık. öğleden sonra artık kampımızı kurmuştuk. gece biraz yürüyüş, biraz yemek, bolca geyik derken erken yattık. sabah 4'te kalkıp 5'te yürüyüşe başladık. 9.30'ta filan zirvedeydik. zirve defterimizi imzaladık her birimiz, fotoğraf goygoy filan derken inişe geçtik. akşam evlerimizdeydik.

temmuz sonunda gittik ama çok soğuktu. pantolonun içine mutlaka gir şeyler giyilmeli. polarla tişört arasında bir uzun kollu daha olmalı. uyku tulumu sıcak tutmalı. başa geçirecek bir şeyler mutlaka olmalı, buff gibi. baton lazım bu tür işlerde, eksikliğini gerçekten hissettim. bazen dayanacak bir şeye ihtiyacın oluyor ve kalakalıyorsun.

harmanköy'de öyle saatli maatli işimiz yoktu zaten, gündüz kayalarda takılmaya gece olunca ateşin başında içmeye gitmişiz. cuma gittik, öğleden sonra kampa yerleşip biraz kayada takıldık. cumartesi pazar da yine, o rotada tırman, bu rotada debelen, yukarı çık iple in, sonra tekrar çık tekrar in, falan filan. dönüşte harmankaya kanyonu'na da ucundan şöyle bir uğradık, üstümüz başımızla giriverdik o suyun içine, şahaneydi. artık mevsimi geçti ama seneye temmuzda filan çok gözüm var o kanyonda. gerçi kazandere de fena değilmiş, biz acemiyiz diye az bir kısmını yürümüşüz. o halde seneye önce kazandere'ye bir bakayım, harmankaya'yı boyumun ölçüsüne göre düşüneyim. hadi bakalım.

5. hoca ve rehber


bu kazandere. sulu trekking.
saydığım üç yere de sönmez hoca'yla gittim. sadece kazandere'de, rehber olarak başkası da vardı. sağolsun, basmadığımız yeri kalmadı adamın. kolunu bacağını yol yaptı resmen, başka türlü geçemezdim ben zaten.

hoca ise, sizin o hayata bağlanacağınız ipleri düğümleyen ve size hayatta kalma güvenini veren insan. çok net söyleyeyim, hocadan tedirgin oluyorsanız gitmeyin. hiç düşünmeyin bile. olmaz o iş. belki on numara insandır siz kuruntu yapıyorsunuzdur, ama olsun, yine de gitmeyin. o güvensizlikle olmaz çünkü, burnunuzdan gelir. insan hiç o riski alır mı ayol?
bu ise harmankaya. kanyon gibi kanyon.

mesela ben inişlerimden birinde gerçekten çok fazla korktum, beni sönmez hoca sakinleştirdi. önce emniyetimi halletti, hadi bak şurada güvendeyken bir kendini bırak, sonra hadi bir adım, hadi şimdi biraz gevşet, hoop bak havadasın... korkum geçince bu sefer ben kendim gittim yanına, "ben bir daha inmek istiyorum" diyerek. çok güzel çünkü.

*
söylemediğim bir şey kaldı mı bilmiyorum. başlamadan önce merak ettiklerim bunlardı ve haliyle, başladıktan sonra da ilk algıladıklarım bunlar oldu.

çok sevdim, eğlendim, keyiflendim ve mutlu oldum. bence siz de bir deneyin, tanısanız seversiniz.

öperim,
göksun.




4 Eylül 2013 Çarşamba

rakı içen uzaylı

yaaahu ben "aman ayol buna da alışırlar bir gün" diyerek konuyu kapatmaya çalıştıkça, her yerden bi "rakı içen kadın" muhabbeti çıkıyor.

ben evde veya yalnız içmem tamam mı. çünkü alkol muhabbetle giden bir şeydir. fakat dün akşam canım çok evde olmak istedi, ama rakı içmek de istedi, ben de ilk defa kalktım kendime sofra yaptım. az cacık, az beyaz peynir, yeşil zeytin, şalgam ve rakı. karşımda da "la môme." konuya geçmeden şunu söylemeliyim ki, izlemiş olmaktan çok ağır keyif aldığım bir film oldu bu. hikayenin kendisi, anlatanı ve anlatılış şeklinin her biri birbirinden güzeldi. zaten marion cotillard'ı her zaman aşırı güzel bulmuşumdur. lafı uzattığımın farkında olarak eklememe lütfen izin verin, marion abla'yı aşırı güzel buluşumun sebebi aslında öyle olmayışı. uğraşılarak oluşturulmuş ve yapaylık hissi veren bir yüzü yok onun. ulaşılmaz bir yerde değil. ve işte asıl o yüzden eşsiz.

sabah evden çıkmaya hazırlanırken kendimle dalga geçtim, "ahah ev akşamcısı da oldun hadi hayırlısı olsun" diyerek. derken aklım bu rakı içen kadının yüceltilmesi konusuna gitti. tam unuttum derken, baktım ki twitter'da yine öyle bir şeyler geçti önümden. eeeh dedim, rakı içmeyi sizden öğrenecek deyiliz!

şimdi efendim, biliyorsunuz kadın rakı içince, meğer içinde ne fırtınalar olup bitiyormuş, çok ağır abla oluyormuş, bir gülümsemesiyle dünyaları satıyormuş falan filan. bu tip bir yazı var, can yücel'e atfediliyor ama aslı astarı var mı bilmiyorum. ekşi sözlük'te ilgili başlıkta iki milyon tane entry var filan. şöyle sağlamdır böyle bir şeydir...

abi siz manyak mısınız?

olaya iki farklı cepheden bakılmasını rica edeceğim. ilk cephe, sizin rakı içen kadın konseptini bu kadar abartarak hatta daha doğrusu böyle bir konsept yaratarak, rakının içini bizzat kendi elinizle boşaltıyor olmanız.

siz buna bu kadar anlam yükleyince, kadın milleti rakı içtiği zaman kendini direkt o ağır ablalığa yakıştırıyor. birden bire çok delikanlı, çok sağlam, çok "dünyayı bitirmiş" bir halde görüyor kendini. fakat aynı gece, sevgilisine "o kızı sil!" diye atarlanan da yine bu insan. ama siz bunu görmüyorsunuz. neden? rakı içiyor. üff slak yhaa :/

ikincisi, siz kadınları neden hala kendinizden bu kadar farklı görüyorsunuz kuzum? hasta mısınız ya, adamı delirtmeyin. rakı içen adamın bir olayı yok da kadının mı var? kadın ancak kişiliğini "belirli bir olgunluğa" taşıyabildiğinde mi içebiliyor bu rakıyı? o olgunluk da errrkek olmak mı?

ooo ne kadar acayipler gerçekten.
evet rakı içmek kadınlar için sosyal bir aşamadır, ama bunun aşama niteliği tamamen kadının sosyal hayata hala gerektiği kadar katılamıyor olmasından kaynaklanmaktadır. kadıköy'den konuşmak kolay, siz hiç çorum'da meyhanede arkadaşlarıyla demlenen genç, bekar ve yalnız bir kadın gördünüz mü? hadi onu bırakın, sokakta sigara içmek bile bizim için nispeten yeni değil mi? sevgilimiz veya kocamız olmayan
erkeklerle kurduğumuz ilişkiler, çalışma hayatına girişimiz, kendi işimizin patronu olmamız, babaya sormadan kendi hayatımızı kurmamız... bunlar hep bizim için yeni olan şeyler. rakı da bunlardan biri. ben kendi ofisimi açınca arkamda elli hikaye olmuyor da iki yudum rakı içince mi oluyor?

sizin dünyanıza giriyor olmamızı neden bu kadar haberleştiriyorsunuz? bence kendinizi farklı görmek hoşunuza gidiyor. kadınlar ise, ulaştıkları şeyi ne kadar büyütürlerse kendilerini o kadar zafer kazanmış hissedeceklerinden, sizin bu ayrıştırmacılığınızı zevkle besliyorlar. elbette ki farklı olmalısınız ki rakı içmek onun için bir başarı haline gelsin.

yani kadınlara da ayrı kızıyorum. ablacım sen bu rakıyı "konsept olsun" diye mi içiyorsun afedersin? erkek gibi oldum diyorsun ama, bok mu var öyle olmakta, uğruna ağladığın adama benzemekle övünülür mü ya?

özetle, bırakın abicim, içen de benim içmeyen de. bunu ağır abla olmak, elimde kadehle görünmek, derinliğimi sergilemek, cool takılmak için filan yapmıyorum. canım istiyor. seviyorum. masasını muhabbetini özlüyorum. rakının bir kültür unsuru olduğunu düşünüyorum ve aynı kültürün parçası olmak beni mutlu ediyor. ben rakıyı bu yüzden içiyorum, siz benim kaşıma gözüme bakıp kırk anlam çıkarın diye değil. rakı içerken tamamen "olduğum gibi" görünüyorum, senin bu görünüşe nasıl bir anlam yüklediğin umrumda olmuyor. olmamalı da zaten.

rakı içen erkek neyse, kadın da odur canlarım. hepimiz insanız, hepimiz benzer hayatlar yaşıyoruz, hepimiz aynı rakıyı içiyoruz. bunu sizin içmeniz gayet normal olurken bizimki olmuyorsa, sorun bende değil sende.

okey?

2 Eylül 2013 Pazartesi

baktım ki umduğumdan iyi geçmiş yaz. öptüm, göksun.

duygusal olmak, hemen herkes tarafından sulugözlükle ve zayıflıkla ilişkilendirilen bir şey. sanılıyor ki, duygusal insan aman hadi bir şey olsun da ağlayayım, o zaman derhal depresyona gireyim, ooo beybi bunalım çok güzel gelsene filan diye yaşıyor. yoo dostum o öyle değil. çünkü duygu o kadar çeşitli bir şeydir ki, hangisinin peşinden gideceğin hiç belli olmaz.

duygusal olmayı, o anki ruh haline uygun davranmak olarak anlıyorum ben. gördüğünüz gibi, tutarlılık takıntım yine devrede.

bu duygu, elbette ki son derece güçlü bir sevecenlik veya aşk olabileceği gibi, yine aynı şiddette korku ve öfke de olabilir. belki de öyle bir iş yapıyorsunuzdur ki hissettiğiniz şey, "ruhu geçeyim sana bir şey olmasın" diyerek takılmaktan ibarettir. bunlar hayatımızda olan şeyler hep.

fakat insan evladı saçmalamaya o kadar meyilli ki, bu son duygusuzluk hali senin insanlıktan çıkmış olduğun şeklinde değerlendiriliyor. ne alakası var arkadaşım, bu bir ruh halidir ve ruh da insana dairdir.

saçmalamanın şimdilik iki şeklini bulabildim, hemen birini aktarıvereyim. mesela "yok yok bu kesin olayı kafasında çok büyüttü, olmadık beklentiler içine girdi, ben en iyisi buna ayar vereyim." sizce de bu yaklaşım, aslında içten içe kendisini büyütmek isteyen birine ait gibi değil mi? ya ben seni niye büyüteyim, kimsin ki senden ne bekleyeyim, ne alakası var? sen bana sordun mu neyi nasıl anladığımı? o an nasıl hissediyorsam o hissin peşindeyim ki bunda da seni ilgilendiren bir şey yok. olur da benim içimdeki sana dokunmaya başlarsa bunu o zaman konuşuruz. bu nasıl bir kendini büyütmek, nasıl bir karşındakini gerizekalı yerine koymaktır?

diğer şekli ise, kendini büyütmek gibi naif bir terbiyesizlik değil, karşındakine saygısızlık yapma hakkın bulunduğuna dair tarifsiz bir şerefsizlik içeriyor. "madem arada beklenti yok, o zaman istediğim gibi davranabilirim." iyi de hacı, sen sokaktaki insana bile istediğin gibi davranamazken, hayatına bir ucundan girmesine izin verdiğin birine nasıl öyle yaparsın? dünyanın en saçma şeyi değil mi bu? git istediğin yerde istediğin gibi davran, ama benim gözümün önündeki iğrençleşmenin bir açıklaması olabilir mi?

saygı ve bağlılık birbirinden çok farklı şeyler, bunların ayrılamıyor olmasını gerçekten anlayamıyorum. mesela hayatında bir daha görmeyeceğin insana bağlılık göstermen elbette ki beklenemez, fakat bu durum bulunduğunuz ortamda ona saygısızlık etmeni de meşru kılmaz. haksız mıyım? aksinin kabulü, herkesin her an sadece kendisini öne almasını doğurur ki o zaman da zaten sosyallikten ve dolayısıyla insanlıktan bahsedemeyiz. madem sosyal hayvanlarız, bunun bazı gerekleri ve sonuçları var.

işte bu yaz, benim insan çocuğundaki muhtelif egosal tutarsızlıklarla ve hislerle çok fazla karşılaştığım bir yazdı.

bir kısmını zaten geçen yazılardan birinde anlatmıştım; çok karışık bir mevsim geçiriyorum. gezi'yle başlayıp ayrılmakla devam eden, bunalımla süslenip rakı masalarında kahkahalanan, dağlarda gezip kayalardan tırmanan bir yaz geçirdim. çok karışıktı her şey, kendi hızımdan başım döndü - ama şimdi anlatmayayım çünkü konu bu değil.

insanla çok fazla haşır neşir olunca, çok fazla şey görüyor ve hissediyorsun. zaten o yüzden, çok gezenin ampirik bilgisi çok okuyandan çok daha fazla oluyor. hayatın kendisi ampirik çünkü, kitap bana bunu yalnızca teorisini verebilir. hem okuyup hem gezeyim deyince de işte böyle kafayı yiyorsun.

neyse diyordum ki, bu kadar insan bana "aşırı doz" gelmişse demek ki, dün kamptayken kendimi düşünüp "çok fazla hissediyorum ben ya" diye dertlendim. bu his, yukarıda da söylediğim gibi, çağrıştırdığı üzere bir bunalım içermiyor aslında. sadece, içinde bulunduğum ruh haline çok fazla giriyorum ama işte o hal her zaman düzgün anlaşılmıyor. anlaşılmayıp terbiyesizlikle karşılaşınca da canım sıkılıyor. sonra olaylar olaylar.

arkadaşlarımı kendimden ayırmıyorum, onların hissedeceklerini düşündüğüm her şey direkt bana geçiyor. olduğu gibi. anda korkuyor, kalp krizini ben geçiriyorum. özlem ağlıyor, onun bunalımına ben giriyorum. diğeri saçma sapan sebeplerle bana bağırıyor, işte o iş biraz fena, onun sinirini üzerime alıp ben de bağırıyorum. ama sonra "üç gün sonra bu beni neden harcadığını anlayacaktır" diye, bu sefer onun müstakbel üzüntüsünü hoop kendime geçirip yalnızlığıyla empati kuruyorum. fazla hissetmenin bir veçhesi olarak, benim için sıkıntılı bir durum. çünkü hissetmek, direkt olarak empatiyi getiriyor ve bu sefer artık senin olmuş o hissi bırakıp yanındakiyle ilgilenmenin derdine düşüyorsun.

sonra diyelim ki bunlar yanlış şeyler yapıyorlar ama bunun farkında değiller, o zaman da "ben şimdi ne yapacağım" hissini çok fazla yaşıyorum. çünkü tüm vaktimi bu insanlarla birlikte geçiriyorum ve yapacağım şey, aslında direkt benim kendi hayatıma müdahale anlamına geliyor. beni en çok yoran his bu mesela, allah beterinden saklasın.

birilerinin hayatında bulunmak istiyorum, ama o zaman başkasını üzeceğim gerçeğiyle yüzleşip bu sefer hiç tanımadığım - ya da belki tanıdığım o insanın üzüntüsünü hissediyorum. ağır geliyor.

bunlar sadece örnek. bu yaz çok fazla şey hissettim. mesela kafamın çok karıştığı da oldu, "tamam sen her şeyi geri alıp baştan başlayalım diyorsun ama bu ne kadar mümkün" diye. doğa sporuna başladım ucundan, doğada ne kadar tek ve hür fakat bir o kadar da kardeşçesine olunduğunu gördüm. bu benim gündelik hayatımı da çok etkiledi. çok gezdim, içtim ve okudum. her bir adım, yudum ve satırda aklım biraz daha açıldı.

çok fazla insan, çok fazla his demek. ve ben o hislerin her birini duyuyorum.

sonra bu kez, tüm o his modelleri üzerinde saatlerce düşünüp kendi varlığımı sorguluyorum.

bu kimi zaman benim için alçaltıcı oluyor, ama olsun, hayat böyle bir şey.

o zaman şu kadehi bitireyim de yenisini içeyim.

öptüm, göksun.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

başlıksız.

(işbu post, sıkıntılı bir gecede bana linki verilmiş şu playlist eşliğinde yazılmıştır. listenin başlangıcına kanılıp "müslüm gürses ulan!" hissiyle dolunmuş, aralardaki saçma sapan pop şarkıları itinayla atlanarak kalanlarla devam edilmiştir.) 

ben öyle entel filan değilim, bayağı arabeskimdir aslında. sadece biraz fazla düşünürüm.

bi arkadaş bi link verdi bana, ne olduğunu bilmiyorum, "ahshas dün gece sarhoşken maymunluk mu yaptım yoksa la" diyerek tıkladım. müslümlü gürsesli playlist yapmış hayvan. bu gece olmayaydı iyiydi.

sebebi de şu, canım çok ağır sıkkın. konu benimle ilgili değil fakat sıkkın işte. bunun bana verdiği hissi ifade edecek kelimelerin varlığını reddediyorum.

olamaz çünkü. acı varken kelime nedir allahaşkına ya. daha doğrusu, kelimeyle ifade edilebilen acıya takayım demeliydim.

çok ağır şeyler oluyor çok. hayatta yani. özetle, herkes her şeyi bilmeli. o zaman her şey mübah. yok vurgusu yanlış oldu cümlenin. her şey o zaman mübah. düzgün yaşamanın başka yolu yok.

sen bir şey düşünürken öbürü başka şeyin peşindeyse olmaz. hele o peşinde olduğu şeye sen inandırdıysan.
çelişkiden ve tutarsızlıktan hoşlanmıyorum. tik gibi düşün.

insan olmak ne kadar zor. ne kadar çok şey olmak zorundasın. bu cümleyi sırf fonetiğini sevdiğim için böyle kurdum, yoksa aslında demek istediğim o değil.

insan olmak ne kadar zor. ne kadar çok şeyin farkında olmak zorunda olduğuna inandırılmış durumdasın. halbuki sadece, herkesin insan olduğunun bilincinde olmak yetmeliydi. fakat bu en zoru olduğundan, insan evladı bunu seçmedi.

çünkü işine gelmedi.

çünkü ego diye bir bok var hayatta.

benim eşitlik algım çok ağır bir algı, siyasi bir şeyden bahsetmiyorum burada. siyaset ne bu arada ya, onun varoluşu zaten insanlık için utanç kaynağı.

aslında hepimizin aynı hayvan olmamızdan fakat sosyallik denen bokla pislendiğimizden bahsediyorum. bunun istisnası yok ki.

sen nasıl kendini, kendi acını, zevkini, varlığını... kendine dair herhangi bir şeyi, nasıl başkasınınkinden ayrı görebilirsin ki?

dünyanın en manasız şeyi değil mi bu allaşkına ya. olur mu abi öyle şey ya.

kafam bayağı gidik bu gece ya. ama içmiyorum. evde içmem ben, bi de yalnız zaten içmem. ama öte yandan, birileriyle içiyor olsaydım bunları düşünüp yazma durumu da olmazdı.

gerçi belki içsem kafam daha da gidecek, tamam aklımı zorlamak hoşuma gidiyor ama mantıklı insanım ben. zorlamanın da usûlü adabı olur, bok mu var şimdi şu kafayla içip arızaya bağlamakta.

yok çünkü o bok zaten hiçbir yerde ve hiçbir şeyde yok.
hatta belki bok diye bir şey zaten yok. onu da biz uydurduk.
çünkü olmasını istedik.
bir şey yapalım ve bunun sonuçları olsun.
niye? bok var.

en güzeli de, tamam bi sonuçları olsun ama o sonuçları olmasın tribi. bayılıyorum buna. oldu annem kainatın kaynak kodları sende duruyor zaten aç oyna istediğin gibi. hayat değil sims çünkü bu.

istemiyorum abi, hiçbir şeyin sonuçları olsun istemiyorum, ben sadece kitap okuyup seyahat ederek yaşayabilirim. - o zaman bunun da sonuçları olacak, mesela "ona göre" bir insan olucam ve bu da bir sonuçtur.

hasktir ya.

sonuç var çünkü ZAMAN var.
zamanın olduğu yerde neyden kaçıyosun gerizekalı.

of birden çok ağır aydınlandım ya. gerçi bu aydınlanmak değil, bildiğin göçme hali. aydınlanırken karanlığa gömülmek.

bilinç ya da zeka da değil, bir sonuç oluşması için bunlar gerekmiyor. direkt zamanla oluyor her şey.
bir başlangıç noktan oluyor ve gerisi geliyor zaten.
ve sürekli yeni bir an başlıyor, sürekli başlıyor efendim durduramıyoruz.
her anın ucundan öbürünün gelmesi ve buna müdahale edilemeyecek olması çok korkunç bir şey değil mi?
her şey anlamsız gelmiyor mu öyle bakınca?
işte o zaman ilk başta diyorsun ki,
madem müdahale edemiyorsun ve edemeyeceksin, o zaman bu kayıtlamalar kuyutlamalar neden?
o öyle değil işte.
insanlar üzülüyor.

çok acayibim çok. kötü değil, iyi hiç değil, mutlu mutsuz filan öyle bildiğimiz şeyler gibi değil.
boş.
kuru.
hissiz ama hissizliğinden hoşnutsuz.

bu da ne saçma iş arkadaş, hissiz olmayı yücelt dur, sonra oluyorsun diye üzül.

çok acıktım ya. evde su bile yok, bırak ekmeği bişeyi.
ahah iki lokma ekmek ihtiyacının şu anki her şeyin arasından sıyrılıp zirveye oturması...
canım insanlık, boktan insanlık.

ben daha ne konuşuyorum abi ya, iki saattir kitap yazıyorum burada, sonra kalkıp "acıktım" ne ya.
gerçi bak bu da saçma. ama şu an o kadar çok şeye saçma dedim ki, hangi birini anlatacağım ve birini anlatırken öbürünü nasıl aklımda tutacağım konularında hiçbir fikrim yok.

fiziksel güdünün pat diye gelip tepeye oturduğu bir konuşmada, nasıl irade mirade zart zurt diyebilirsin ki - diye düşünebilirsin. düşünülebilir yani. ama buna katılmıyorum. ağzına atacağın ekmeğin bir sinir sistemi varsa o zaman eyvallah.

(bu playlist'i yapan eleman da araya yalın malın koymuş lan ayıp ya. oha kere oha.)

bir insan olarak nasıl davranacağımı bilmiyorum. strateji sahibi biri hiçbir zaman olmadım.
o yüzden ben de şöyle karar verdim, yani bu kararı ne zaman verdiğimi hatırlamıyorum ama verilmiş bulundu,
içime sinen şekilde davranmak isterim hayatta.
bu bazen ağır mantıklı olmayı, bazen de eeeh skerler kafasını gerektiriyor.
yani hangi yola gideceğine o an karar veriyorsun.
ben kendini suçlamayı da biliyorum zira, hem düşünsene şu şekilde çalışan kafayla kendine saldırdığını?

oha ölürsün lan.

o yüzden kendimle iyi geçinmek gibi bir kararım var. bak bunu sen de uygula bence, gayet ciddiyim.
ben hep öyle düşünürüm. "eğer öyle yaparsam bunu kendime nasıl açıklicam" şeklinde karar veririm yani. hah güzel özetledim evet.

açıklayamadıklarım oldu, hoş bir durum değil ama napalım, zaman dedik o kadar, geçiyor dedik.
çok da olmadı lan aslında. harcamıyim kendimi, güzel insanımdır ben.
ama işte olduğu zaman, "kendinden" kurtulamıyorsun - takarım seni eleştiren eşe dosta.

ben yatıyim ya.
bugünü de yemiş olalım.
bir gün daha yaşamış olalım.
bok var.
uyandığımda bir günü daha bitirmiş ve bir güne daha başlamış olucam. o günün sonunda da yeni bir şeyler yaşayıp öğrenmiş bir hale gelicem.
ilk defa gördüğüm şeyler olacak yarın. bunu biliyorum.
sonra?
soyunu devam ettirmek ok-kadar net ve elle tutulur bir şey ki. ben bir ara sezer'in kafasını şu şekilde yiyordum, "abi dünyadaki tüm kitapları izleyip tüm filmleri izlesem ne olacak?"
bok mu var?
ölücem ve her şey benimle bitecek.
ne olacak, o kadar çok şey bileceksin ve ne olacak?
aktaracak kimsen mi var?
ciddiyim bak, uzun bi süre buna takık yaşadım.
senin, evinden bile çıkmamış olmasına rağmen varlığını çocuğuna aktarmış birine karşı nasıl bir üstünlüğün olabilir?
ben senin okuduğun kitabı yakayım.

işte böyle biri olunca, müslüm gürses eşliğinde varoluşçuluk yapıyorsun.
"tanrı istemezse yaprak düşmezmiş." konu kilit. ya o değil de, asıl konu nerede kilit biliyor musun, adam "bir şansım olsun" diyor ya. "her şeyi al bana beni geri ver, bir şansım olsun."
tek bir şansın peşinde oluyor her şey. çünkü her şey mümkün.
mr. nobody'yi biliyorsundur sen, ha işte onu diyorum. her şey tek bir ihtimale bağlı. ama o da ölmek demiyorum.
şu an benim "acaba hala oturuyorlar mı, acaba gitsem mi, acaba napsam..." deyişimin ucunda milyonlarca farklı dünya var.
ve biz biz hala neyi konuşuyoruz ya.
her şey mümkün, başka bir dünya bile.
her şeyin mümkün olduğu şu dünyada tutarlı kalmaya çalışmak çok zor değil mi sence de?
işte ben bu yüzden böyle bir insanım
ama kalınacak, çünkü herkes insan. eşitlik, tutarlılıkla mümkün.
zira "devrim yapamazsın, devrim olabilirsin ancak."
of çok güzel bağladım yalnız.
yalnız bi hata oldu. eşitlik mümkün olan bir şey değil, o zaten bir "fact."
imkan konusu olan, eşitlik algısının yerleşmesi.

ben tanrıya inanırım, inanmak hoşuma gidiyor.
kişileştiriyorum onu çünkü, bayağı geyik yapıyorum yani adamla.
sanki öyle biri varmış da anlamaya çalışıyormuş gibi olmak hoşuma gidiyor.
yani tanrı inancı benim için bir "challenge." anlamaya çalıştığım şeyleri severim.

ne diyecektim acaba bundan sonra?
ha şey, birbiriyle bağdaşmaz görünen bu kadar şeyi ortaya atmış olması çok acayip. ya da şöyle formüle edeyim, adına ille tanrı demenin gereği yok çünkü; birbiriyle bağdaşmaz görünen o kadar şeyin dünyada halen var olabiliyor olması çok acayip.
insan denen hayvanın günde sekiz saat uyumasına rağmen neslini devam ettirebilmiş olması ne kadar acayipse, bu da aynı.

bu kadar algı sorunuyla, yine iyi halen yaşıyoruz.

hepimiz eşittiysek neden insanlar birbirini üzüyor? ama öte yandan, kimseyi üzmemek diye bir şey nasıl bu kadar imkansız? acı çekmek, insan beynine sahip olmanın diyeti olabilir mi?

ama bu mirası ben seçmedim ki.
her birimiz o kadar aynı gemideyiz ki.
kendi hayatını seçemeyen yedi milyar insan neyi paylaşamaz anlamıyorum. sen çok mutsuzsun da öbürü çok mutlu sanki, gerizekalıya bak ya.

herkes kendisinden önceki tüm insanlığın yüküyle doğuyor.
ay çok utanç verici. vaftiz çok mantıklı geldi bana şimdi.
ashahshahs hiç böyle düşünmemiştim. iyi de o da yine mantıksız, yüklü doğan çocuğu kurtarmak için, binlerce yılın ahlak yükünü kullanıyorsun.
"yükünden kurtul al bizimkini taşı, o daha güzel." ahahah çok anlamsız. vazgeçtim hiç mantıklı değilmiş.

bu sefer gerçekten yatıyorum çünkü hem yoruldum, hem de aşırı acıktım.

acaba ne kadar yazdım ben ya.
şu an beşinci sayfanın sonundaymışız, bundan sonra altıya geçiyor.
sayfaları az kullanılmış bırakmaktan pek hoşlanmam.
ya hiç geçme, ya da madem geçtin en azından bi yarısına gel. ağaç onlar ağaç. hem şeklen de güzel değil.

kalkayım da yatayım. sızayım bi güzel, kafa yorgunluğuyla.
laktik asit kafada da salgılanıyor mu? tamam kafamız da oksijenli solunum yapıyor ama kas mı lazım ille o asit oluşması için? dur bunu öğreneyim ben, eğer oluyorsa kullanırım bir şeyler yazarken.
beyinde laktik asit kafası hahah

çok zeki çok düşünen ve kafayı bu yüzden yiyen insanların sorunu bu olabilir mi acaba? ahah ay çok hoşuma gitti bu. bi de zehir gibi insanların beyin kanaması geçirmesi olayı var. küt diye gidiveriyorlar, hayatlarında koşarken. o da böyle bir şey bence. evet evet. laktik asitten oluyor hep.

bu arada sayfayı da bitirdik bitiricez ha şaka maka. yediye geçmeden ben kaçayım.
iyi geceler
.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

evi yakayım komşuya bir şey olmasın.

bi dakika ayılmadan önce hemmen yazmaya başlamam lazım.

akşamdan kalma insan kafasını çok seviyorum, şey oluyorsun, dalgalanmış da durulmuş ve o dalgalanmakla dalga geçmeye başlamış insan. en sevdiğim.

bahsetmiştim daha önce, ben hayatın sırrını metrobüse yürürken çözen insanım. sabah o yolda yürürken aklım acayip çalışıyor, resmen güzel bir insan oluyorum. bu arada kelime tekrarından özenle kaçınan biri olarak çok fazla "insan" dedim ama toparlayamayacağım kusura bakmazsanız... hem her biri ayrı ayrı yerli yerinde bence. neyse işte yani diyorum ki, o yolda taksiye binmiyorsam bir sebebi var. olay yedi lira değil. düşünmek hoşuma gidiyor.

(bu arada şu an telefonun fişini çektim saçma sapan çalıyor diye, açılmazsa müdür benim bana küfredin.)

bu sabah da arkadaşlarımı düşündüm. ama anlatacaklarımın anlamlı bir bütün oluşturması için, konuya aylar öncesinden girmem gerekiyor.

geçen kış ben bi hayata küstüm tamam mı, ara sıra yapıyorum öyle. bir de üstüne hasta oldum, uzun zamandır öyle ciddi hasta olmuyordum. kendime bakamıyorum, mutsuzluktan ve umursanmazlıktan ölücem. neyse annemle konuşurken hala pişman olduğum bir laf ettim. "kendine dikkat et" filan diyor bana güzel güzel, ben kalkıp "anne telefonda nasihat edeceğine gel iki kaşık çorba yap" dedim tamam mı. of nasıl iğrenç bir insansam demek ki. beni kötü bilmeyin aslında iyi insanımdır, eşimi dostumu kıracağıma kendimi keserim. ama işte demiş bulunduk. annem de gayet sakin bir şekilde, "yavrum istiyorsan hemen şu an kalkıp geleyim ama ben her zaman yanında olamam ki, bugün gelip yarın gideceğim neticede" dedi. o an mavi ekranın kendisi oldum. annem ağır haklı.

neyse annem gerçekten de ertesi gün geldi, baktı bana, o gelince iyileştim. anneme aşığım. ama şu an konu bu değil.

bunu dediğim süreçte, gerçekten çok kötüydüm. kendimi ağır yalnız ve "yüklü" hissediyordum. yalnız yaşamak çok sıkıntılı bir şey, karışanın görüşenin olmadığı gibi çorba yapanın da olmuyor. annemin öyle demesiyle bu artık bana iyice ağır gelmeye başladı, evet aile dahi "bir yere kadar" vardı, peki ben bu hayatta böyle mal mal ne yapacaktım?

derken, ben zaten o ruh halini aylardır yaşıyorken, o vakitler hayatımda olan adam da kalktı gitti. bu arada, "e adam varmış işte?" denmesin, vardı ama çorba yoktu. her neyse, o da öyle olunca ben çok üzüldüm. zaten uzun süredir bayağı yalnızlaşmışım, iki öksürdüm diye annemi te adana'lardan getirtecek kadar kendimi "muhtaç" hisseder hale gelmişim, insanların yanında durunca onlara fazla geliyormuşum hissi gelmiş üzerime oturmuş... ve kalktı gitti adam. aslında üzüldüğüm tam olarak o değildi, adam dediğin gider çünkü. ya gider ya da seni gittirir, bu işler böyle. bişey olmuyor korkmayın.

ben artık hepten koptum. artık iyice, "ben insanların kırmaktan imtina etmeyi düşünmeye gerek duydukları biri değilim" kafasına bağladım ve evet tam olarak bu cümleyle yaptım bunu. oturuyoruz mesela bizim orada birkaç kişi, ben nasıl utanıyorum o insanları kendime maruz bırakmaktan. öte yandan saçma olduğunun da farkındayım aslında, bunu yenmek için oturmaya devam ediyorum ama utancımdan ölerek. iki cümle kursam yerin dibine giriyorum resmen. bu "fazlalık olmayayım" hissi bende hep vardı yeni değil, sevmem salça olmayı. fakat işte bu yaz başında yardırdım iyice, insanlardan hayatlarında olduğum için özür dileyecek hale geldim.

o arada en ağır yakınlarımdan olan sezer'le de görüşemedik, onu da göremeyince ben artık kendimi bulamaz oldum.

sonra ne oldu bilmiyorum. bir şey olduysa da, gerçekten hatırlamıyorum. antidepresan kullanmadım, terapi filan da görmedim, aşık da olmadım, para da bulmadım, yani aslında  hiçbir şey olmadı. birden, bir sebepten, bir şekilde, iyi oldum. nasıl olduğunu bilmiyorum, muhtemelen tanrı da beni böyle görmekten sıkıldı. sağolsun, kendisini hep sevmişimdir. bana ufak sürprizler yapıyor, ilişkimizi bu şekilde ayakta tutuyoruz.

sonra başımı kaldırıp etrafıma baktım. oha benim özlem diye arkadaşım var lan. hayatımda anda var benim. bunların evlerinde filan uyanıyorum. ya da masada biri mal bi laf ediyor, tek bir an bakışıyoruz ve konuşmaya gerek kalmıyor. murat var, kendisi hatırlamıyor olabilir ama beni hayata bağladı adam resmen. o bahsettiğim dönemin en ağır zamanında, rakı içiyorduk bir gün, bana bişey dedi ve belki de beni kendime döndüren şey o tek cümleydi. olabilir bence. sezer konusuna zaten hiç girmiyorum, bir gün "öl ulan" diyecek ve gidip öleceğim diye korkuyorum.

metrobüs yolundan buralara nasıl geldik derseniz onu da anlatayım. dün akşam zeplin'de takılırken fatih "en son ne için çok mutlu oldunuz?" diye sordu. ben en son, özlem sayesinde çok mutlu olmuştum. cumartesi sabahı barobahçe'de kahvaltıdan geliyordum, beni bırakan arkadaş bunun sokağının orada bıraktı, baktım ki eve yürüyemeyeceğim. özlem'i arayıp "çay koy geliyorum" dedim, gittim çay içtim sohbet ettim uyudum filan. eve öyle gittim. sonra akşam yine buluştuk, bu sefer oğuzhan da vardı. keyifsizdim biraz, oturduk rakı içip sohbet ettik, nilüfer söyledik - şarkı olan tabii ki, sonra gittim özlem'de kaldım. sabah oğuzhan on numara kahvaltı hazırladı bize, az daha pinekleyip eve geçtim. işte son tarihli olup tüm zamanlara yayılmış olan mutluluğum buydu. çünkü hayat böyle yaşanması gereken bir şey.

beraber geçen zamanda keyifsizken, özlem bana neyin var diye sormadı. sormaz ki zaten, bugüne kadar hiç sormamış bile olabilir. çünkü gerek yok. bildiğinden eminim, bilmiyorsa da demek ki aslında keyifsiz değilim. özlem'in bilmediği derdi skeyim. bu sabah ağzım bozuk kusura bakmayın.

akşam da bir baktım anda'ya gelmişim. çünkü neden gitmeyeyim? bir pazar günü anda'yla moda'da bahariye'de takılmaktan daha güzel ne olabilir? ha takılmayı zeplin'e bağlamış olmak tamamen fatih'le alakalı bir olay, adam içmeyi bıraksa sektör yas ilan edecek, mekanlar kapanacak, cin piyasası alt üst olacak. piyasadaki alkol miktarı bariz bir şekilde artınca talep yetmez olacak, bunun için fiyatları düşürecekler muhtemelen, o yüzden fatihçim cin içmeyi bırakırsan cnm pls ltf tşk. (bu arada şimdi fark ettim, alkol piyasasının diğer temel direği olan adam da murat zaten. ahah nasıl arkadaşlarım var benim ayol.)

ekonomik öngörülerim bir kenarda dursun, öte yandan dünden beri aklım sezer'de benim. çünkü sezer'in mutsuz olduğu dünyada içilen cini dökeyim. ona da söyledim, bak sezer benim için önemli olan sensin, senin kafanı bozan kişi umrumda olmaz, bana kalkıp da ama öyle ama böyle diye gelme dedim. bir insan seni mutsuz ediyorsa ben buna bakarım.

anda'ya da dedim. tamam herkese üzülüyor olabilirim ama ben en çok seni bilirim, keşke bu üzüntünün parçası olmasaydın dedim.

özlem'e bir şey demiyorum o biliyor.

dün mesela bu da konuşuldu zeplin'de, arkadaşını "hayatından çıkarım ha!" diye tehdit etmek. şamilcim kusura bakma ama bunlar olacak işler değil bebeyim. hatırlatayım, bir kişinin hayatından çıkınca o kişi de senin hayatından çıkmış oluyor, güzel şeyler değil bunlar. hem ne yapalım, şimdi diyelim arkadaşın seni dinlemedi gitti yanlış bir şey yaptı, sonra da bir güzel bunalıma girdi. ne yapacaksın karşısına geçip "oooh bunal öyle orada mal gibi" diyerek cin mi içeceksin? yok öyle bir dünya.

çok güzel insanlar var lan benim hayatımda. çok seviyorum hepinizi.

ayşe var mesela, çok akıllı hatun, üstelik murat gibi adamla bayağı bayağı sevgililer. valla helal olsun. dünyayı ele geçirse geçirir. serdar var, özlem'le konuşurken sevmediğimiz insanlardan için "serdar'a dövdürek mi la?" diyebiliyoruz. erdem var, o biraz garip bir insan, benim her şeyi hukuka bağladığım gibi bu da gene bağlıyor. antin kuntin işler konuşmak için birebir. ulaş var, o da ayrı on numara bak çok seviyorum. proleterya değil politbüro için komünist olmuş insan neticede. melih var geçen kafamı öptüydü. erkan sağolsun çok acayip kafa açıyor adam, kendimi bir şeyler düşünüyor gibi hissediyorum. ilter var nasıl bahsetmedim, adam hayatımın en akil insanı. yarı tanrı olduğunu iddia ediyor ama bence bi dörtte üçü var rahat. allahtan ankara'da da iyice dadanamıyorum, yoksa adam kovardı artık "bi sus bi huzur ver" diye.

son olarak konuyu kadıköy'e bağlamak istiyorum müsaadenizle, bu insanların pek çoğunun bizim buralarda olması ve olmayanlarla da zaten kadıköy'de takılıyor olmamız sizce de çok şahane değil mi? tamam hayatım iyice dağılmış olabilir, eve giderken masada rakıyı görüp gidemiyor ya da migros'ta kasadayken başımı kaldırıp birtakım cinliler görüyor olabilirim. fakat iyi böyle. canım kadıköy. ilter'le erdem'i de buraya taşırsak tam olacak.

yani özetle canlarım ya çok tatlı çıkmışsınız ^^

26 Temmuz 2013 Cuma

hala doğuruyorlar, ne kadar ayıp!

arkadaşlar lütfen annelik hakkında biraz daha detaylı düşünün.

öncelikle, evlenmeyişim tamamen yüksek ahlakımdan kaynaklanıyor. lütfen evde kaldığımı düşünmeyiniz.

ikinci olarak, annelik içgüdüsü ALLAH'ın bize yaptığı bir sınavdan ibarettir. bu içgüdü bize tamamen ALLAH yolunda çoğalalım diye verilmiştir ve güçlü kılınması da zaten bu sınavın bir parçasıdır. ALLAH görevimizi ifa etmemiz için kolay ve müptezel bir yola mı başvuracağımızı, yoksa ALLAH aşkımızın bizi eşeysiz çoğalacak hale getirecek kadar şiddetli mi olacağını görmek istemiştir.

başka bir ifadeyle hanım kardeşlerim, annelik içgüdüsü için bir erkeğe ihtiyaç duymak, ALLAH aşkından aklını kaybedip meczup olmakla eşdeğerdir. üstelik, kendi kendimize anne olamayarak erkeklere verdiğimiz eza ve yaşattığımız angarya, amel defterimize an be an işlenmeye devam etmektedir.

ben bir hanım olarak, ALLAH aşkımın eşeysiz çoğalacak seviyeye ulaşamaması sebebiyle bütün kainattan özür dilemeyi bir borç bilirim. bu tamamen benim eksikliğim, iradesizliğim ve kul olmayı beceremeyişimdendir. her ne kadar ALLAH yolunda çoğalmak benim için kutsal bir görevse de, bunu erkeklere acı ve elem vererek gerçekleştirmeyi zul sayarım.

şunu da belirtmek isterim ki, çoğalmak için erkeğe ihtiyaç duyulmaması fikrini kurcalarsanız, başta ALLAH'ın cinsiyetleri ne kadar eşit yarattığı sanrısına kapılmanız olağandır. erkeğe ihtiyaç duyulmaması fikri, ilk bakışta feminist veya anti-cinsiyetçi sapkınlıkları da akla getirebilir.

hanım kardeşlerim, bunun da çetin sınavımızın sadece küçük bir parçası olduğunu açıklamama lütfen izin verin. zira erkek tektir, kadın onun kulu ve elçisidir. nitekim, eşeysiz çoğalmayı öğrenme görevi yalnız kadınlara verilmiş olup, bunun sebebi erkeklerin müstesna kişilikler olmasında gizlidir. siz hiç -afedersiniz- hamile kalan bir erkek gördünüz mü? tabii ki göremezsiniz çünkü erkekler kendi kendilerine ve üstelik bir defada milyonlarca kere üreyebilmektedirler. fakat ne acıdır ki, kadınlardan çok daha üstün olan erkek doğası, henüz bu çocukları atıldığı yerden alıp yetiştirecek idrakten henüz yoksundur. fakat ALLAH yolundan ayrılmaksızın devam edildiği müddetçe, ilim elbette bu sorunun da üstesinden gelecektir.

direnin hanım kardeşlerim! iftar yakın, ocağın altını yakın!

17 Temmuz 2013 Çarşamba

çapulcusun dediler kız vermediler :/

aslında bugün hiç entel havamda değilim. "drama queen" hırkamı giyip gezi sürecindeki kişisel kayıplarımı anlatacaktım. "en çok düşünme yolum" olan ev-metrobüs yürüyüşünde aklımda hep bu vardı.

işe gelip "bakalım ben yokken neler olmuş..." diye olan bitene bakarken, ali ismail korkmaz'ın verdiği son ifadenin yayınlandığını gördüm. dövüldükten sonra polise verdiği ifade radikal'de çıkmış, şöyle buyrun: http://www.radikal.com.tr/turkiye/bana_sopalarla_saldirdilar-1142091

feysbuk'ta paylaştım bunu, sonra da dedim ki, lütfen polis çok yorgun tribine girmeyin. yorgunluk, sarhoşluk, sinirlilik filan gibi şeyler, insana kontrolünü kaybettirir ve kontrolünü kaybeden insanın engel olamadığı şey, içinde bastırdığının dışarı çıkmasıdır. yani o polisin içinde o vahşet var ki, yorgunluktan bu şekilde etkileniyor. fakat çakma insan sevicilerin hepsinde aynı laf: polis de insan, çok yoruldu, ondan böyle. arkadaş ben sana polis yorulmadı demiyorum ki, elbette yoruldu ve elbette o da insan, fakat bu şiddet adamın içinde olmasa, yorgunluğu buna sebep olur muydu? bir de tabii, diğer en bayıldığım şey, esnafın "ekmek parası" meselesi. gören de elinde sopayla gezen esnafı "sinirlenmek zorunda kalmış olan gariban şirin baba" sanacak. o ekmek kana katık ediliyor, ne yapayım buna da mı saygı duyayım? bu arada, şiddete meyletmeyen esnafa da atarlandığım sanılmasın, onlara her zaman saygı. ben sopalılardan bahsediyorum. (ekmek parası ne ayrıca ya, bırakalım şu arabeskliği.)

derken, anda altında bir yazı paylaştı. uzun ve güzel bir yazı fakat benim aklımdaki kodlanışı şudur: artık "toplumsal davranışa" inanmaya başlıyoruz. (http://www.bianet.org/bianet/toplum/148522-gezi-den-ogrendigim-bir-sey)

işte orada, bende bir şimşek çaktı.

biz şimdiye kadar, bütün ilişkilerimizi olanca bireyciliğimizle oluşturduk. hemen itiraz etmeyin, açıklayabilirim.

gezi'ye kadar, hiç bu derece kollektif ve süregelen bir hareket görülmemişti. doğru muyum?

özellikle biz beyaz türkler, toplumsal duyarlılık sahibi olsak bile, sokağa hiç çıkmamış ve böyle bir dayanışma içine hiç girmemiştik. işte benim "bireycilik" dediğim budur. örneğin, kadıköy'deki muhtelif mitinglere "ya arkadaş siz toplanıyorsunuz diye semtten çıkamıyoruz ya of" diye hayıflanan modalılar, sokaktan eve girmez oldu.

yani gezi süreci, bir sürü insanda toplumsal bir aidiyet yarattı. tarifsiz bir kazanım.

fakat bizim bundan önceki hiçbir sosyal ilişkimizde, böyle bir aidiyet gözetilmemişti. yani biz kiminle ne yaşadıysak, toplumsallığı bilmeyen insanlar olarak yaşadık. işte anlatmak istediğim şey bu.

derken, birden olaylar olaylar. işte bundan sonraki süreci gezi'nin benim hayatımdaki kelebek etkisiyle açıklarsam, sanırım daha kolay anlaşılacak.

kronolojik olarak ilk kayıp, erkek arkadaşım oldu. benim taksim'e ve parka gitme isteğim araya bir mesafe koydu ve kendisi bu mesafenin kapanmasını istemedi. elbette başka sebepleri de vardır, fakat bahanelerden biri budur. yalnız şimdi çocuğu da tayyipçi sanmayın, yok öyle bir şey. asla böyle bir şey söylemem hakkında; ama "yerinden kalkmaktan pek hoşlanmaz" diyebilirim.

beni merak ettiği için gitmemi de istemediğini söyledi, ben gitmekte ısrar ettim. artık bunu nasıl değerlendirdi, istememesine rağmen gidişimi kendisine yönelik mi algıladı, "dediğimi yapmayan ve merakımı ciddiye almayan biriyle yapamam" mı dedi, bunları bilmiyorum. fakat "sorumluluk almak istemiyorum" diyerek gittiği tarihsel bir gerçeklik.

işte bakın bu tipik bir "bireysel algıyla oluşmuş sosyal ilişkinin toplumu görünce şirazesinin kayması" örneği. beni o güne kadar merak etmesi hiç gerekmemişti, çünkü hep gözünün önündeydim. ne zaman ki benim de bir topluluğun parçası olma anım geldi ve onun gözünün önünden çıkmam gerekti, o zaman sıkıntı başladı. birey kalsaydık iyiydi, ama olmadı. ben dışarıdaki topluluğu seçtim, ama evin içinde iyice yalnız kaldım.

ikinci kayıp, varlığına her zaman en güvendiğim arkadaşım oldu. gerçi bunun direkt gezi'yle alakası yok, ama o da neticede bireysel yaşantıyı toplumsallığa uyumlaştıramamakla ilişkilendirilebilir. kayıp süreci her zaman herkesin yaşadığı bir arkadaşlık sorunuyla başladı, sevgili bulunca arayıp sormamak durumu. derken bu arayıp sormamak artık "çemkirmeye" vardı, ben de çekildim, ne yapayım. allah mesut bahtiyar etsin.

bu örnekte, ikimiz birden kendi toplumsal aidiyetlerimize daldık. artı tabii onun bir de -artık telekinezi filan uyguladığını düşündüğüm- sevgilisi vardı. farklı gruplara girince, yani bireyciliği bırakınca, bireysel zamanda kalan arkadaşlık bağı da zayıflar oldu. henüz kopmadı, yani ben kendi adıma kopmadım, ama sonumuz hayrolsun. gelinen noktada, evet yine sokakta kalabalık içindeyim, ama "evde" hala kimse yok. beraber içip gülüp ağlayarak arkadaşlık ettiğin insan, o konsept değişince artık hayatında olmuyor.

başka bir kayıp, sağduyusuna tarifsiz güvendiğim başka birinden geldi. kendisi büyüğümdür, 12 yıldan beri her söylediğini dinlerim. her zaman katılmam ama mutlaka dikkate alırım. yaşım itibariyle bakıldığında, bana söylenen şeylerin en önemli olduğu günlerde dinlemişim kendisini. artık oradan pay biçin.

dün, direnişçiler için "aldığınız beddualarla zor ama..." diye bir ifade kullandığını gördüm. gerisini hatırlamıyorum, umrumda da değil açıkçası. sonrasında birkaç açıklama yazısı paylaştı, ama gerçekten ilgilenmedim. canım istemedi. çünkü beklediğim, uzun açıklamalar değildi.

bedduanın neden yanlış bir şey olduğunu kendisinden dinlediğim insan, üstelik gezi çocuklarını bedduayla tehdit etti - o ifadenin benim aklımdaki kodlanışı budur. yani "evde" yine yalnız kaldım.

(cevap verirken keşke şunu da deseydim, milyonların bedduasıyla devlet yönetiliyor, iş mi bulunmayacak?)

işte yine, ortalık güllük gülistanlıkken, kendimizden başkasını düşünmemiz gerekmiyorken söylediklerimizin, toplumsal bir olayda "söylenemeyişi" örneği. gündelik hayatımızda beddua etmemenin erdeminden söz etmek son derece kolay, hadi bakalım buyrun, türkiye için tutarlı olma vakti.

benim bu örneklerdeki kaybım kişiler değil, keşke öyle olsaydı. güven kaybı bunlar. insan kendini kandırılmış hissediyor, özellikle iki ve en çok üçüncü örneklerde.

bence bütün bunlar, kalabalıklar içinde yaşamayı unutmuş ve her şeyi oturduğumuz yerden değerlendirmeye alışmış olmaktan kaynaklanıyor. öğrendiğimizin dışında bir şey olunca, ezberimiz bozulduğu için ne yapacağımızı bilemez bir hale geliyoruz. bu çok normal, elbette insan bilmediği bir şey görünce ya da yaşayınca şaşıracaktır. fakat bu süreçleri tutarlılıkla atlatmak önemli. "ben bu konuya geçen hafta da aynı şekilde yaklaşır mıydım, yaklaşmaz idiysem beni değiştiren nedir" sorgusuna girmek lazım.

sonuç olarak, artık sokakta kendimi -etrafta polis yoksa tabii- çok daha güvende hissediyorum. taksim'i daha çok sahiplenip, kadıköy'ü daha da çok sevip, armutlu'yla gurur duyuyorum.

fakat evde sıkılmayaydım iyiydi.

11 Temmuz 2013 Perşembe

"işte ben böyle bir hal içindeyim"

özellikle burada her yazdığım kişisel, fakat bu artık kişiselin suyu olacak. baştan anlaşalım. bir terapiste anlatır gibi anlattım.

ne zaman bir şeylere öfkelensem, bunun bana verdiği enerjiyi fark edip dehşete düşüyorum. sinir, insanı feci tezcanlı kılıyor. bunun sebebi "pozitif bilimsel" bir şey mi yoksa sakin insanın iplenmediği yönündeki sosyal gerçeklik mi bilmiyorum, oturup onu da düşünürsem artık... ki düşüneceğimi ben de biliyorum aslında ya neyse. 

işte o tezcanlılık beni korkutuyor. çünkü sinirlenince, bir an için aslında bir şeyler yapabileceğini düşünüyorsun. bu kadar dehşet verici bir şey olabilir mi? insan kendi sinirinden beslenebilir mi ya, tehlikenin farkında mısınız? hepimiz kendi içimizde birer küçük provokatör müyüz yoksa? yoksa insan denen bok, sosyalleşme denen zamazingoyu sırf sinirini çıkara dönüştürecek bir mecra olması için mi yarattı? biz baştan sosyal bir hayvan filan değildik de, öbürümüzden bir çıkarımız olabildiğini fark edince mi evrildik? sonra o çıkarı bulamayınca da sinire kestik. sonra baktık ki, sinirlenince oluyormuş. uuu beybi, koşun lan koşun, insan doğasını çözdüm. 

sinirle ilgili duygularım bunlar. "öfke, kendisine sebep olan şeyden daha tehlikelidir" ve ben buna tamamen katılıyorum. (alıntının kaynağını hatırlamıyorum, hatırlayan qızlar eqlesin.) öfkeli olunca zarar verirsin. söylediğin şeylerden ertesi gün pişman olursun - hatta değil ertesi gün, otuz saniye sonra filan da olabilirsin. kalp kırarsın. bu budur. o zaman ya öfkeyi yok etmek, ya da tamamen öfkeye boğulmak gerekir. seçim sizin, ben ikisini de yapamadığım saçma sapan bir hayat yaşıyorum. 

bela okunmasına prensip olarak karşıyım ve bu karşı oluş da ayrı bir mesele. lan adamlar patır patır öldürüyor sen kalkmış hala "bili ikimiyilim ihihi" diyorsun. işte bak mesela, bu tam bir "öfkeye boğulma" imkanı. bu adamlardan nefret etsen kimse de sana "noluyor" diyemez. fakat olmuyor. çünkü sosyalleşmenin kendi kendini yiyen akıl yürütme şekli hepimizi muhteşem birer sevgi kelebeğine dönüştürdü. "nefret etmemeliyim çünkü nefret zararlıdır ve yıkıcıdır. bunun yapıcı bir çözümü olmalı" dersin ama o çözüm asla gelmez. nefret etmeyi seçince de bu sefer kendi vicdanın tarafından öldürülürsün. yani her durumda olan sana bana oluyor. bence bunun üzerinden giden bir distopya da olmalı, illa ford illa taylor değil. gerçi "mevki uygarlığı" üretim biçimlerinden tamamen bağımsız ve çok farklı bir kitaptı, ama o da böyle değil. (bu arada mevki uygarlığı'nı okuyun ve hem bana hem de kitabı bana tavsiye eden volkan abi'ye teşekkür edin.)

ya o değil de, ben başka bir şey için gelmiştim asıl, yine sinire daldım.

insan duygularının burçla açıklanmasına ayrı hastayım. "aynı anda hem deli sinirli hem de sinir sebebinden bağımsız olarak ağır kederli olmak" dediğim zaman "ikizler burcu kadını olduğundandır" diyecek bir milyon kişi bulabilirim. belki de gerçekten ondandır, ben bir balık olarak denizin farkında değilimdir. bilmiyorum. ama daha dün erdem'e de söylemiştim, çok fazla uyaran var, nasıl "sadece tek bir şey" olabilir insan? 

ruh halimi size şöyle anlatayım:

1. öfke kısmı malum. ali ismail'in yüzünü gördükçe sinirim daha da artıyor. kendimi alamıyorum. ne kadar da güleryüzlü, sıcak bakışlı bir çocukmuş... abdocan da öyleydi. mehmet'in daha sakalları bile çıkmamış olabilir, çocukcağızın her fotoğrafı pırıl pırıl. gerçi ne olacak, sakallı olsa "haa tamam o zaman" mı diyeceğiz? saçmalığa bak. ethem ise, benden küçükmüş ama tanısam abi derdim gibi geliyor. öyle bir havası var güzel kardeşimin. insan insanı sever abi, birine öfkeleneceksen bunun bir sebebi olmalıdır. 

(bir dakika burada araya girmem gerekiyor. son cümlemde sosyal bir önkabul ve kurcalanması gereken bir felsefe var. default ayarlarımız konusunda biraz daha düşünmem lazım.) (lan "sevgi rules" diyen bir insanı ne hale getirdiğiniz pezevenkler.)

2. tüm bu öfke ve endişe, insana ister istemez varlığını sorgulatıyor. dünkü feysbuk staatüs'ümü paylaşmak istiyorum izninizle:

"insanlar ölüyor ya. hep öldüler, birileri onları hep öldürdü. insan öldürmek, biz bu dünyada var olduğumuz ilk andan beri, bir tarafa verdiği acı kadar diğer tarafa gurur verdi. insanlığın varlığı, ta en başından beri, diğerini yok etmek üzerine kuruldu.

yüz bin yıldır dünyadayız ve bu hep böyle. insanlar annelerinin ve eşlerinin koynundan alındılar. ve bununla hala gurur duyulabiliyor. insan milleti, yıl olmuş 2013, hala kazandığı savaşlarla övünüyor ve fakat savaşın kendisinin utanılacak bir şey olduğunun farkında değil. "benim sçtığım bok daha büyük" demekten hiçbir farkı yok ki bunun. 

insan olmak iğrenç bir şey ya, gerçekten. dün gece murat'la onu diyorduk, aha maydonoz da var oluyor, biz neden insan olduk ki? hayır neden yani, olduk da ne oldu? bir hamamböceği olarak dünyaya çok daha faydalı olabilirdim, en azından bu kadar zararlı olmazdım.

yaratılışçı iseniz eğer, dünyada 4 kişi varken biri diğerini öldürdü lan. kardeşti bunlar. insanlık bir cinayetle başladı. dünya nüfusunun dörtte biri katil oldu ve belki de şu an hala öyle. 

evrim hata yapmaz. tekrar yaratılışçılığa dönersek, tanrı da hata yapmaz. bence neslimizin tükenmesi için oluyor bunlar. tükensin de zaten. zaten geldiğimiz gibi içine sçtık dünyanın, şu ömrümüz bitse de gitsek."

bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.

3. yukarıdaki sorgulama halinin yanı sıra, gündemden tamamen bağımsız duygular da olabiliyor. çünkü o kadar saçma bir dünyadayız ki, bir yandan sosyal medya sağolsun sokakların içindeymiş gibi yaşayabiliyorken, öbür yandan yıllardır süregelen rutinlerimize devam ediyoruz. 

o rutinler, bize sokaklardan bağımsız olarak o kadar çok sinir ve mutsuzluk sebebi sunuyor ki. bunları anlatmanın alemi yok, günlük dertlerimizi biliyoruz zaten. e şimdi, bir yandan insanlar ölüyor ama sen zaten onlar ölmeden önce de veya ölmeseydi de hayatına tahammül edemiyordun?

abi çok çok boktan bir hal ama anlatamıyorum. benim üzüntü kaynaklarımdan biri, çok net, açık, sokaklardan bağımsız, bildiğin, hepimizin yaşadığı bir şey. biliyorsunuz, andırmayın. üstelik durduk yerde gelen cinsten. çok somut mutsuzluklarım var. geçimsiz, huysuz ve sosyalleşme sorunları olan biri olduğumu düşünüyorum. her şey çok net yani, bunun çocuklarla bir alakası yok. çalışma şeklimden hoşlanmıyorum. kendime bir hayat kurabildiğimi hala hissedemiyorum ve gelecek kaygım var. bunlar hep vardı, ali ismail yaşıyor olsaydı da olacaktı. 

ama olmuyor işte. bir yandan birine, öbür yandan öbürüne kafayı takamıyorsun. bunu muhtemelen yüz bininci söyleyişim, ama tek bir kişi olmak yani tek bir beyin ve bedenle yaşamak gerçekten çok zor. dünyaya yetmiyor.

ben basbayağı varoluş sıkıntısı çekme kafasındayım. ama ben varlığımın sıkıntısını çekeyim derken insanlar yok oluyor. hicap duyuyorum.

ama mutsuzum. "yok" olamadığım, var halimin ise pek bir anlamının olmadığını düşündüğüm için, çok mutsuzum.

4. öfke nasıl ki insanı hareket ettiriyorsa, mutsuzluk da hareketsiz kılıyor. mutsuzluğun verdiği hali pir sultan çok çok güzel özetlemiş, hep aynı şekilde izah ederim:

"ister yağmur yağsın, isterse dolu / n'idem ben ummana daldıktan sonra."

ya arkadaş ben mutsuzluğun dibindeyim, sen daha bana ne anlatıyorsun? kendim için bir şey yapabileceğimi düşünsem zaten yaparım, ama ummanın içindeyken yağmurdan bana ne abi?

bu o kadar "sıyrılmış" bir ruh hali ki. gerçekten hiçbir şey ilgini çekmiyor. yani aslında şu an bir sürü şey yapıyor gibiyim ama hepsi "kerhen." belki birinde tutturur da giderim diye ve hepsinde iğreti durarak.

bir yandan, aldığın her haberle yükselen bir sinirin var ve bu seni bir şeyler yapmaya zorluyor. ama öte yandan, seni hiçbir şey yapmamaya sevk eden ve konuyla alakasız bir kederin de var ve kımıldamanı imkansız kılıyor. yalnız burada, yukarıdaki ikinci maddeyi de düşünmenizi rica edeceğim. sinirin kaynağı tek, fakat kederin kaynağı tek değil. hem insan hem de göksun olarak, mutsuzluk için milyonlarca sebep bulabilirim.

[yukarıdaki parantezi burada da tekrarlamalıyım sanırım: (bir dakika burada araya girmem gerekiyor. son cümlemde sosyal bir önkabul ve kurcalanması gereken bir felsefe var. default ayarlarımız konusunda biraz daha düşünmem lazım.)]

ha peki bu kadar saçma sapan bir duygu sürecindeyken insan ilişkilerim nasıl gidiyor?

hiiç. yani sürekli bir yerlerde birileriyleyim ama gittiğim her yerde "kendi kendime" takılıyorum. yani insanlarla sorunumuz yok ama o kadar. buna da şükür, sinirini başkasından çıkaran biri olduğum zamanlar da oldu. 

of sıkıldım ben gidiyorum.