27 Aralık 2012 Perşembe

Feysbuk duyarlısı, İstakram gurmesi, Tivitır filozofu, kodumun gerizekalısı.

Aslında bugün çok işim var, ama yazmazsam ölüyorum.

Bir süredir, içimde biriken sinirden rahatsızım. Bunun birçok sebebi var, fakat sebeplerden biri de sosyal paylaşım kavramının "başka taraflardan" anlaşılıyor olması.

Önce kendimden bahsedeyim, ben bir iletişim bağımlısıyım. Yeni değil, hep öyleydi. Birinin paylaştığı enteresan bir fotoğrafı görmek hoşuma gidiyor. Sosyalleşiyormuşum gibi geliyor, tanımadığım insanlarla sohbet edebilmeyi çok değerli buluyorum. Nitekim gerçekten çok güzel insanlar tanıdım bu şekilde, çok da iyi oldu. Sorduğum bir şeyin yanıtını tanımadığım insanlardan almak bana kendimi büyük bir dünyada yaşıyormuşum gibi hissettiriyor.

Derken, bu sosyal mecraların sinir bozucu tarafına gelelim.

Twitter, Facebook ve Instagram aslında iyi şeyler. Reklamdan tutun, istediğiniz herhangi bir şeyin mizahını herhangi bir şekilde yapmaya kadar, bir milyon tane amaç için kullanabilirsiniz. Instagram kullanmayışımın sebebi buna karşı olmak filan değil, telefonuma kurmadım. Bende PicsArt diye bir şey var, ona da elim alışmadı; çünkü telefonum yeteri kadar iyi değil bu konuda.

Twit'lerin çoğunun aslında hiçbir şey söylemiyor olması bence eleştirilecek bir konu değil. Söyleyecek sözü olan zaten mecrasını buluyor. Tek mecra olarak 140 karaktere razı olmak insanın başka harfi olmadığının ikrarıdır bence. Bununla ilgilenmiyorum. Adam demek ki o an canının sıkılmış olmasını çok önemsemiş, kime ne ki bundan? Önemseyecek başka bir şey bulamamıştır, ne yapalım dövelim mi?

Fakat kimi "altmetinli paylaşımlar" kadar kendiyle çelişen şeyler düşünemiyorum.

Siz bekar evlerinizde ne bulursanız yiyor olabilirsiniz, fakat ben gördüğünüz gibi şatobriyan yiyorum, nasıl okunup yazıldığını bilmiyor olmam sorun değil. Çünkü ben yiyorum, siz değil.
Öyle çok kitap okuyor ve film izliyorum ki, entellikten ölebilirim. Hele arabamdan hiç bahsetmeyeyim.
O kadar şairaneyim ki, edebi ruhumun inceliğinden delirecek gibi oluyorum.

Geçen yine elitiz arkadaşlarla... Ama nasıl trafik var... Bıraktık arabayı, köşede bir dürümcü bulduk, karnımızı orada doyurduk.... Dürümcü bize "buyur abla" dedi. İnsanların telaşı, bir arada yemenin samimiyeti, dürümün içindeki soğanın buğusu, maydonozun ılgıt kokusu, ... Halka karışmak öyle iyi geldi ki... Elitistlik de zor...

Ya böyle göründüğünüzün gerçekten farkına varmamış olamazsınız ya yapmayın.

Yazar Twiteranski, son eserinde fotoğraf sümüklü çocuklarının başka bir gezegene göç ettiği, fotoğrafçıların kimliksizleştirilip ötekileştirildiği bir dünya kurgulamış. Nitekim hayatım bu edebiyatı okuyarak geçti, hep bunu vurgulayayım ki başka tarafıma bakma ihtiyacı duymayasınız.

Bunun dışında dinleyip izlediklerimi de paylaşıp duruyorum, siz hala benim muhteşem entelektüeliteme ikna olmuyorsunuz :/

Şimdi bu twit'ler ve fotoğraflar, bireyselliğin ve bireyin mülkiyetinin yüceltilmesi olmuyor mu? Çünkü övünülen unsurların neredeyse hepsi bir mülkiyet meselesi. Zaman geçirmekle övündüğünüz şeyler her zaman fazla bir mülkiyet gerektirmiyorsa da, onlarla zaman geçirebiliyor olmanın kendisi zaten bir ekonomik rahatlığa işaret etmiyor mu?

Üstelik bu havanızı, size tamamen ailenizin ya da bir başkasının sağladığı imkanlara borçlu değil misiniz?

Diyelim ki değilsiniz. Madem bu hayatınız için o kadar emek sarf ettiniz, madem emeğin değerinin son derece farkındasınız, kendinizinkini bu kadar nimetten saymanızın dayanağı  nedir?

Mesela ben de doktoradan çok bahsettiğimi fark ettim, sonra da bundan rahatsız oldum. Bu ne lan dedim, birincisi benim doktora dışında bir hayatım yok mu (aslında yok) hem de ne oldu yani doktoraya başlayınca adam mı oldum? Dünyanın bu eğitimi alan ilk ya da son insanı mıyım, bu mudur?

Fakat görülüyor ki, toplasan 3-5 kitap okumuş ve sorsan onları da yarım yamalak anlamış olan biri, bunların fotoğrafını çekip yayınlayınca allame-i cihan oluyor. Yiyip içmekten bahsetmek insanı gurme yaptığı gibi, kedi köpekten bahsetmek duyarlı, iş güçten dem vurmak işini iyi yapan bir insan olduğunuz anlamına geliyor. Mülkiyetinizden bahsetmenin oluşturduğu hiçbir olumlu imaj bulamadım, kusura bakmayın.

Kediye köpeğe olan bu duyarınız ise, apartmanınızın kapısında yatan bir köpek gördüğünüzde birden yok oluyor. "Hoşt!" diyorsunuz hayvana, ya da "Aşkım ya nolur kovala şunu, yoksa apartmana giremem ben yhaa offf :/" deyiverip tüm formatınızı baştan yaratıyorsunuz.

İnsan elbette paylaştıklarının bileşiminden oluşur. Fakat bunlar insanın çekirdeği değil, çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan ibarettir. Sadece bunlardan söz edince, bir çekirdeğiniz yokmuş hissi veriyorsunuz. Bilin istedim.

Ailenizin huysuz ihtiyarı,
Göksun.









18 Aralık 2012 Salı

Dilbilgisi saplantılıyım ama neden bir sor.


Ben imla ve ifade konusunda saplantılıyım ya, işte bunun sebepleri var.

Dün Türkçeden "şey" kelimesini çıkarsak neler olacağıyla ilgili yorumların arasında bayağı zaman geçirdim. Biraz önce de kendi yazdığım bir yazıdaki "ya" kullanımına bakıp "Şey kadar ya da çok hayati bu dilde" diye düşündüm. Olaylar gelişti.

Şimdi kalkıp "Türkçe muhteşem bir dil, dünyanın en güzel dili, Allah'ım iyi ki Türkçe konuşuyorum, thank God it's Türkçe" filan diyecek halim yok; anadili Türkçe olup zaten başka bir dil konuşmayan insanlar için bu söylemleri her zaman sakil bulmuşumdur. Lan gerizekalı, senin gündelik hayatında başka dilin mi var, neyi neyle kıyaslıyorsun da karar verdin? Elin Afrikalı kabilesi "Hay Allah ya keşke Bantu dilleri ailesinden olmasaydık da biz de Türkçe konuşabilseydik..." mi diyecek sanıyorsun? Senin hissin tamamen, konuştuğun şeyin "sana ait" olmasıyla alakalı.

Yurtdışında yaşayıp hayatımı -misal- Almanca konuşarak geçirseydim belki bir kıyaslamaya gidebilirdim, bilemiyorum. Gerçi dillerin gelişimi toplumdan bağımsız düşünülemez bence, o yüzden bu aslında kelimelerin değil ifade ettiği toplumsal yapının kıyaslaması olur. Neyse konu derinleşmeye müsait, ben bağlamdan kopmayayım.

Diyordum ki, Türkçe benim anadilim. Kuru kuru bilerek değil, özümseyerek kullandığım dil. Kendimi ifade ve bir şeyleri tarif etmek için elimde olan en etkili araç.

Bu aracı hatalı kullanmak, bana kendimi kötü hissettiriyor. Çünkü dil "benim için" var, onu benim içinde bulunduğum toplum oluşturdu, derdimi anlatabileyim diye. Hatalı kullanım halinde iletişimin sorunsuz olacağını düşünemem. Benim anlatmak istediğim şeyin başkası tarafından yanlış anlaşılması riskini almak istemem. Aslında aklımda net olan bir şeyin başkası tarafından anlaşılamaması halinde, sorun dilde değil bende olsa gerektir, çünkü yanlış anlaşılan ifadeyi o şekle sokan benden başkası değildir.

İfade bu kadar önemliyken, o ifadeyi formüle eden imla tabii ki önemsiz olamaz. "Öf takılma bunlara yeaa" denen kimi kurallar var, bağlaçların ve soru ekinin yazımı gibi. Hatayı düzelttiğiniz zaman insanlar "Ne yazdığım anlaşılmıyor mu sanki" diyorlar. Evet anlaşılıyor da, her şey bu kadar yüzeysel olmalı mı gerçekten? Özümüzde hepimiz mutlaka iyi insanlarızdır, neden sürekli kendimizi insanlara belli şekillerde gösterme zahmetine giriyoruz o zaman?

İmla kurallarına uymak bence, kişinin o dile saygı duyduğunu gösterir. Hele kimi mesleklerde dil ayrıca önemli; örneğin iletişim ya da hukuk alanlarında çalışıyorsanız. Bu hallerde, dil artık sizin hayatınız olmuştur, tüm geleceğiniz sizin argümanlarınızı nasıl ifade ettiğinizle doğrudan ilgilidir. Hayatınızda bu derece etkili olan bir unsura saygısızca davranmak, en kaba ifadesiyle, yediği kaba tükürmek olmaz mı?

Yani konu Türkçeyle alakalı değil, ama ben kendi anadilim yani kendimi en iyi ifade ettiğim dil olduğu için Türkçe üzerinden yazmayı uygun buldum. Aynı şeyler her dil için geçerli; anadil olsun veya olmasın.

İnsan sosyal bir hayvansa eğer, kendisini sosyal kılan şey dildir. Ne'ce olduğu ya da belki konuşma içermiyor olması önemli değil; dil en nihayetinde sistematik bir iletişim kanalıdır. Örneğin işaret dilinde de bir hata yapamazsınız, yaparsanız hareketleriniz tamamen anlamsız bir hale gelebilir.

İşte bu sebeplerle, "ya of ne var işte, anlaşılmıyor mu sonuçta yani" şeklindeki argümanlar kadar sığ ve dile zararlı bir şey olamayacağı düşüncesindeyim.

Günlük ukalalığımı da yaptığıma göre, şimdi Feysbuk'ta goygoylamaya devam edebilirim. Yaşasın blog, yaşasın ukalalık yapma özgürlüğü.

Ailenizin "gramer nazisi,"
Göksun.


*** kamu spotu***




     



12 Aralık 2012 Çarşamba

Suç ne ki, ceza ne ki...

Birkaç iyi çocuk.
Dün, Ekip Tiyatrosu'nun Parti oyununa gittim. Baştan söyleyeyim çünkü sonra unutuyorum; oyun her salı SahneHal'de. SahneHal, Mecidiyeköy Emniyet'in yanında. Biletler tam 30, öğrenci 20 lira.

Daha önce Oyun Sonu ve Largo Desolato'yu da izlediğim için, "ekibe" ve tiyatro anlayışına aşinaydım. Yani bir şeylerin "yüzüme vurulacağını" biliyordum, öyle de oldu nitekim.

Oyun hakkında kısa bir bilgiden sonra, bir noktaya kadar hakkında genel olarak konuşarak, bir noktadan sonra ise "spoiler vererek" ilerleyeceğim, kırmızı ışıkta söylerim.

Hikayemiz, sekiz yıldır hiç görüşmeyen altı arkadaşın bir araya gelmesiyle başlıyor. Sahnede beş arkadaş, bir de arkadaş nişanlısı var. Altıncımız şimdilik yok.

Arkadaşların hepsi gayet geçerli mesleklerin sahipleri. Avukat, gazeteci, doktor, öğretmen, sanırım bir de insan kaynakçısı. Evlenip çocuk yapmış olanları da var. Tam birer beyaz Türk karakterleri. Ahlaki yanlarına baktığınızda ise, her biri için özetle "küçük burjuva" diyebiliriz. Yani o sahnedekiler, aslında her birimiziz.

Başta bildiğimiz geyikler çevrilirken, alkoldür şudur budur, ortalık birden geriliyor. Hepsinin yıllardır unutmaya çalıştığı ve bu yüzden birbirleriyle de görüşmemesinin sebebi olan bir olay, partinin ortasına pat diye düşüveriyor. Olayı hatırlama ve sorgulama sürecini, istediğiniz eserle ilişkilendirebilirsiniz. Literatürde o kadar çok işlenmiş bir konu ki bu, artık aklınıza gelen her şey serbest;  Benim aklıma Suç ve Ceza geliyor; fakat kahramanımız Rusya'nın fakir ama her şeyi ince ince düşünen Raskolnikov'u değil, Türkiye'nin paralı ve yüzeysel küçük burjuva sınıfı.

2010'lardayken, hala bir Raskolnikov naifliği bekliyor muyuz gerçekten? Dünyanın şimdiki hali bize vazgeçemeyeceğiniz bu kadar çok şey sunuyorken, oturduğumuz yerden tasladığımız "aydınlığı" hayatımıza uygulamak ne kadar mümkün?

Dostoyevski Amca suç kavramını iki koca ciltte tartışırken, bu sorgulamaya 2012 yılında Cem Kardeş'in "Adam öldürmek ne zamandan beri suç oldu lan" demesi üzerine girebilmek, ironi midir, yoksa artık daha hızlı düşündüğümüzü mü gösterir, buna karar veremiyorum. Ya da bu kadar hızlı düşünmek, aslında gerçekten iyi bir şey midir? Buyrun düşünün, oyun da zaten bunu istiyor.

Azınlık-çoğunluk dengesi, bireysel varoluşun kalabalık gözündeki anlam ve önemi, anlık karar veya kararsızlığın hayatımıza etkisi ve en nihayet, "var olmanın dayanılmaz hafifliği." İnsan olmak gerçekten çok zor bir şey, çünkü yaşadığımız her saniye bir "irade" meselesi ve o iradenin sonuçlarını ne zaman yaşayabileceğimizi bile bilmiyoruz. İşte oyun, bence en çok bu gerçekler üzerin kurulu. Ama siz lütfen benim entellik taslayan cümlelerime bakmayın; çünkü oyun aslında benim bu kasıntı cümlelerimi değil, sizin kendi hayatınızın 3 saatini gösterecek. Bu da size hiç yabancı gelmeyen, cümlelerini bildiğiniz, cevaplardan hoşlandığınız, gerilimini tanıdığınız bir üç saat anlamına geliyor.

Bir Ayşegül var Ayşegül'den içeri.
Ekip'in sahne anlayışı, oyunlarının gerilimine çok uyan bir anlayış. Sahnede sinir krizi geçiren biri varken gidip yardım edesiniz geliyor. Yere düşen oyuncuya gidip "Ay bir şey olmadı ya?" diye koşmak istiyorsunuz. Burada abartılı oyunculukların olduğu ve şimdi Twitter cümlesi haline gelen "özlü sözlerin" dolandığı bir gerilimden değil, bizim her gün yaşadığımız şeylerin "üzerinde düşünülmüş halinden" söz ediyoruz çünkü. Örneğin belki siz, daha bugün demokrasiden dem vuranların 3 gün sonra "Hem benim ekmeğimi yiyor..." dediğini fark etmeyebilirsiniz, bulunduğunuz bağlam bu gerçeği sizden gizleyebilir. Fakat oyunda görünce "Ahah evet ya böyle de bir insan tipi var" diyorsunuz. Pınar kalkıp "Gazetelerde çıkmıyor diye benim sözüm değersiz mi?" dediği zaman, dinlemediğiniz insanları hatırlayıp mahcup oluyorsunuz. (Bu arada, buradaki Pınar Largo'daki Susanna, Oyun Sonu'ndaki Nell, yani Ayşegül Uraz. Bu "pasif agresif - gizli manyak" halleri iyi oturdu üzerine. Bundan sonra pastası böreği eksik olmayan teyzelere bir de bu gözle bakın, içinden canavar çıkabilir.)

Bir de bu gençler çok acayip. Tiyatrocu olmak bence zaten başlı başına "insanlık dışı bir konsantrasyon" gerektiriyor, bunların sahnesi iyice enteresan. Tamam hiç sahneye çıkmadım ama düşünüyorum ki, yukarıda bir sahnede, seyircilerin üzeri karanlıkken, oyuncuların "kendi kendilerine" konsantre olmaları hadi yine mümkün, ama bunlar bizim aramızda oynuyorlar. Oynadıkları şey de, her türlü hatanın komediye çevrilebileceği bir doğaçlama filan değil, bayağı bayağı "kriz geçirmeli" bir şey. Allah'ım aklımı koru.

Gelelim, bahsetmek istediğim diğer bir meseleye...

Oyunun yazarı ve yönetmeni olan Cem Uslu hakkında söylemek istediklerim var. Kendisini, sadece bu oyunların sahnelerinde gördüğüm kadar tanıyorum. Bunu belirtmemin sebebi, hakkındaki fikrimin gerçekten uzaktan bakan biri gözüyle oluştuğunu ifade etmek.

Nedenini kelimelerle izah edemem, ama Cem Bey bana "TRT 2" hissi veren bir sanat insanı. Açıkçası bu oyuna giderken de, nasıl bir oyun yazmış olduğunu merak ediyordum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bir şeylerin yüzüme çarpılacağını tahmin etmek zor değil, fakat bunun nasıl yapılacağı yönünde bir endişem de yok değildi.

Oyun, son kısmına kadar, endişelerimi tamamen, olduğu gibi, baştan sona boşa çıkardı. Son derece sürükleyen, akan, geren, "asap bozan" bir performans izledik. Bunda elbette ki oyuncuların gücünü yadsıyamayız, örneğin o Mete'yi saçlarından sürüklemek istiyor insan, "Gerizekalı entel çakması içi boş denyo seni! diye. Müge deseniz, ayh, tam tanımını veremeyeceğim ama görünce anlayacaksınız. Evli, çocuklu, paso şarap-sigara... Pınar'ı "Eeeh, otur lan iki dakka!" diye çökertesiniz, İsmail'e "Yavrum hayatında herhangi bir işe yaradın mı sen çocuum?" diyesiniz geliyor. Hakan'a ise, bir şey demezsiniz, çünkü aslında hayatınızdan çıkaracağınız biri Hakan. Kadınsanız, Hakan'ın tarzı sizi bozacaktır, onun "kaba sabalığı" sizin kadınsal naifliğinize halel getirir. Erkekseniz de, ortamda arıza da olsa o derece maskülen biri sizi bozar. Sırlarınızı ortaya dökebilir, istemediğiniz şeyler söyleyebilir, sizi "kıza" rezil eder. İstemezsiniz. Ama şunu da düşünmezsiniz, o kişi, sizin yapmaktan ısrarla imtina ettiğiniz sorgulamaları yaptığı için böyle istenmez olmuştur. Aslında sizin kaçtığınız, sağa sola kusup duran biri değil, o kusulanların içinde olan kendi geçmişiniz ve iç dünyanızdır.

Cem Uslu'ya geri dönelim. Oyunun yazımı ve yönetiminin yanı sıra, sarhoş Hakan rolünde de gayet başarılıydı. Fakat oyunun sonuna doğru, TRT 2'ye geri döndük.

Oyunun, son arkadaş Sezin'in katılmasından sonraki kısmının, çok kısa, yüzeysel ve "fazla didaktik" geçtiğini düşünüyorum. Bu oyunun sonu bu kadar kolayca bağlanmamalıydı. Belki bu da oyunun bir parçasıdır; neredeyse 3 saat boyunca yüzeysellikten söz eden bir oyunun böyle bitmesi belki de gerekli görülmüştür. Bilemiyorum. Fakat insanda bir boşluk hissi yarattı.

Dikkat, buradan sonrası spoiler.

Artık son anlar.
Sorun, konunun psikolojiye bağlanması değil. Sezin'den sonraki kısım ne kadar sürdü bilmiyorum ama gerçekten fazla değil; 2.5 saat boyunca seyirciyi yerden yere atarak sorgulanan bir şeyin birkaç dakikada hop diye çözülüvermesi biraz garip.

Psikolojik sorgu daha fazla olmalıydı. Sezin'in bahsettiği deneyler insanda belgesel hissi yarattı, bağlamdan koptuk. Bir "dram" izliyorken, birden kemik gözlüklerimizi takıp kendimizi akademide bulduk. Aklımıza bir sürü soru geldi, ama bunların hiçbiri, kağıda çizilen 3 çizgiyle alakalı değildi. Bu arada o deneyini izahı bence gerçekten gereksizdi, onu da belirteyim. On yıldır bir şeyleri unutmaya çalıştığını düşünen insanların tedavisini, kağıda 3 çizgi çekerek yapabiliyorsak iyiymiş. Ha burada şu da denebilir, "bu insanların rahatlamaya ihtiyacı vardı, kendilerini kurtaracak bir şeye tutunmaya muhtaçlardı, o yüzden de hop diye ikna oluverdiler." Tamam kabul, ama hala söylüyorum, bunu Sezin'in sorgusunu daha detaylı kurgulayarak belirtmek çok daha anlamlı. Çünkü anıya tutunmayı seçen insanın, bu tutunmadan vazgeçmesi için başka bir dalın sağlamlığına ikna olması lazım, ama Sezin'in bölümü bu ikna için bence yetersizdi.

Bir de, ben "kızı parçaladık" kısmına kadar, hep Zeyno'nun "Hepiniz yanlış hatırlıyorsunuz çünkü o kız benim" demesini bekledim. Hatta parçalanmadan sonra dahi, "Hah o zaman da kardeşi filan mı acaba, ya da bunlar yine mi yalan yanlış hatırladılar?" diye düşündüm. Herkesi konuşturmak ve yaptığıyla yüzleştirmek için böyle bir yol seçmiş olabilirdi. Sonra da ya bu sefer gerçekten öldürülürdü ve pişmanlığını izlediğimiz beş kişinin tüm o krizlerinin ne kadar "yalan" olduğunu görürdük; ya da bu sefer Zeyno herkesi öldürürdü, o zaman da oyundan sonra "intikam" minvali üzere konuşuyor olurduk.

Oyuna ilişkin söyleyecek başka bir şeyim sanırım kalmadı. Son olarak, o yakın plandaki Tuborg olsa iyiymiş.

Çok sevgiler,
Göksun.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Binyılların neticesi olarak on yıl

Blog'lara her zaman yazamıyorum, ama "bunu düşünüp doğru düzgün yazayım" diye not aldığım hiçbir şeye de dönmüyorum. Benim de işim zor.

Şu an toparlamaya çalıştığım taslağın nüvesi, mutfaktan çay alırken çıktı. Birgül Abla, Burcu ve Erkan da vardı, artık ulusalcıların da mağdur olduğundan filan söz ediyorduk. "Daha birkaç sene önce cumhuriyet mitingleri filan vardı, şimdi cumhuriyetin bayramı bile yok" dedik. AKP'nin, o birkaç sene öncekinden bile daha çok "karşı taraf" edindiğinden ama iktidarının ısrarla güçlendiğinden bahsediyorduk.

Bunun hangi dünya görüşüne dayandığını
lütfen bi söyler misiniz?
Bu gerçekten enteresan bir nokta. Ülkede, kendini tanımladığı dünya görüşü üzerinden konuşursak "hiçbir şey olmayan" çok fazla insan var, AKP de tam olarak "bu insanların" partisi. Maddi çıkar peşindeki particilerden bahsetmiyorum, onlar zaten iktidarda kim olsa onun peşinde olacaklardı. Dertleri kim "öteki" olmuş - kim idam edilmiş filan değil. Onlar "ekmeklerine bakanlar" ve o ekmek aslanın değil "Büyük Usta'larının" ağzında. Öte yandan, hak nedir ve hak sahibi kimdir konusunda bugüne kadar hiçbir şey düşünmemiş o kadar çok insan var ki. Adamın devletle, yargıyla, ticaretle, yurtdışıyla, bilimsel araştırmayla, akademiyle, herhangi bir yabancıyla... bugüne kadar en ufak bir işi olmamış ve bu yüzden, kendisini yöneten adamın sahip olması gereken vasıfları düşünmekten o kadar uzak ki. Bunu elitist bir eleştiri tarzıyla söylemiyorum, olan bu. Elitizm bence, sorunu tespit değil çözüm aşamasında ortaya çıkacak bir yaklaşım. Gerçeği aktarmak somut veri paylaşımıdır fakat "bizim oyumuz nasıl bir olur!" filan demek elitizmdir.

"Atatürk'ü putlaştırıyorlar!" diyenler açıklasın.
Bir de entel görünen AKP'ciler var mesela. Herhangi bir siyasi oluşumun elbette ki "okumuşları" da olacak, köşe yazarları filan. Fakat ben bu kişileri algılamakta zorluk çekiyorum. Hepsine "ekmeğinin peşinde" diyemem, mesela eğitimli biri için "sırf maddi kaygılarla particilik yapıyor" demek de elitizmdir. Ama akıl yürütme yolları bana çok yabancı. Daha önce bariz bir haksızlığa maruz kalmış olan başörtülü kadınların bugün örtülerinin peşinde olmaları gayet makul, bunda hiçbir sıkıntı yok. Fakat kendi hakkının derdine bu derece düşmüş bir kadın, kürtajın tamamen yasaklanmasını nasıl savunabilir?

Son moda, malum, idam cezası. Ok-kadar "tribünlere" oynanan bir oyun ki bu, bu konuda yazması gereken köşecilerin ruh hallerini merak ediyorum. Malum, konu açlık grevlerinin ağırlığının zirvesindeyken ortaya atıldı ve şu an "yandaş medya" bunun üzerine düşmek zorunda. Peki nasıl oluyor; ustaları "efendi gibi kendiniz ölün, yoksa ben öldüreceğim" derken, birtakım okumuş insanlar bunu nasıl allayıp pulluyor? Bunun allanıp pullanacak yeri mi var?

Aynı tavrı, Roboski zamanında da  görmüştük. Orada da, insanların kaçakçı olup olmadığı sorgulanmıştı. Enteresan olan ise, bu abes sorgulamanın okumuş tayfadan da destek bulması. Aklımın alacağı bir nokta değil. (Bu konuda koridorda'da çok yazdım, "uludere" etiketinde birçok yazı bulunabilir.)

Başkanlık sistemi de gelsin tamam, çünkü ABD'de de var. ABD'de eşcinsel evliliğin yasal olduğu yerler de var, ama biz burada onların oturduğu evleri mühürlüyoruz. Nasıl olacak?

İşte geçen gün bunları konuşurken birden şunu düşündüm... Hani Beyaz Türkler'in kendilerine yakıştırmadıkları mahalleler vardır ya, genelde küçük şehirlerden göç edenlerin yaşadığı. Yine somut verilerden gideceksek, üçüncü sayfa haberleri de gerçekten daha çok bu bölgelerden çıkar. Okuryazarlık oranı gerçekten de daha düşüktür, gece yürürken kendinizi gerçekten de güvende hissetmezsiniz. Bunun sebepleri bambaşka bir konu fakat benim diyeceğim şu; eğer kendimize "Türk" diyeceksek, zaten biz bir "millet" olarak göçmenlikle varolmuşuz, bunu neden düşünmüyoruz? Vaktiyle insanları kavimler halinde göçmeye iten sebeple, şimdi Ağrı'dan İstanbul'a getiren sebep farklı mı?

Bu sabah konuşuyorduk, Tarsus'un orta yerinde Romalılardan kalma bir kral yolu bulunmuş. Gören arkadaşım, "sanki dün yapılmış gibi, tiril tiril duruyor" diye anlattı. Türklerin böyle kalıntıları olamayacağını hepimiz biliyoruz, çünkü o aralarda biz kendimize çadır kuracak yer arıyorduk.

Buyur takip et.
Erkan "iyi de şu an Anadolu'dakilerin genetik yapısı Orta Asya genetiğinden çok farklı, yani burada aslında etnisite bakımından Türk yok ki doğru düzgün" dedi. Ama bu neyi değiştirir ki. Bir kere Türklüğü sahiplenmiş milyonlar var, ikincisi, sonradan gelen kavim geldiği yerde mevcut olan kavmi elbette ki bastıracaktı. 1071'de "bizimkiler" gelirken, burada mevcut olan halk onlara "Ah ne iyi ettiniz, ben kendi arazimi hemen size vereyim o zaman madem..." mi diyecekti? Yok öyle bir şey. Toprak mülkiyetinin gayetten de asıp keserek mümkün olduğu zamanlardan bahsediyoruz - ki şimdi de farklı değil.

İşte bu noktada, Anadolu halkının, bir arada yaşama konusunu içselleştirme konusunda çok gerilerden geldiğini düşünüyorum. Hani hep denir ya, bu topraklar çok savaş gördü diye. İşte o savaşların hiçbiri, gözünün üstünde kaşın var diye olmadı, hepsi "burası artık benim ve sen ya bana tabi ol ya da direkt öl" diye oldu. Hangi bir aradalık? Etnik olarak ne olursak olalım hepimiz Anadolu insanıyız ve bu kültürel-siyasi çatışmalar hepimizin manevi mirasında var.

Halkın bir bütün olarak savaştığı belki de tek savaş Kurtuluş Savaşı idi, ama bakın, oradaki bir aradalığın ekmeğini bile daha savaş biter bitmez, Dersim'de tüketmişiz biz.

"Türk misafirperverliği" ve Batı'da bulunmayan komşuluk ilişkileri ise bambaşka yerlerde kalıyor. Biraz önce andık, Avcılar'da taşlananlar da buradaki halkın komşularıydı. Misafirperverliğin ise, birkaç gün sonra "al şunları giy istersen" aşamasına evrilmeyeceğini bilmiyoruz; zira bu misafir severlik meselesini beş yıldızlı otel reklamlarından başka bir yerde görüyor değilim. Ezcümle, biz komşuyu-misafiri severiz, ama "kendilerini sevdirmeleri" koşuluyla. Yoksa düşmanımız olurlar.

Diğer konulara gelirsek... Geçen gün doktora yapabilmek için Almanca öğrenmenin gerekmesinden söz ederken, sohbet arasında geçene göre, Almanya birliğini "özel hukuka" borçluymuş. Adamlar 19. yüzyılda kendilerini bir devlet haline getirme fikrini, ticaretin ve özel hukukun uyumlaştırılması ekseninde geliştirip uygulamışlar. Bizim ise, o dönemde lonca teşkilatımız bile kalmamıştı, hangi ticaret hangi hukuk? Alman'ın 1800'lerin ilk yarısında düşüne tartışa oluşturduğu kanunu, biz 1900'lerin tam ortasında, kopyala+yapıştır tekniğiyle uyguladık. Hangi hukuk birikimi?

Böyle bakınca basit görünüyor.
Kamu hukukunda işler tamamen karmaşık, çünkü çok daha fazla etken var. Bulunduğumuz coğrafyada, yani Anadolu-Mezopotamya-Orta Doğu bölgesinden bahsediyorum, insan hakları kavramını hukukun ekonomik analizi gözünden bakmadan anlamak bence zor - ki bana bu perspektifi hatırlatan Erkan oldu. Kadın ve erkek arasındaki iş bölümünün, bu bölgelerle İskandinavya'da aynı olduğunu düşünemeyiz ki. Bizim buralarda, kadın on çocukla birden evde, adam dışarıda iş peşinde. Dışarıda iş var, besin var ve o on çocuk, bir şekilde büyüyor. Fakat soğuk bir ülkede, zaten on ay kar altındasın, ne işi ne besini? Ne on çocuğu? Karınla birlikte, on ay boyunca aynı evin içinde, aynı fiziki mekanda, aynı "işsizlikle" oturmak durumundasın. Oradaki kadın ve eşitlik algısıyla, buradaki bir olabilir mi?

Yalnız kadın ve insan hakları meselelerinde çok fazla boyut var, bu o boyutlardan sadece biri. Kadın, dünyanın hiçbir yerinde "erkek gibi" görülmüyor ve bunun elbette ki çok fazla sebebi var. Ben sadece bir bakış açısından söz etmiş olmak istedim. Örneğin, dini etkileri göz ardı ederek hiçbir konuyu tam olarak anlayamayız. Eğer her şeyi iklim ve coğrafyayla açıklayacaksak, Suudi'leri hiçbir yere koyamamamız gerekir. Çoraklık bakımından İskandinavya'dan esaslı bir farkları yok aslında, ama hani demokrasi?

Yine coğrafyaya dönersek, bizim mücadeleyi "televizyonları düğmeden kapatın" seviyesinde algıladığımız küresel ısınma olmasaydı, Arap Baharı'nı en azından bu dönemde görmeyebilirdik. (Bu konuda lütfen bakınız: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2012/06/07-derece-deyip-gecme-bak-neleri.html)

Yani diyorum ki, günümüz hukuku ve yaşama düzeninin tümüyle algılanması, çok boyutlu bir tarihsel analiz gerektirir. Aksi takdirde,  temelinden kopuk çıkarımlar yaparız ve malum, "alışmamış yerlerde durmayan şeyler" oluyor.

Netice olarak, Tüfek, Mikrop ve Çelik'i okumam gerektiğine son derece ikna olmuş durumdayım. Ama okuma listem uzun bir süre daha, Tekinalp'lerden ve Süzek'lerden oluşacak. Tüfeklere de bilahare dokunuruz elbet.

Çok sevgiler,
Göksun.

6 Kasım 2012 Salı

Yarım sayfada Mango gerçeği


Ahahahahah ay bu Mango kendini prenses peri sanıyor...

Bu mağazaya çok sık gidiyorum, hatta bir kısmını eve taşımış durumdayım. Üst-baş-çanta-komple Mango dolaştığım günler oluyor, burayı çok seviyorum. Bahariye'deki efsanevi Mango outlet'e yakın oturuyorum, zırt pırt girip bakınıyorum. Sezonda çok beğendiğim 90 liralık şeyi 20 liraya filan görünce de dayanamayıp alıyorum. Buradan 10 (on) liraya feci  güzel bir ceket almışlığım var, nasıl sevmeyeyim?

Yani Mango, misal 50 liraya alt-üst takım bulunabilecek bir yer. Ucuz, gündelik, uyduruk, yer yer pazar işi - o kadar da uyduruklaşabiliyor. Bu yani; hayatımızda değiştiremediğimiz her şey için, 3-5 kuruşa bir şeyler alıp muhtelif renklerde mastürbasyon yaparak hayatta kalmamızı sağlayan yer.

Şu an masamın üzerinde, içine okula götüreceğim kitapları koyduğum bir Mango poşeti var. Poşet dümdüz, sadece üzerinde Mango-Barcelona yazıyor. Buradan aldığım neredeyse her şeyin "made in Turkey" olmasını bir kenara koyarak devam ediyoruz. Görünür yerlerdeki havalanmaları makul karşılayabiliriz. Yoksa bir gece ansızın tüm Mango'ları gezip, Barcelona'nın üzerini çizip "Bağcılar" yazmamız gerekecek.

Hani poşetlerin altında şubeler filan yazar ya, bunlar onu poşetin harbiden en altına koymuşlar. Tabanına yani, yere değen kısmına. Sadece "Spain" yazıyor. Mango - İspanyol telefon numarası - www.mango.com - Spain. Bu kadar.

Ya brak allaanı seversen, bilmesek inanıcaz. 5 liralık tişört satıp onu da Türkiye'de imal ettiren, ikiyüzelli bin tane şubesi olan, kasasının önündeki kuyrukların savaş sonrası karne kuyruklarını andırdığı adam, kalkıp "sadece speyn" demesin bana. Tüm şubelerini yazamıyorsan hiçbir şey yazma, çünkü o speyn orda çok sakil duruyor annecim.

Of Avrupalılıktan ölücem ya üstüm başım spæniş allakaaretsin :/

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir ata sporu olarak Allah'a küfretmek

Selamlar,

Şu aşağıdakini, dipsiz klasör demetlerinin birinden buldum. Düzenleyip süsleyecek vaktim yok, işten çıkmak üzereyim; ama yine de paylaşmak istedim...

Hani Adanalıyız, Allah'a küfretmek milli sporumuz ya... Buyrun, Allah'a küfretmeye tövbe etmiş bir Adanalı'dan dinleyin. Babam olur kendisi.

*
Babamın sık bahsettiği bir konu var, kayıtlara geçmesi gereken. Kelimesi kelimesine aktarımı mümkün değil ama idare edin.

Aslında bunu babamın muhteşem "doğal teatralliği" ile dinlemek lazım; çok "mavra adamdır" kendisi.

Dün bana "hayata neden isyan etmemem gerektiğine dair" uzun bir hayat dersi verirken attı yine tiradını.

"Ben gençken, 60'lı yıllarda, Allah'a çok küfrederdim. Çok isyan ederdim. Allah'a derdim ki, "Allah'ım öbür tarafta sen bizi karşına alacan, 'Gel bakalım emmoğlu, sen neden o gün böyle yaptın bana bir anlat hele' dicen, o zaman ben de seni karşıma alıp 'Gel bakalım Allah'ım, sen neden beni Kanada'da İsveç'te yaratmadın da, Saimbeyli'nin dağının köyünde yarattın' diye sormaz mıyım, o zaman ne dicen bakalım' derdim.

O yıllar da Vietnam Savaşı'nın filan en yoğun yılları, dünyanın her yerinde insanlar açlıktan birbirini kesiyor. Laos katliamı, Kamboçya felan, her yer çok kötü. Sonra düşündüm, "Ulan ben Allah'a soru soracam sormasına da, Allah bana 'Ulan allahsız, şükret seni Saimbeyli'de dağın başında yarattım, Vietnam'da savaşın ortasında yaratsaydım napacaktın pezevenk' dese ne cevap veririm" dedim, soruyu kendim sordum cevabını kendim buldum. O gün Allah'a küfretmeyi bıraktım kızım. Sen de isyan etme, senin verdiğin kirayla 1 ay geçinen 4 çocuklu aileler var, ya onlardan biri olsaydın? Haline her zaman şükret."

Halim ayrı bir mevzu da, sırf babam için bile şükrederim uzun uzun. Sonra annem için ayrı bir şükür sürecine girerim. O kısımlar biraz uzun sürer.

*

Devamını da yazarım bilahare, bizim ailede kaynak çok.

Sevgiler,
Göksun.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kuştimur Kahvehanesi, Mısır'ın hikayesi.

Takdir edersiniz ki, herhangi bir hadiseyi "doğru düzgün" değerlendirmek için onun tarihsel arkaplanını bilmek gerekir. Madem hiçbir şey yoktan var olmaz, olanın arkasında onu hazırlayan bir şeyler mutlaka vardır.

Fakat benim gibi bir tembelseniz, dünyada neler olup bittiğine dair hiçbir zaman derinlemesine bilginiz olmuyor. Mesela, dünyadaki siyasi gündeme dair en önemli bilgi kaynaklarım ablam ve eşidir; onlara sorulacak bir sorum ve kendilerinden alacağım bir sürü cevap her zaman bulunur. Nitekim, Arap Baharı konusundaki "engin bilgilerimi" de yine kendilerinden edinmiş durumdayım. Tembellik ömür boyu.

Daha önce Necib Mahfuz okumamıştım. Son tamamladığı "Kuştimur Kahvehanesi" romanını ise haftalar önce almış olmama rağmen ama ancak okudum. Zaten incecik, 140 sayfalık bir kitap; iki okuyuşta bitti. 1910 doğumlu 5 arkadaşın hayat hikayeleri bağlamında, o yılların Mısır'ını okuyorsunuz. Kitap her ne kadar esas kahramanların hayatları itibariyle bir kurgu olsa da, Vafd Partisi, Müslüman Kardeşler, Mısır'ın serbest ticarete açılması, krallığın yıkılışı... gibi konularda, bunları hiç bilmeyenler için, gayet önemli bilgiler ve ipuçları veriyor.

Kitapçılarda 12-TL,
internetten ise daha da ucuza alınabiliyor.
Mısır çok uzun bir süre Osmanlı toprağıydı fakat Osmanlı'ya hiçbir atıf yok. Olaylar, kahramanların ilkokula başladıkları zamandan itibaren aktarılmaya başlanmış; o yüzden satır aralarında "kesin kötü bir şey dedi bu" gibi bir araştırmaya girmenin lüzumu yok. Fakat bir toplumun, özellikle bulunduğu bölge bakımından siyaseten son derece karmaşık olan bir süreçte yaşadıkları, bugünü anlamak bakımından çok değerli. Kaldı ki, İkinci Dünya Savaşı, krallık rejiminin sona ermesi, ekonomik düzenin değişmesi gibi konular sadece siyaseten değil, sosyolojik olarak da son derece etkili.

Beş arkadaştan aklı ticarete en iyi çalışan Sadık'ın savaş zamanında uyguladığı strateji, çalışması hiç gerekmeden kendini sadece "akan rüzgara" vermiş olan Hamada'nın karar değişiklikleri, bu arada ekonomik sıkıntıları yüzünden eğitimini yarıda bırakan İsmail, son derece itibarlı bir ailenin üyesiyken tıbbı değil edebiyatı seçen Tahir ve bunların eşleri, çocukları, hepsinin birden hayatları... ve bu hayatlar akıp giderken ortaya çıkan siyasi fraksiyonlar.

Müslüman Kardeşler'e sadece bağışta bulunmanın bile tutuklanma sebebi olduğu günlerden, o kardeşlerin Mübarek'i devirenlerden biri olduğu günlere gelmek ilginç bir gerçeklik. Bununla birlikte, milliyetçi Vafd partisinin ülke tarihindeki yerini de öğrenmiş oluyoruz.

Necib Mahfuz'un anlatımındaki sadelik ve akıcılık zaten apayrı, fakat Mısır'ın "aslında ne olduğunu" iyice anlamak için yazarın Kahire Üçlemesi'ni de okumam gerektiğini düşünüyorum.

Kitapta müslümanlık anlayışına ve müslüman toplum yapısına dair de pek çok ifade mevcut. Karakterlerin hepsi müslüman, fakat hiçbirinde müslümanlığın şimdiki algılanışını besleyen bir yaşantı yok. Hepsinin dünya görüşü birbirinden farklı da olsa, Kuştimur Kahvehanesi'nde 70 yıl boyunca aynı masada oturan bu beş adamın birbirlerinden ayrı olmak gibi bir niyeti sözkonusu bile değil.

Kitabın belki de en esaslı kurgusu bu. Zira insan dediğin, aynı şeye aynı şekilde inanıyorsa bile, bir masada beş dakika zor oturuyor.

Sevgiler,
Göksun.

17 Eylül 2012 Pazartesi

P'lerle q'larla olmuyor o işler.

Kafam elli milyon, "dur şunu da yazayım, oradan alıp yürüyeyim" dediğim çok fazla şey var. Mesela bir süredir, insanların acı çekme şekillerini yazmak istiyorum. Bu sabah metrobüste ise, anarşist gazete Meydan'ı okurken aklıma başka şeyler çalındı. Öte yandan, işkolik plaza kadınları ile kafayı kulak memesi kıvamıyla bozmuş ev ablalarını karşılaştırmak da istiyorum. Bunların birini yazsam, öbürleri kesinlikle kalacak, bir daha da elimi sürmeyeceğim.

Fakat öte yandan, "nereden başlasam..." derken fark ediyorum ki, bunların hepsi özünde birer "tutarlılık" sorunu - yani benim en "takık" olduğum kavram. Zihnim şu an bir "şaşı bak şaşır" oyununun karşısındaymış gibi, baktığım sayfada bir şeyler belirmeye başlıyor sanki ama tam bilemiyorum.

"Poker suratlı" olmayı hiçbir zaman beceremedim. Hislerimi saklamayı beceremediğim gibi, olur olmaz şeyleri hissetmemeyi de öğrenemedim. "Hayatında kavgaya bile karışmamış biri olarak, bana böyle serkeş havalarla gelme" derseniz, birincisi, hayır serkeş havalarla gelmiyorum. İkincisi, zaten asıl sorun da bu. Hissetmek çok kolay, her an mümkün. Peki asıl mesele, ne olursa olsun hissinin peşinden gidip bunun sonuçlarına mı, yoksa "başlatma hissinden, otur adam gibi hayatını yoluna sok" diyerek bunun sonuçlarına mı katlanmak?

Allah muhafaza...
Eğer "iyi çocuk" olma yolunu seçmişseniz, bir noktada bunu o kadar içselleştiriyorsunuz ki, "of vaktiyle ne saçmalamışım ben ya" kafasına geliyorsunuz. O yüzden ben seçimimden memnunum, çünkü kendime bunu gayet güzel öğrettim. İyi böyle. Hayatımızdan zaten hiçbir durumda emin ya da memnun olamayız, yok öyle bir dünya. Ama iyi çocuk olunca, hiç olmazsa karnının doyacağını biliyorsun.

Tabii ki yaptığın her seçimle gelen bir tutarlılık meselesi var. Bu belki sizin için o kadar önemli olmayabilir, ama ben kendi hayatımı tutarlı olmaya adamış durumdayım - hayır abartmıyorum. Bütün düşünme süreçlerim, hayatıma bir sebep-sonuç ilişkisi kondurmakla geçiyor. Yaptığım şeyin kendime açıklayabildiğim bir sebebini bulamazsam, kendimi deli bir boşlukta hissediyorum. Bu açıklamalar kişisel, başkasına değil, sadece kendime. Çünkü kendimi "anlıyorum," bu yönde bir sıkıntım yok ama başkasına anlatmakla uğraşamam. Çünkü kafalarımız mutlaka farklı çalışacaktır - işte bakın bir mantıklı açıklama daha.

Plan-program insanı değilim, başıma gelen her şey kendiliğinden gelişti. Ben "o an" mantıklı bulduğum şekilde davrandım, gerisi zaten çorap söküğü gibi geldi. Fakat tutarlılığa atfettiğim önem belki çok fazla, çünkü bunu barındırmayan hayatları "üzerinde doğru düzgün düşünülmemiş" buluyorum. Biri bana "sen şöyle diyorsun ama o zaman bu yaptığın nedir?" diyecek diye ödüm kopuyor, kimse sormadan ben kendi sorularımı kendim soruyorum. Sonra da böyle sessiz biri oluyorsunuz, akmayan kokmayan.

Buz gibi tutarsızlık.
Siyasetle o kadar uğraşmayışımın sebebi de bu mesela. Adalet duygusu başka bir şey, size mutlaka bir tarafa ağırlık vermenizi ısrarla söyleyip duruyor. İnsanlar bu kadar acı çekerken sen nasıl Farmville oynarsın diye kızıyorum kendime. Ama öte yandan, bu sabah metrobüste gayet ilgiyle okuduğum ve son derece yoğun içerikli bulduğum Meydan gazetesini bitirince içine koyduğum çanta, bir Nine West'ti. Emperyalizme küfrederken hayat çok leziz, fakat ben o ülkelere turist olarak gitmek için vize kuyruğunda saatlerimi ziyan edip sonra elimde fotoğraf makinesiyle hayran hayran şehir gezerken de gayet mutluyum. Yani olmuyor, eğer bir taraf seçiyorsanız bunun sorumluluğu çok ağır. Yaşlanınca ben de şimdinin "eski solcuları" gibi olmak istemiyorum; konuşunca senden iyisi yok, ama yanındaki elemana köle muamelesi yap... Sabahlara kadar demokrasi konuş, ama sonra "benim dediğim olacak!" diye saçma sapan atar yap. Böyle biri olursam kederden ölebilirim, kendimi yalanlayacağım diye ödüm kopuyor.

Kendimi herhangi bir şekilde tanımlarsam, o tanımın dışında kalanları yadsıyacakmışım gibi geliyor. Sonra bir gün, "hani sen böyle biri değildin, bak şimdi ne yapıyorsun?" denirse ne yapacağım?

İnsan olmak çok zor.

O kadar zor ki, doğru düzgün acı bile çekemiyorsun. Çünkü çektiğin acıyı oturup enine boyuna düşünmen lazım. Sebebini, kaynağını, nasıl geçeceğini ve nasıl tekrarlanmayacağını... İşte bunlar hep mesele. Ben hep düşünürüm.

Etrafımda o kadar çok mutsuz insan var ki. Mesela bir mutsuzluk şekli var, kendini bu mutsuzluktan kurtarmak için hiçbir şey yapamayacağına inanmış olmayı gerektiriyor. Bu inanç sebebiyle gerçekten de hiçbir şey yapmıyorsun, ama sonra hayata küfretmeye devam ediyorsun. İşte mesela ben bunu yapamam, çünkü aklımda yankılanacak olan şu diyalog beni rahat bırakmaz:

- Neden bu kadar salmış vaziyettesin?
YOLO, onu da harcamanın alemi yok. 
- Çünkü hiçbir şey yapamıyorum ve yapamam da.
- Ama mutsuzsun?
- Evet çünkü çok boktan bir haldeyim, görmüyor musun?
- Görüyorum da, sen zaten tam da bu küfrettiğin dünyaya uyum sağlayamadığın için mutsuz değil misin?
- Tamam da ben son derece fiziksel bir zorluktan bahsediyorum: Bildiğin açım lan. Param yok.
- Olması için bir şey yaptın mı?
- Hayır, çünkü bu iğrenç dünyaya iş getirmek istemiyorum. Çünkü hem iş dünyası filan iğrenç şeyler bunlar, hem de ya yapamazsam?
- O zaman bu tamamen kişisel tercihindir, yani şikayet etme. Dünyanın sana sağlaması gerekirken sağlamadıkları konusunda haklısın, ama yaşayacağın başka bir yer yok. Mars'a iltica edemiyoruz. Hem hiçbir şey yapmayıp hem de ağlaşmak son derece tutarsız bir tavır, rica ederim akıllı ol aklımı al.

Yukarıdaki mutsuzluk, kendin dahil her şeyi yadsıdığın bir şekilde yaşananlardan. Hoşuna gitmiyor mu, reddet. Kendin dahil, evet.

Bir de, kendisini yücelten bambaşka bir mutsuzluk var. Bu iyice acayip. Mutsuzsun, çünkü sen -tüm sana dair olanlarla birlikte- o kadar eşsizsin ki, insanlar bu kıymetin değerini anlamıyor. Çünkü bizim insanlık olarak varoluş amacımız seni anlayıp değerinin hakkını vermek, evet.

Başlangıç iyi de, abartmasan iyiymiş.
Allah'ım ya, böyle insanlar gerçekten var ve ben buna inanamıyorum; yalnızlıktan deli gibi şikayet ederken, zaten asıl bu saçma sapan "ben harikayım" tribi yüzünden yalnız olduklarını nasıl fark edemiyorlar?

- Çok yalnızım. Aslında çok iyi bir insanım, dosdoğruyum, on numarayım, ama işte insanlar çok vefasız.
- Bişey dicem izninle, sen bu kadar eşsizsin madem, insanların seni bu kadar yalnız bırakması sana gerçekten hiç garip gelmiyor mu?
- Gelmiyor çünkü onların hepsi salak ve ölsünler bence.
- Başka sorum yok.

Gerçekten başka sorum yok. Bir de bu insan modelinde şöyle bir tutarsızlık da var; bunlar kendilerine dair her şeyi bir "beğenmekten ölme" tribinde olurlar tamam mı. Mesela bugün elli saat ailesini filan mı övüyor, üç gün sonra bakarsın, aaa, "böyle aile mi olur lan" moduna girmiş. Kendisinde hala kusur yok onu karıştırmayalım, sorun aile. Ama bir kere de demiyor ki, "ben 3 gün önce bu insanları yere göğe koyamıyordum, şimdi mi kötü olduk?"

Başka bir model, kafayı bir şeylerle bozmak. İş manyakları mesela, ya da hastalıklı titizler. Alışveriş yaratıkları. Televizyon bağımlıları ve daha niceleri.

E biliyoruz, daha neyin artisliği bu?
- Neden bu kadar saplantılı bir şekilde çalışıyorsun?
- Aklımı işe verince rahatlıyorum.
- Ama o zaman algın diğer her şeye kapanmış oluyor, farkında değil misin?
- Algılanacak başka ne var ki?
- Bütün gün baktığın ekranın dışında akıp giden bir hayat olduğunu nasıl unutursun, üstelik sen hayatı sürekli aynı şekilde algıladıkça giderek daha da yalnızlaşıyorsun.
- İyi böyle. İnsan felakettir.
- İyi o zaman ne halin varsa gör.

Diyalogun başlangıcını, çalışmak yerine herhangi bir şeyle oluşturabiliriz. Yemek, iş, alışveriş, temizlik, ne olursa. Çünkü karakter aynı; yaptığın her ne ise ona "sapık gibi" bağlan, kendini bunun üzerinden tanımla ve herkesi o işi nasıl yaptığına göre değerlendir. Bu anlamda, kafayı "cv'siyle" bozmuş olan plaza kadını ile gelininin yaptığı kurabiyenin kıvamıyla bozmuş ev kaynanasının hiçbir farkı yok. Hiç ama. İkisi de takık, ikisi de manyak.

Özetle diyorum ki, insan olmak zaten zor, tutarlı olmaksa aslanın midesinde.

Mantık, lise 1'de hepimizin gördüğü p ise q, q ise p, zart ise zort'larla olmuyor. "Biraz" daha geniş bir şey aslında.

Öperim,
Göksun.


(Not: Sizi seviyorum o ayrı. Konudan bağımsız.)


29 Ağustos 2012 Çarşamba

pöf.


ya canım çok feci değişiklik istiyor tamam mı.

- saçımı değiştirmekten çok korkuyorum, pişman olursam dönüşü yok.
- evimi değiştirmek çok pahalı.
- seyahat edebilirim belki evet ama olmuyor öyle ha deyince.
- iş değiştirme ihtimalim zaten yok.
- kılık kıyafet almak tamam da, onun da sonu yok, al al nereye kadar.
- bir ihtimal daha yok işte maalesef.

aman ya of sıkıntıdan ölücem.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Demokrasi ne ya of

Benim bu entel milletiyle başım acayip dertte.

Dertlerimi "minimize etmek" için entelli ortamlardan zaten bir süredir uzağım. Çünkü beni sinirlendiriyorlar. Bir elitizm, bir ezberlenmişlik, bir klişeleşmişlik, bazen hepsi birden... Ben "gündelik bilgiye" inanırım arkadaşım, düz bir insanım çünkü. Kendi yolumu da bir şeyleri deneyerek oluşturuyorum, "böyle okuduysam demek ki doğrusu budur" gibi soyut cazibe unsurlarıyla değil. Sembolizm beni bozar.

Son takıntım demokratlar.

Kendimi demokrasinin karşıtı ya da ateşli bir taraftarı olarak tanımlamayı uygun görmüyorum, çünkü önemli olan şey hayattaki pratiklerimdir. Bir ilkem olacaksa bunu bozmamam gerekir, kendime o kadar güvenmiyorum. Fakat şundan eminim ki, demokrasideki tehlikeyi fark etmek için elitist olmak gerekmiyor. Çünkü medya diye bir şey var.

Her neyse.

Şimdi biliyoruz ki demokrat olmak çok moda ve bu yüzden çok da büyük bir erdem. Bütün kararları danışarak alıyoruz, uzun uzun istişare ediyoruz filan. Herkes eteğindeki taşları döküyor - ki o da yalan ama neyse. En acele toplanılması gereken durumlarda bile, ah dostum o kadar demokratız ki, armutun sapıyla üzümün çöpü yüzünden ömrümüz gidiyor.

Allahaşkına, demokrasiyi böyle işletmekle, çoğunluğun oyunu almayı marifet saymanın ne farkı var? Demokrasi, karar alamamak ve bu karar alamayışı meşrulaştırmak sanatı mıdır; halbuki ben kendisini her zaman "insanların kendisini içinde gördüğü bir sistemi gerçekleştirebilmek" olarak düşünmüştüm.

Temsili demokrasiye inanmıyorum bir kere, orada netleşelim. Yani tamam teori güzel de, uygulaması neredeyse imkansız. İşte böyle, "milli irade" deyip duran birtakım bıyıklılarla muhatap olur onu da bulunduğu yerden sittin sene alamazsınız.

Fakat demokrasi o kadar becerilemeyen bir şey ki, doğrudan demokrasinin gayet rahat işleyebileceği küçük gruplarda bile artık moda oldu: "Bunu bir sormam lazım."

Lan neyini soruyorsun, seni oraya gönderenler senin "tabanım" dediğin 3-5 kişi değil mi zaten? Bu kişiler seni "ben bilmem sen bilirsin, çünkü demokrat olan sensin" diye görevlendirmedi mi? Sen eğer kendi içinde oluşturduğun sistemi bu kadar kolay kilitleyebiliyorsan, rica ederim bi git, dükkanın önünü kapatma.

İnsanlara inanamıyorum. Hem bir yönetim şekli geliştirdiklerini iddia edip, hem de bu şeklin aslında "yönetmemek" üzerine kurulu olduğunu - ya göremiyorlar, ya da görüp bununla övünüyorlar. Burada derin bir ironi var, demokrasi aslında bir yönetim şekli, ama yöneticiler "yönetmemekle" gurur duyuyor. Allah'ım çok salaksınız gerçekten.

Bakın sevgili demokrat (!) arkadaşlarım, demokrasi karar verememek değil, verilen kararların sorgulanabilmesidir. Şeffaf olmaktır. Gizlinin saklının olmaması, insanların konuşabilmesi, yöneticilerin hesap vermesi, yönetilenlerin ayrılmamasıdır.

Eğer sen, bak devletten de bahsetmiyorum ha, herhangi bir kurum ya da grubun başına geçip de, yetki alanında olan bir karar için işi hem de tam bitmek üzereyken "ay benim bunu sormam lazım" noktasına getiriyorsan, yönetim erkinden emin değilsin ve alacağın kararın hesabını da veremeyeceksin demektir. Halbuki temsili demokrasi, yöneticilerin temsil etmeye ve yönetilenlerin de kendilerini temsil edecek olanı seçmeye yetkin olmaları idealine dayanır.

Şimdi sevgili gerizekalı kardeşim, belli ki sende böyle bir yetenek yok. Yine belli ki, insanlar seni seçtikleri için eksiklenmiyorlar, yani seçmende doğru düzgün gelişmiş bir algı da yok. Yani senin adına demokrasi dediğin şeyin, aslında o mağarayla alakası yok.

Kalkmış bana hala "sormam lazım" muhabbeti yapıyorsun.

Karar vermekten bu kadar mı korkuyorsun? Canım ya kıyamam.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Hiçbir şeyde gözüm yok, çünkü her şey iyi zaten.

Ben kendimi hiç böyle hissetmemiştim.

Daha önce de "sakin olduğum" çok oldu. Umursamadığım, peşinden koşmadığım, hırs duygusundan nasibimi almadığımı düşündüğüm... oldu hep bunlar.

Ama hepsi, bir umutsuzluk, bunalım, hayatının içini dolduramayacağını bildiğin için sığınılan sahte bir boşvermişlik halleriydi. Aslında köpek gibi de umursuyordum her şeyi, ama "öeh ne umursicam lan" gibi bir yabancılaşma çalışması içindeydim. "Yabancı olayım ki bana koymasın." Ahah ne ergenlik.

Şimdi öyle değilim.

O vakitler yaptığım pek çok şeyi yapmıyorum. Bir kısmı için param, bir kısmı için vaktim, geri kalanlar için hiçbir şeyim yok. Yani düşünüyorum, gerçekten bak, aslında benim şu aralar yaptığım hiçbir şey yok. Sadece kitap okumayı bırakmadım, o kadar.

Aynı süreçte kitap okuyan, film izleyen, gezinen, gazete okuyup yorumlar yazan, mutfakta bir şeylerle uğraşan, bu arada deli gibi çalışan... biri olduğum da oldu.

Ama ben o zaman da böyle değildim.

Şimdilerde çok daha iyiyim, tüm o her şeyi yapan halimden kat be kat hem de. Yapmadığım şeyleri yapmış olmayı tabii ki isterdim o başka bir şey, ama eksiklikleri altında ezilmiyorum artık. Çünkü kendimi anlamak ve anlatmak gibi şeylerle uğraşmadığım bir dönemdeyim, o yüzden kendimi yormama gerek de kalmadı.

Kendimi çok rahat ifade edebildiğim bir hayat yaşıyorum, ilk defa. Hayatım, ilk defa, beni somut olaylarla değil bir bütün olarak değerlendiren insanlarla dolu. Ki böyle olunca, o insanlara karşı "münferit" de olsa birtakım hatalar yapmamak için ekstra özen gösteriyorsunuz.

Meğer benim hayatımın amacı, daha doğrusu beni huzura erdirecek olan şey, kendimi "olduğum gibi" ortaya koyabileceğim bir hayat edinmekmiş. Hiçbir şeyi "ama o öyle istiyor..." diye yapmayınca, huzur o zaman bulunuyormuş. İçimdekileri çıkarsam kendimi zaten sevecekmişim, o kadar kasmama gerek yokmuş.

İşle ilgili sıkıntılarım tabii ki var, bunu beraber çalıştığım insanlar da gayet açıkça biliyor zaten. Saklamıyorum. Bu saklamayışı, yani saklamak zorunda olmayışı, daha da iyisi, insanların bunu anlamasını çok seviyorum. Ah, anlamak çözmeye yetmiyor ama olsun. Ben kendim çözerim, sorun değil.

İşim dışında zaten hiç olmadığım kadar iyiyim. Ben hiçbir zaman bu kadar "mantıklı ve yetişkin gibi" sevilmemiştim. Ki yetişkinlik, bütün kalbimle söylüyorum, yaşla olmuyor. Sahiplenilecek bir yavru hayvan gibi değil, "gerektiğinde sahip çıkılacak" bir kadın gibi davranılıyorum. Bundan başka ne isteyebilirdim.

Bu ya.

Tabii "ama şimdiki halinin, eski alışkanlıklarını bırakmakla ne alakası var" derseniz... Evet haklısınız, bunlar birbirinden bağımsız şeyler. Ama çok yorulmuşum ben meğersem. Aslında kendimi sevmek için uğraşıyormuşum o kadar. "Bakın ben aslında anlaşılmaya değer biriyim ve beni kazanmayarak çok şey kaybediyorsunuz bence" diyesim varmış. Ama insanlara ayıracak sabrım yokmuş o ayrı. Gerçekten de, şubat'ın 14'ünü hiç yaşamamış olsak, şu an damardan alınan kitap ve dvd tozuyla yaşıyor olabilirdim.

Şimdi kazanılma hissinden kurtuldum, ki o aslında çok yüksek bir egoydu. Asıl ben bir şeyler kazandım, bir süre dinlenip bunun keyfine varmak istiyorum. Şu an benim için, Woody Allen'ın yeni filmi çıksa bile, evde Yutup'tan izleyeceğim Game of Thrones kadar önemli değil bu.

Hiçbir şeyde gözüm yok, kendimi anlatmakla uğraşmayayım yeter.

3 Temmuz 2012 Salı

"Thank God It's Asimov"


"Galaktik Ansiklopedi'den yapılan ve burada tekrarlanan alıntıların hepsi, VD. 1020'de Galaktik Ansiklopedi Yayıncılık AŞ, Terminus tarafından yayınlanmış olan 116. Baskı'dan, yayıncının izniyle aktarılmıştır."

Yani diyor ki, "Galaktik İmparatorluk'u, Vakıf'ı filan görmediğiniz için üzülmeyin.
 Asimov okunabilen bir çağın insanısınız, az kıymet bilin" diyor.

Saygılarımızla...

Vakıf Serisi'nin hangi sırayla okunması gerektiği yönünde farklı görüşler var. Ben ise, ilk Vakıf kitabını almaya gittiğimde böyle bir görüş farklılığını bile bilmiyordum. Buradan, Penguen Kitabevi'nde karşılaştığım ve beni bu konuda bilgilendirip yayın sırasına göre yönlendiren genç arkadaşa teşekkür ederim.

"Aslında olay sırasına göre ilk kitap bu ama bunu sakın alma, çünkü içinde çok büyük bir spoiler var" diyerek resmen elime vurdu. Çok da iyi etmiş, çünkü seriyi okurken heyecandan ölebilirdim.

Sıralama konusunu araştırırken http://mycogen.blogspot.com/2005/06/asimov-romanlar-hangi-srayla-okunmal.html  adresindeki yazıyla karşılaştım. Blog'un yazarı, Asimov kitaplarını bütün halinde değerlendirip, tümünü tek bir seri halinde düşünerek sıralama yapmış. Eminim çok yerinde bir sıralamadır, fakat ben bunu gördüğümde zaten Vakıf'ın ikinci kitabını okumakta olduğum için en başta okumam gereken Sonsuzluğun Sonu'nu kaçırmıştım... İkinci kitaptan sonra da öyle bir merak içindeydim ki, araya yine bir Asimov eseri de olsa, başka hiçbir şey sokmam düşünülemezdi. (Robot Serisi hakkında da şöyle bir yazı var ayrıca:  http://www.sinancanan.net.tr/2011/02/asimovun-kaotik-destan.html)

Sıralama şu şekilde: 


1. Vakıf
2. Vakıf ve İmparatorluk
3. İkinci Vakıf
4. Vakıf'ın Sınırı
5. Vakıf ve Dünya
6. Vakıf İleri
7. Vakıf Kurulurken

Vakıf'ın Sınırı'nı bitirdikten sonra hangisini okumam gerektiğini çok fazla araştırdım. Kurulurken'den başlamayan bilinçli okuyucu bile çok fena halde ikiye bölünmüş durumda. Ezici bir çoğunluk, Sınır'dan sonra Dünya'nın değil Kurulurken'in okunması gerektiğini söylüyor.

Katılmıyorum. Ben yukarıda belirttiğim sırayla okudum ve bence çok da şahane bir şey yapmışım. 

Bir kere, önemli olan yazılma sırasıyla okunması ise, Sınır'dan sonra yazılmış olan Dünya'dır. Hatta, Dünya'nın önsözünde Asimov bile öyle diyor, "Ben bunu Sınır'dan sonra yazdım ve onun bittiği yerden başlattım." Eğer yazılma sırasıyla okuyacaksak zaten bu noktada bir ihtilaf yok.

Akış sırası deniyorsa eğer, bence bu sıralama yine geçerli. Dünya'da, artık "olaylar" biter. Akış tamamlanır. Ayrıca, Dünya çok farklı karakterlerle ve çok farklı mekanlarda geçen bir kitaptır. İleri ve Kurulurken ise, zaten bizim çoktaaaaan geçtiğimiz dönemlerde Seldon'ın kendi "iç işlerini" anlatan kitaplar. Psikotarih ve Vakıf fikirlerinin doğuşu, Seldon'ın ailesi, kişiliği, bu fikir yüzünden başına gelenler, falan filan. Yani son iki kitap, Vakıf'tan çok Seldon kitabıdır ama Vakıf'ı Vakıf yapan temeller bu ikisinde bulunur. İşte bu yüzden de, en son okunmaları gerekir.

Kaldı ki, özellikle son yazılmış olan Kurulurken'de öyyyle bilgiler var ki, çok açık söylüyorum, Kurulurken'i en başta okumak tüm seriyi yalan etmek olur. Bu bir. İkincisi, yine Kurulurken'de anlatılanlardan dolayı, Dünya'nın da mutlaka önceden okunmuş olması gerekir. Çünkü sizin Dünya'yı okurken meraklanıp heyecanlanmanıza sebep olan bir sürü şeyin cevabı Kurulurken'de var, yani Dünya'yı kesinlikle en sonra bırakmamalısınız. 

Vakıf ve Dünya, insanlığın ilk ortaya çıktığı gezegeni arama sürecini anlatır. Ama siz Kurulurken'i Dünya'dan önce okursanız, Dünya'daki karakterlerin gittiği gezegenlerin ne olup ne olmadığını zaten biliyor olacaksınız. Üstüne üstlük, kitabın sonuna doğru "haa tamam kesin böyledir bu..." diyerekten o sonu bile tahmin edeceksiniz. Ve o tahmin doğru olacak.

Ne gerek var Allahaşkına?

Eğer bu seriyi ""hiç bilmeyene" özetleyecek olursak...

Öncelikle "spoiler" konusuna değineyim, kitapların arka kapağında yazanlardan fazla bilgi vermeyeceğim. O yönden rahat olun.

Eğer bilimkurgu edebiyatına ilişkin özel bir algınız yoksa, seri bilimkurgu edebiyatına giriş olarak bence uygun değil. Dün bir arkadaşıma bahsederken bu seriden "bilimkurgunun upper-advanced'i" ifadesini kullandım ki fikrim dünden beri değişmedi. İyi ki birkaç sene önce okumamışım, kitabın hakkını veremeyebilirmişim. Serinin hakkın vermek için, bilimkurguya ilişkin bir algı ve azbuçuk okumuşluk gerektiğini düşünüyorum.

Rakı içilecek adammış rahmetli.
Bu düşüncemin sebebi, bilimkurgudaki felsefeyi hafife alan, bu felsefenin farkında olmayan birinin kitaba hak ettiği değer veremeyebileceğinden endişe etmemdir. 

Eğer siz bilimkurgudan uzaylılar filan bekliyorsanız, ya da bilimkurgu sizin için "nerd eğlencesi" ise, Vakıf size istediğinizi vermez. Vakıf, ağır bir felsefe içerir. Karakterler yüzlerce yıl yaşamaz, normal sürelerde yaşayan ve bizim gibi çocuk olan, bizim gibi yaşlanan insanlardır. Öyle ki, anlatılan dönemlerde robotlar bile yoktur.

Vakıf, hem insan doğası, hem yönetim şekilleri, hem bu doğanın kurgulanışı ve kullanılışı, hem de insan-evren ilişkisine yönelik ciddi çözümlemeler içeren, son derece ağır ve önemli bir eserdir. Üstelik tüm bu felsefesini, bilimkurgu kisvesi altında ve okuru da heyecandan öldürerek aktarır. Bize de "Acaba Asimov'un tüm eserlerini okumak için kaç yıllık bir ömre ve onun gibi düşünebilmek için nasıl bir mutasyona ihtiyacım var..." diye hesaplamak düşer. 

Şimdi gelelim serinin kendisine...

Vakıf dediğimiz, Galaktik İmparatorluk'un çökme sürecine girdiğini gören "psikotarihçi" Hari Seldon'ın girişimi olan bir kuruluş. Seldon, imparatorluğun kaçınılmaz olarak çökeceğini ve galaksinin otuz bin yıl kadar sürecek bir kaos sürecine gireceğini, Galaktik İmparatorluk'un tüm bilgisinin biliminsanlarınca hazırlanacak ansiklopedilerle gelecek nesillere aktarılması gerektiğini, kaos döneminin ancak böyle kısalabileceğini söylüyor.

Tabii doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar.

Bundan gerisi, İmparatorluk, Vakıf, savaşlar, generaller, tacirler, katırlar, olaylar olaylar...

Vakıf Dönemi'nin başlangıcı, Seldon'ın yüzlerce yıl öncesinden öngördüğü krizler ve öngöremedikleri...

Psikotarihin gelişimini tamamlaması için tüm insanlık tarihinin peşine düşülmesi ve bir yerlerde artık, insanlığın ortaya ilk çıktığı gezegeni tespit etme çabaları...

Vakıf Serisi'nin muazzamlığı, kurguladığı teknolojide değil. Bir kere, psikotarih kavramı ile tanışmış oluyoruz ki bunun tanımını yapmayacağım. Bizim şimdi "istatistik" dediğimiz şeyin sosyolojiyle buluşması, bence son derece iyi gizlenmiş bir distopyanın başlangıcı oluyor. 

Kendinizi öyle bir olay ve empati örgüsü içinde buluyorsunuz ki, zihninizin ele geçirildiğini düşünmeniz işten bile değil. Kendinizi bir noktada "E ama her düşüncenin karşılığı düşünülmüş, düşünecek yer kalmamış ki?" teslimiyeti içinde buluyorsunuz. Bu da insanı okumak için iyice kamçılıyor, ben utanmasam "Ohaaa" nidaları eşliğinde okuyacak gibi oluyorum.

Vakıf, bir şeyleri etraflıca düşündüğünü iddia eden herkes tarafından okunması gereken bir seri bence. Etraf dediğiniz, sizin gördüğünüzle sınırlı olmayabiliyor çünkü.

Benim bu konuda aklıma gelen son şey, Isaac Asimov'un, Hari Seldon'ın kendisi olduğu yönünde. Çünkü bu kadar kurguyu başka türkü izah edemiyorum. 

Birkaç yüzyıl sonra, dediydi dersiniz.

İyi okumalar,
Göksun.

(Seriyi dün bitirdim, yazıyı ise bugün, yani 22/08/2012'de güncelliyorum.)

22 Haziran 2012 Cuma

Kendin yaz kendin oyna, hayat sana güzel.


Devlet, benim pek de hoşlanmadığım kurum ya da kuruluş veya bir şey. Sadece bizimkinden bahsetmiyorum, o yüzden TC filan demedim. Bu kavramdan genel olarak hoşlanmıyorum.

Bu kurum ya da kuruluş, kalabalık bir grup insanın hayatının idare edilmesi - yo dostum, adını doğru koyalım... "yönetilmesi" düşüncesiyle oluşmuş bir şey değil mi? İster bir merkezden, ister yerelliğe ağırlık vererek. Bunu da kanun, yönetmelik, tebliğ, falan fıstıkla yapıyor.  Sonra da, vatandaşlarını yazılı ve yazısız kurallar silsilesine uygun yetiştirmek için kendi uygun gördüğü şekilde eğitiyor. Kendi yazıp kendi oynuyor, sen buna muhalefet edince artık Allah ne verdiyse girişiyor sana.

And it will always be
Olduğu bu işte.
İşte, kalabalıklaştıkça suyu çıkıyor bunun. Olmuyor. Bir yerdeki çatlağı gidereyim derken başka bir yeri patlatıyor, sonra zaten devletin kendisinin de çatlak gideresi gelmiyor. "Zaten kör topal gidiyoruz, şu iş de bizim kendi keyfimize göre olsun" noktasına geliniyor. Tabii öyle olunca, o kendi keyiflerinin korumak istediği küçük gruplar dışında kalanlar iyice ziyan oluyor. Bu sefer başka çatlaklar çıkıyor ve bu hep böyle devam ediyor. Çünkü devlet böyle bir şey. Vatandaşlık da, birkaç yılda bir "aha bizi bunlar yönetsin, ne yaparlarsa kabulümdür" demek üzere sandığa gitmekten ibaret.

Yaşadığım ülkeden tabii ki şikayetlerim var, allahaşkına bu kadar saçma sapan şeylerin yaşandığı bir ortamdan şikayet edilmez mi?

Yurtdışına gitsem mi diye, hiç ciddi ciddi plan yapmadım ama düşündüğüm oldu. Ama ne yapacağımı bilemedim. Yaşadığım devletin beni "kendine göre" eğitip büyütmüş olmasından dolayı, ne kadar şikayet de etsem, başka bir yerde yaşamak fikri beni "tırsıttı." Çünkü işte böyle büyüyoruz, "Sen sadece ve tamamen buraya aitsin, başka yere gidersen sudan çıkmış balık olursun. Çünkü vatan çünkü millet çünkü zart zurt" gibi birtakım sonradan oluşturulmuş kutsallarla.

Bir de, gideceğim yerde daha mutlu olacağıma pek fazla inanamadım. Çünkü en nihayetinde orası da bir devletti. Şimdikiden daha konforlu olurum belki evet, ama devlet devlettir. Kafasına göre davranmayı kendisinde hak görür. Gittiğinde mutlu olursun, 3 gün sonra bir ekonomik kriz gelir zaten yalan olursun, ondan sonra da hoop muhafazakarlar gelir kazanır, yıllardır yaşadığın yerde belki de ilk defa "ikinci sınıf" görülmeye başlarsın.

Çocuğumun anadili olacak dille bir sorunum yok. Her şey olabilir, biz birbirimizi anlayalım yeter. Ki onun da dili yok.

Bir dili iyi kullanabiliyor olmak hoşuma gidiyor ve sadece Türkçe'yi doğru düzgün kullanabiliyorum. Bir yeri "biliyor" olmak bana kendimi iyi hissettiriyor, sadece buraları biliyorum.  Yabancı olmamak hissi büyük bir konfor, bu konforu sadece burada bulabiliyorum. Memleket dediğimiz şey, bu işte.

"Dışarı çıkmaktan" korkuyorum, ama bir yandan da biliyorum ki, çıkıp orada yaşamaya başladıktan sonra yeteri kadar kadar süre geçtiği zaman, "memleketim" orası olacak. Bilmiyorum kafam karışık.

Aha bugün arabuluculuk kanunu da çıktı. Sağlık uygulama tebliği, yine değişti - belki 397838687. defa. Eğitim sistemi, yargı reformu garabeti, bilmem ney... Biliyoruz hepsini, tekrara gerek yok.

Somut olaylardan değil, sistemin kendisinden bahsediyorum. Devletin neyi nasıl uyguladığından değil, bizatihi kendisinden.

28 yaşındayım, öyle ömrünü ülkesine vermiş biri değilim ki zaten buna zamanım da olmadı henüz. Olsaydı da vermezdim, o ayrı. Ama ben yaşam kalitemin bu kadar yerlerde sürünmesini istemiyorum kardeşim.

Anarchist's mum
Kadın anam
Doktora yapamıyorum, param yok. Devlet okulları almaz, özeller çok pahalı.

Kendi işimi de yapamıyorum, param yok.

Muhtemelen bi 20 yıl kadar ev sahibi olamayacağım, param yok.

Oğlum olsa “seve seve” askere göndermek zorundayım, param yok, olursa da kesin başka bir yerlere gitmesi gerekecek.

Ağır hasta olsam, devlet hastanesinden Allah korusun, ama özele de param yok. Zaten tam gün yasasından sonra doktorlar ne yaptılar bilmiyorum, istifa etseler haklılar.

Plansız bir hamileliğim olsa, aldıramam, yasak olacak. Bu işi yurtdışında yapmak için de param yok.

Zaten yurtdışına seyahat amaçlı da gidemiyorum, yine param yok.

Çocuğum olsa, yine devlet okulundan da Allah korusun, ama özel okula da param yok.

Hadi evsahibi olamamak benim beceriksizliğim diyelim. Ama diğerleri? Ben neden oğlumu askere göndermek, çocuğumu devlet kafasıyla yetiştirmek, eğitimimi istediğim gibi sürdürememek, iyileşmek için bu kadar parayı gözden çıkarmak zorundayım?

Neden, dünyada gördüğüm yerler artsın diye, kendi ülkeme dünya kadar pasaport ücreti, gideceğim ülkeye bi ton vize masrafı ödüyorum? Ha tabii o ülkeye "ya vallahi iyi bi insanım bak tanısan kesin çok seversin" diye şirinlik yapma kısmı var. "Allahaşkına beni ülkenize alın ne olur" diye ağlamak gerekiyor.

Yani bu devlet, kimin olursa olsun, neticede sinir bozucu bir şey. Daha çok buradan bahsettiysem, en iyi burayı bildiğimden. Yoksa, Avrupa'nın hali de pek parlak değil, ABD zaten ABD, Afrika zaten aç, Asya desen komple acayip.

Hem zaten, buranın "devlet" olduğu son yılları yaşıyor da olabiliriz. Çocuklarımızın bir derebeylikte yaşama ihtimali var zira.

Son olarak, "herhangi bir devlette yaşayarak, nasıl anarşist olunmaz ki?"

16 Haziran 2012 Cumartesi

Lüzumsuz alışverişi meşrulaştırma yolları


Geçenler “Kilo aldım veremiyorum” gibisinden bir şeyler yazdım ya, o günden bu yana değişen bir şey yok, hala verebilmiş değilim. Orası tamam.

Yalnız az önce dolabımı düzenlerken adeta bir aydınlanma yaşadım... Ufkum açıldı ama bu sefer de kendimi yepyeni bir çözümsüzlüğün içinde buldum. Kendi kendime konuşuyorum:

- Ya Allah kahretmesin, bu ne abi! Evde 3 kadın varsa ve sen bunların en ufaklarıysan, diğer ikisine küçük gelen her şey sana paslanıyor. Bir sürü kıyafetim var n’apıcam ben bunlarla ya atsan atılmaz satsan satılmaz... Yeni kıyafet de alamıyorum bunlar var diye... Çok sıkıldım ben bunların burada durmasından ya...

- Lan? Ben daha geçen gün "kKilo aldım ve sırf bu yüzden gardrop değiştirmem gerekebilir, sığmıyorum hiçbir şeyime :/" demiyor muydum? Aha, işte bana fırsat? Değiştir kurtul hacı?

- E iyi de ona bir ton bütçe lazım. Hem o zaman dolabımdaki seve isteye aldıklarım da ziyan olacak?

- Hm yani o zaman ya zayıflayıp alışveriş yapmayacağım ya da az daha yiyip Mango'yu devireceğim... Nası yapalım?

Of Cevat Abi, evin küçüğü olmak mı zor, Browni'sizliğe dayanmak mı... Ve böyle yaşamaktan bıktım be usta...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Aldatmanın da türü var, türü var.

Ya arkadaş sonra diyorlar ki "tablet bilgisayarın ne gereği var" var işte. Aklına bir şeyler geldiği gibi yazıvereceksin. Yazmak üzere not aldığım zilyon tane şey var ama ben yine Sözlük'te o an gördüğüm şeylerden besleniyorum.

Başlık: "seni aldattım diyen sevgiliye söylenecek ilk söz"

Bu başlığı daha önce de görmüştüm ve "o sahneye" gidip, kendimi "Niye ki?" derken bulmuştum. O sahne derken, yaşadığım bir şey değil neyse ki. Daha önce aldatılmışsam bile bunu bilmiyorum.

Aldatmanın sebebini sormak da nasıl bir şeyse artık... Hukukçu hastalığıdır, "illiyet bağı" kurmazsa ölür bazıları. İşte ben onlardanım. Sanki "Çünkü eşeğin şeyinden dolayı" dese düzelecek her şey.

Sonra tekrar düşündüm. Gerçekten, "ne yapardım" acaba?

"Ama hala benimlesin, sakın aslında o kadını aldatmış olmayasın?" diyebilirdim belki.
"Aldatasın gelmiş ama pek de becerememişsin sanki..." de olabilir.
"Bu ilişkiyi kaybetmeyi o kadar  göze almıştıysan, neden hala buradayız?" demek mümkün.

Yani bilemedim şimdi. Tamam ortada "düşündüğünden farklı şeyler yaşayan" bir insan var ama yalnız değil. Bu ilişkinin üç tarafı da, böyle olsun istemezdi.

Aldatan, o üçüncü şahısla hiç "takıntısı-kasıntısı" olmadan, üçüncü şahıs da kimseyi kendine küfrettirmeden doğru düzgün ilişkiler kurmak isterdi muhtemelen.

Ama bunun sonunda, aldatan "paylaşılamayan kişi" olarak egosunu iyice şişirdi. Üçüncü kişi, "birini başkasının elinden alan, tercih edilen" olarak kendini iyice bir halt sanmaya başladı.

Aldatılan ise, bir daha kimseye güvenemedi, hayatı piç oldu gitti afedersiniz.

Yalnız, tensel sadakatsizlik ile, kişinin "yanında olacağına dair güven verdiği birini aslında o kadar da iplemiyor olması" başka şeyler. Neredeyse her defasında iç içe geçmiş ve ayrılamaz bir halde duruyorlar, ama yine de, en azından kavramsal düzeyde, farklı.

Üstelik, ikincisi, illa ki "üçüncü kişi" gerektirmeyen ve bu yüzden genellikle ortaya çıkmayan bir şey. Arada başkası olmayınca "olur öyle, arada bir başkası neticede..." diye düşünülüp pek çok şey sineye çekilebiliyor. Ama öyle durumlarda, sevgiliniz ya da eşiniz, sizi çatır çatır "kendisiyle" aldatmakta oluyor, bunu düşünmüyorsunuz.

Tanrı herkesi tüm aldanmalardan korusun.


8 Haziran 2012 Cuma

Tatarların değil, gerçekliğin çölü.



2011 yılı başlarında, Sezer'in şiddetli tavsiyelerine uyup Tatar Çölü'nü okumuştum. Sonra da hakkında bir şeyler yazmıştım ama o şey bir kenarda unutulmuştu.

Buldum, ufak-tefek düzenlemeler yaptım, buyrun paylaşıyorum:
----

Ya bu çok garip, çok başka bir kitap. Ya da ben çok yanlış bir zamanda okudum.

232 sayfa.
Kitap şu: Teğmen Giovanni Drogo, askeri okuldan mezun olunca bir sınır kalesi olan Bastiani Kalesi'ne atanır. Bu kale tamamen unutulmuş hatta pek kimsenin bilmediği, hiçbir düşman tehlikesi altında olmayan, her gün ve her anın aynı tekdüzelikte akıp gittiği bir kaledir. Kitabın “hikayesini” mahvetmemeye çalışarak anlatacağım…
*
Bu sene 27 yaşına girecek olmak hoşuma gitmiyor. "Allah'ım, ben kendimi daha hiçbir şey yapmamış gibi hissediyorum, oha 30'a yaklaştım lan, bir sürü şey okumam ve yazmam, bir sürü yere gitmem ve kendi işimi yapmam lazım. Biraz belirlilik lazım. Ama ben daha 3 gün sonra ne olacağımı bile bilmiyorum henüz" derdiyle yanıp tutuşuyorum. Kızsal şeyler.

Burada bir ironi var ve kitap da tam olarak bunun üzerine kurulu.

Aman her şeyi yapayım, aman kariyerim olsun, o da olsun bu da olsun demekle, "belirlilik" her zaman bir arada olmuyor. İnsan pek çok zaman, belirli bir halde durup "o günü bekleyerek" yaşamayı, "o günü oluşturmaya çalışmak ve belki de başarısız olmak" riskine tercih ediyor.

Baş karakter Giovanni Drogo, 30'larına yaklaşana kadar pek de bayılmadım kitaba. Ne zamanki bizim teğmen büyümeye başladı, işte orada resmen nefes almadan okudum. Çünkü o çok kötü bir hal. İnsanın tekdüzelikten bu derece medet umması, hayattan bu derece kopması ve kendisini hayata bağlayan tek şeyin "savaş beklentisi" olması çok acıklı bir şey.

Bu kitap, bir ömrün nasıl çürüdüğünü göstermiyor. Bunu insanın yüzüne çarpıyor. Okuduktan sonra allak bullak oluyorsunuz. Çünkü, içinizdeki "belirlilik hastalığını" öyle bir gözünüze sokuyor ki, dönüp kendinize baktığınızda "artık bir şeyler olur herhalde lütfen yani…" eğilimini öyle bariz görüyorsunuz ki, bugüne kadarki "tembelliğinizden" utanıyorsunuz. Ama bir yandan da biliyorsunuz ki, bu bir karakter meselesi ve hayatınız nasıl gelmişse öyle gidecek.

Il deserto dei tartari 1976 film
Filmi de varmış.
İşte, bir hayatın nasıl geldiyse öyle gittiğini ve sizin buna karşı hiçbir şey yapamadığınızı göstermek bağlamında çok çarpıcı bir kitap bu. Yapamayacağınız, sadece o an istediğiniz için yapabileceğinizi düşündüğünüz şeylerin aslında hiçbir zaman olmayacağıyla alakalı.

Kitap askerde geçtiği için, lütfen bu kitabın esasının askerlikle ilgili olduğu düşünülmesin. Evet, asker zihniyetine olan mesafeniz bu kitapla daha da artıyor, ama öte yandan bu zihniyetin temelindeki mutsuzluk ve umutsuzluğu da anlıyorsunuz. Tamamen "insan olmakla" ilgili hisler anlatılıyor kitapta, zira amaçsız robotlar haline gelen insanlar da vaktiyle hayattan zevk alıyorlardı.

İnsanın, hayattaki varlığını hissetmesine dair umutlarının tamamen sava çıkmasına bağlı olması... İşte bu tam olarak, kendini ötekiyle var etmektir ve hepimizin başında olan bir derttir.

Tatr Çölü’nin, yazılmış ve yazılabilecek en "askerlik" karşıtı kitap olduğunu düşünüyorum.

Çünkü askerlik, sadece eline silah alıp sınırı beklemek değil. Tabulaştırdığın sınırlara sahip olmak.
*
Son olarak, biri ya da bir şeyler için "belki bir gün değişir..." diyorsanız, çok dersiniz.

---

Okuyalı 1.5 sene geçmiş ve ben artık başka bir insan olmuşum. Ama artık başkası da olsam, netice itibariyle hala bir cacık olamamışım.

"Karşılaştırmalı hal bildiriminde bulunmayı" ileri bir zamana erteliyorum, zira bu konuda da söyleyeceklerim var.

Sevgiler,
Göksun.