21 Mayıs 2015 Perşembe

anarşizmi kurayım derken yanlışlıkla neoliberal olmak

selam,

çok plansız ve "pat diye" başlayıp gelişen bir yazı olacak bu, sadece bir kenara not düşeyim istedim. yazma pratiğimi uzun zamandır kaybediyorum ve bunun farkındayım, arada böyle "çiziktirmeler" mutlaka gerekiyor. kendini bir kenara koyup orada unutmamalı insan.

biraz önce, aziz çelik hoca şöyle bir tweet attı: "sıfır bürokrasi neoliberal bir distopyadır"

ne anlamam gerektiğini düşünürken, ekrana öylece bakakaldım. ki tam olarak, bürokrasinin tavan yaptığı ve insanı canından bezdirdiği sosyal güvenlik mevzuatıyla uğraştığım bir andı. bir sunumda kullanmak üzere sağlık uygulama tebliğini okuyorum da şu an; her okuduğumda düşündüğüm şey aynı: anarşist devrimimi yaparken ilk önce sosyal güvenlik mevzuatını yok edeceğim. hiçkimse hasta olduğu için cezalandırılmayacak, herkesin sağlığı her zaman güvence altında olacak.

neyse yani sıfır bürokrasi neden böyle bir şey olsun ki? rona serozan'ın medeni hukuk kitabında da "devletsiz hukuk olmaz" der mesela, neden olmasın ki? neden devlete ve bürokrasiye muhtaç olalım?

devlete muhtaç olmama konusunda zihnim daha berrak fakat bürokrasinin yokluğu neden distopik olsun?

tweet'e verilen cevaplar, bana kendimi düşünme yetisinden yoksun hissettirdi - gerizekalı demeye dilim varmadı ahah ama öyle yani.

son derece haklı bir kaygı var: bürokrasi ve "kurumsallık" yoksa keyfilik vardır.

evet çok doğru, bunu hiç düşünmemiş değildim. bana acayip bir şeyle karşı karşıya olduğumu düşündüren, "neoliberal" ifadesi oldu. keyfiliği hep diktatöryal bir bağlamda anlayıp kullanageldiğimi, onun bu neoliberal tarafını atladığımı fark ettim.

bu neoliberalizm, neticede bir izm'dir ve üzerine kitaplar yazılır, ama en nihayetinde "dinim imanım ekonomi" kafası olarak özetlenebilir.

o halde, aziz hoca'nın bu dediğini iki mecrada analiz etmek gerekir:

1. distopya
2. distopyanın neoliberal bağlamı

bu mecraların farklı üst başlıklarda farklı anlamlara geleceğini de düşünmek lazım

1. yöneten açısından
2. yönetilen açısından

şimdi şöyle ki; benim o tek cümleyi bir türlü anlayamayıp arkasından böyle uzun uzun düşünecek kadar şaşırmamın sebebi, konuyu yöneten-yönetilen ayrımını şimdiye kadar düşünmeden değerlendirmem oldu.

çünkü yöneten varlığını reddeden bir anarşist düşüm vardı - ki hala vardır, haliyle bu ayrım benim için anlamlı olmuyordu. ideal dünyada öyle bir sınıf zaten olmamalı; bu dediğimin mağaranın içinde bir yansıması olmadığını biliyorum ama rüya işte.

eveeet o halde gerçekliğin çölüne neden hoşgelmiyoruz? belli ki hoca farklı bir şeyden bahsediyor ve başımızı kumdan çıkarsak iyi olacak.

eğer bu tip "çiçek çocuk" dünyası kurgulamıyorsak, yöneten yönetilen ayrımından sonrasını belirlerken her adımı yüz bin kere düşünmek lazım. o halde, benim şimdiye kadar yaptığım hatanın hayallerde yaşamak olduğunu ve bürokrasinin olmamasının aslında ne anlamlara gelebileceğini, yöneten kesimin varlığını önkabul olarak belirlemekle başlayalım.

öncelikle distopik tarafını anlamayacak bir durum yok. bürokrasi yoksa keyfilik vardır, yönetici kişi kurumsal ilkeler ve süreçlerle uğraşmadan istediği kelleyi alıp istediği kelleyi bırakabilir.

bu noktada "ama bu ölçüde bir hesapsızlık yönetileni de özgür kılar, o halde yöneticinin de korkacak bir şeyleri halen var demektir" diyorsanız eğer, tatlım üzgünüm biz ingiliz değiliz. bu dünyada sadece ingilizler ingiliz, yazılı kanunları bile olmadan hem geniş bir özgürlük alanına hem de dev saygı duydukları bir kraliçeye sahip olan sadece onlar.

neyse sulandırmayalım konuyu; ciddi ciddi konuşursak, sizin "ne var canım herkes özgür işte, halk da hakkını aramayı bilsin!" dediğiniz, işte bizim o "burjuva ahlakı" dediğimiz şey oluyor. böyle bir dünyanın gerçekliği olmadığını bilmek için sosyolog olmak şart değil, metrobüse binin yeter.

insan, imkan peşindedir. hayatı imkan kovalamakla geçer. o imkan kimdeyse, gider onun sunduğu koşullara razı olur. çünkü kendini olmak zorunda hisseder. sonra bir gün bu zorunluluk hali dayanılmaz olur, çünkü imkan peşinde koşayım derken onurunun çiğnendiğini düşünür insan. ve olaylar gelişir. (buradan da rica ederim "işçinin onurunu çiğnemeyen patronla sorunun yok mu yani" gibi acayip alakasız bir şey çıkarmayın. onur nedir nasıl çiğnenir konusunda ayrıca oturur konuşuruz.)

neoliberal bağlam da işte tam olarak bu imkan meselesiyle ilgili.

ben patronuma kendimi mecbur hissediyorum, çünkü hayatta kalma imkanım alacağım maaşa bağlı.
patron bana mecbur, çünkü daha çok kazanma imkanı bana bağlı.
ama benden çok, patrondan daha az var.
yani ben daha zor durumdayım.
ben rest çekersem aç kalmayı göze almam gerekecek.
patron sadece bensiz kalırsa bunun belki farkında dahi olmayacak.

o halde, patronu bana karşı keyfi davranmaktan alıkoyacak güç nedir?

toplu iş dayanışmaları dışında tabii.

hukuk ve işte bürokrasi.

işte, patronu han dediği yere han hamam dediği yere hamam yapmaktan alıkoyacak şey.

kurumsal bir devlet, o devletin üzerine inşa edildiği ilkeler, bu ilkelere göre oluşmuş bir hukuk, bu hukuka uygun bir gelenek - ve tüm bunların toplumda karşılık bulabiliyor olması.

patronun "o ağacı kesiyor bu köprüyü yapıyorum, ne haliniz varsa görün!" dediği anda, "pardon ablacım, ne yapıyorum dedin tam olarak?" diye onu durduracak bir kurumsal kimlik.

yani durum budur. hoca o tweet'i atalı, hemen bakıyorum, şu an tam 59 dakika olmuş. o andan beri bunu evirip çeviriyordum kafamda. yola yanlış yerden çıktığım için olmuş hep bunlar.

mülksüzler, birçok kişi tarafından ütopya olarak düşünülür ama ben buna asla katılmıyorum. ursula k. le guin aslında çok derin bir tehlikeyi anlatır orada; varoluş problemlerinizi çözmeden anarşist devrim filan da yapamazsınız der. "devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak" demek bu demektir.

işte bu kaygısının bir kısmını, anarres'teki adı yönetim olmayan ama aslında bal gibi de yöneticilik yapılan bir kurum üzerinden anlatır. adı anarşist olan devrimden sonra neler olabildiğini, bir de o taraftan görmüş oluruz.

aziz hoca'nın bu söylediği de bende benzer bir etki yarattı. yöneten sınıfını ve devlet kimliğini direkt olarak yok saymanın ekonomik boyutunu yeterince düşünmemiştim.

yazının başında rona hoca'nın bir cümlesini anmıştım, bende böyle bir silsileyi başlatan cümlelerden biridir. emekli olunca "hukuku yeniden düşünmek: anarşist hukuk kuramları üzerinde bir değerlendirme" gibi bir çalışma yapma hayalim var uzun süredir; aziz hoca da hayalime katkı sağlamış oldu.

teşekkürler twitter :)

5 Ekim 2014 Pazar

evin ruhu ve dvd kapları

kütüphanenin açık raflısı, dünyanın en ufuk açıcı yeri olabilir. bir şeyi google'da aramak için önce onun varlığını bilmek lazım, rafların arasında dolanırken gözüne çarpanları ise o an öğrenmiş oluyorsun.

bizim aile epey okuyanlardandır üzerinize afiyet, bir sürü kitabı ve yazarı evde görerek büyüdüm o yüzden. ha okudun mu dersen hayır, rus klasiklerini filan hala ellemedim mesela. ama içinde dostoyevski olmayan bir ev benim için başka bir dünya, benim dünyam değil. okumadıysam da biliyorum, çünkü ben onlarla büyüdüm, raskolnikov ev arkadaşımdı. 10 yaşındayken aydın boysan'la rakı içiyorduk, dar olan drama diğeri drina köprüsü'ydü ve bunu biliyorduk.

yani diyorum ki, bir evin kütüphanesi önemlidir. çünkü onlarla, onların ruhuyla yaşarsınız.

hele çoluk çocuğa karışırsanız, o çocuk evin içinde gördüğüyle şekillenir. rafta kimi görürse o olur, onu bilir. ya da belki olmaz, ama buna kendi karar verir.

işte o yüzden, kitap ve film/dvd konusunda acayip mülkiyetçiyim, kimse kusura bakmasın. kayıp bir iki kitabım var, ilk uygun zamanda gidip tekrar alacağım onlardan.

film konusunda ise bir formül geliştirmem gerekiyor. izlediğim tüm filmleri imdb'de listelemeye başladım, onların evde de olması lazım. ama bu mümkün değil, dvd kabı çok yer tutuyor. fermuarlı ruhsuz çantalara koyup sonra o çantayı unutmayı da istemiyorum. açık raf diyorum ya, çanta ney?

albüm gibi bir şey var mı, ya da innnncecik dvd kapları? nasıl muhafaza etmeliyim bunları? ama dvd kabı boyu ve eninde olmalı çünkü filmin "afişi" de olacak üstünde.

harici diskler alıp yönetmen yönetmen ayırmayı düşündüm, ne bileyim işte her alette bir yönetmen - veya belgesel. ama sinema ok-kadar anladığım bir şey değil, entel entel yönetmen ayıracak durumda değilim. olm dostoyevski okumadım diyorum size ya, ne entelliği, her şeyim çakma.

olsun, okuduğum izlediğim şeyi gözümün önünde görmek beni çok mutlu ediyor. her birinde farklı bir şeyler var çünkü onların, kendimi onlara borçluyum. ve yaptıkları şey fena değil bence, tanısam severim yani kesin. <3

4 Ekim 2014 Cumartesi

inside llewyn davis filmi şeysi

coen biraderler filmi bu. "sen şarkılarını söyle" olarak çevirmişler türkçeye. insan hem şebnem ferah'ı hem de birini daha anıyor ama o kimdi unuttum. şebnem ferah da "ben şarkımı söylerken istersen sesi açarsın / istersen kısıp bunu da yok sayarsın" şarkısından. (yok saydı.)

ya ben bunu izlemeye şarapla başladım, sonra mola verip araya bir cin tonik dayadım, sonra filme dönüp şaraba devam ettim. özetle, coen filmlerini alkolle almicaksın canım kardeşim.

adam çok güzel, hikaye-sizlik çok güzel, kendi hayatımız da bir o kadar saçma sapan ve ne yaptığımızı biz de en az o kadar bilmiyoruz. bunu izlemek güzel. ama yaşamak değil. ama izlediğini "fark ediyorsun," yaşadığını da fark etsen o da güzel olacak belki. bilmiyorum. benim en büyük farkında olma halim, farkındalık dememek için iyi kastım yalnız, hayatımın bir sonraki gününü, deli gibi izlediğim dizinin yeni bölümünü bekler gibi beklemem. yani bir bok olacak kesin de, bakalım hangisi olacak. gibi.

ayrıca da yerden yere vurarak kendi vicdanımızı temizlediğimiz o ortasınıf ahlakına köpek gibi de muhtacız. yoksa siz bunun farkında değil misiniz? izleyin o zaman.

hayatın bir coen filmi olduğunu zaten uzun zamandır düşünüyorum. hiçbir şey olmayacağını bile bile, yaşamaya ve beklemeye devam ediyorsun. sana kalan sarkastik bir sırıtma oluyor. o da güzel bir insansan eğer.

dur hatta nokta atışı yapayım. bence hayat bir coen biraderler hikayesi ama bunu woody allen anlatıyor.

o değil de llwelyn aşırı yakışıklı bir adam değil miydi sizce de? biraz kalın belli ki, geniş bir abimiz. ama ben zaten manken gibi adam sevmem çünkü öyle adamı napayım? kompleks yapmakla mı uğraşıcam bi de? bu güzel bu çok iyi.

yani diyorum ki, yaşayıp gideceğiz ve o kadar. keep calm & nabarsan yab.

30 Eylül 2014 Salı

yumurta?

biraz önce sade omlet üzerinden hayatı sevdim.

henüz bunu söylemek için epey erken, ama bugünüm aşırı tatlı başladı. erken bir saatte kendiliğimden ve uykumu almış bir halde uyandım ki bu kişisel tarihimde çok enderdir. kalktım duş aldım ki beş günlük kesintiden sonra alınan her duş bir fenafillahtır. sonra baktım canım yumurta istiyor ki aslında sabahları ölümüne iştahsız bir insanımdır. kalktım oraya gittim.

moda caddesi'ne bakarak oturuyorum. olm ben burada oturuyorum lan? evim burada, ofisim şurada. ben ciddi ciddi burada oturuyorum, buraya bakıyorum, bu insanları görüyorum. çok güzel değil mi abi?

param ve sevgilim yok, iki konuda da pek başarılı değilim. ama istanbul'un en sevdiğim yerinde yaşayıp, çocukluğumdan beri hayalini kurduğum mesleği yapıyorum. gününü çocukluğumdan beri beklediğim ofisi açtım, "boş boş" da olsa onun içinde oturuyorum. akşam buradan çıkıp eşim dostumla bişeyler içiyorum, hepsini de çok seviyorum, yok çok yorgunsam eve gidip yayılıyorum. "benim evim" orası, ev kira ama yuva benim.

ya bu çok güzel değil mi of. ölücem galiba.

dün de çok uzun zamandan sonra üst üste türkü dinleyip babama şükretmiştim, iyi ki beni bunlara alıştırmış diye. akşam annemle yeğenimin fotoğrafına bakıp ağlıyordum neredeyse, güzelliklerinden.

şimdi de oturmuş sabah yumurta yedim diye ağlıyorum.

bütün bunlar bayağı iyi değil mi? kitap okuyorsun lan, dünyadan sartre, asimov, marquez, saramago diye muhtelif adamlar geçmiş ve sen onları okuyorsun. adam belki senin okuyacağını bilse yazarlığı bırakacak, ama sen utanmadan, haklarında yorum yapabiliyorsun. oha hayata bak. film izliyorsun filan, boyuna bakmadan "john turturro'yu istemeye gidek mi" diye tweet atabiliyorsun. öeh. napıyoruz acaba ya?

arkadaşlar hayat çok güzel bişey. skmişim parasını sevgilisini. bayağı güzel.

kahvaltının mutlulukla ilgisi bu herhalde ya. (bak yine hadsizlik... ahah nefis.)

18 Haziran 2014 Çarşamba

kırmızı

ben ruh halini reddetme dürtüsü gelişkin bir insanım. "hayır bu his bana yakışmıyor" diye kendimi bastırdığım çoktur. yine yaptım.

bugün ilk defa bu kadar şiddetle yaşadığım bir şey oldu. eve gelene kadar gayet normal bir gün geçirdim. bütün gün mesaideydim, her haftaki çarşamba yoğunluğunu yaşadık. yediğim içtiğim normal, yazı yazdım filan, yine kabataş'a oradan da mahalleye geçtim. eve gelirken markete uğradım. sıkıntı yok yani.

kapıdan girdiğimde nefes nefeseydim ama bunu gerektiren bir durum yoktu. koşmadım etmedim, merdivenden çıkarken şarkı söylemedim.

sonra tansiyon düşüklüğü gibi bir hal geldi. hesapta patlıcan pişirecektim, patlıcanları alıp tv karşısına geçtim.

ve öyle kaldım.

gözüm açık, tv'ye dönük. televizyonda amerika hollanda maçı var ama ben aslında hiçbir şeye bakmıyorum. öyle bir kalakalmışlık hali ki, kımıldamak fikri bana çok uzak. kımıldamak istememek de değil, yapamamak, becerememek ve zaten neden becermesi gerektiğini de bilmemek.

sonra, hala kımıldamadığım esnada, "aslında kalkıp yatabilirim. ama neden bunu istemiyorum ki?" diye düşündüm. kaan geldi, beni yatağa yatırdı, tansiyonum yükselsin diye ayağımın altına yastık koydu bal yedirdi filan... ben o arada tavana bakmaya devam ettim. ki huyum değildir, ben tavan izleme insanı değilim. işte o hissin en şiddetli hali, gözlerim faltaşı gibi açık bir şekilde tavana bakarken geldi.

kalkıp hayata devam edebileceğini biliyorsun. fizyolojik olarak sorun olabilecek hiçbir şey yaşamadın, onu da biliyorsun. aslında bir sorun yok yani, istesen "eeeh sıkıldım" der kalkarsın.

ama bunu neden yapasın? kımıldamazken öyle rahat ve iyisin ki, neden hayatın boyunca aynı pozisyonda kalmanın huzurunu seçmeyesin? neden kendini o hissizliğe bırakıp rahat etmeyesin? ille kımıldamak neden?

birkaç dakika öylece kalakaldım, tam olarak bu hisle. sonra inadıma kafamı sallamaya filan başladım, "ben böyle biri değilim" diyerek. uzandım biraz, uyumaya çalıştım, ama ne kadar çalışırsam çalışayım gözlerim faltaşılığından bir şey kaybetmedi.

sonra, "böyle olmayacak" diye kendimi kaldırdım. bugün yazdığım yazıyı düzelttim. o iş hoşuma gitti. yazmayı seviyorum.

sonra kırmızı oje sürdüm. iyi geldi. kendimi tekrar yüzeyde hissettim.

bu ne kadar böyle gidecek bilmiyorum.

savaş boyasına inanmıyorum ama bir kırmızı oje var.

27 Ocak 2014 Pazartesi

ve sevmeyi öğrenmekle başlayacak her şey

fazla mantık kalbe zarar.

geçen gece bizim orada oturuyoruz, özlem de var. o kızı da nasıl seviyorum belli değil. neyse, "ya özlem" dedim, "bazen düşünüyorum, yani sen beni neden sevesin ki, hiçbir gerekçe bulamıyorum." o da bana "sevmenin sebebi mi olur gerizekalı" diyerek konuyu kilitledi. peki benim onu sevmemin bir sebebi var mı diye düşündüm, yok, bulamadım.

sonra özlem yanındaki arkadaşa açıklama yaptı, "bu göksun dünyanın en mantıklı insanıdır tamam mı, her şeyin sebep-sonuç ilişkisini sorgular, o yüzden sevmenin de sebebi olur sanıyor salak" diyerek.

haklı mı lan acaba.

şimdi mesela özlem'in beni sevmesini açıklayamıyorum. ama öte yandan, hayatıma giren belki de herkesin, buna en başta erkek arkadaşlarım dahil, her birinin benimle neden ilgilendiğini anlayabiliyorum.

hepsinin bir sebebi vardı.

işin kötüsü, benim de hep bir sebebim oldu. hatta bir zamanlar şunu fark etmiştim ki, bir adamın hangi tarafından çok şikayet ediyorsam, bir sonraki adam hep o açığı kapatacak biri oldu. ama meğersem gemi bu sefer başka yerlerden su alıyormuştu, işte ben onu hemen anlayamamıştım.

acaba sebep bulmak, çok da içimize sinmeyen insan ilişkilerini meşrulaştırmak için mi? birine tahammül etmek için mi, varlığına dayanak buluyoruz?

ben kendimi "olduğum şekilde" değer verilecek biri olarak görmüyorum da, o yüzden mi başkalarının sevgisinin dayanağını sorguluyorum?

ama şunu da söylemem lazım ki bunu anlık hezeyan sanmayın; ben çocukken de böyleydim. o zamanki sosyalleşme ortamınızı aileniz oluşturuyor malum, "acaba bu insanlar benim akrabam olmasa da yine sever miydim? akrabalık sevgiyi kendiğilinden getiriyor mu yoksa o kişiyi 'o kişi' olduğu için mi seviyorsun?" diye ciddi ciddi düşünen bir çocuktum. bu kelimelerle değildi tabii ama kafa buydu. annem şahit. zaten hep annem yüzünden böyle biri oldum ben, çünkü kendisi mantığın yeryüzündeki cisimleşmiş halidir. neyse bana demişti ki, "akrabalık tabii ki önemli bir şey, ama kötü insanlar olsalardı, akraban olsaydı da sevmezdin."

sonra ben bunu, o ara lisedeyim, annem babam üzerinden de düşündüm. acaba dedim, ben bu insanları annem babam olmasaydı da sever miydim? çok akıllıyım çünkü evet. neyse ki "tabii severdim, çünkü annemle babam çok güzel insanlar" diyerek, bu işin içinden kolaylıkla çıktım.

ama işte geçmeyince geçmiyor. her şeyin bir sebebi olması gerektiğine bu kadar inanmamalı insan.

hayatımdaki insanların neden hala hayatımda olduğunu "görüyorum." burada eziklik kisvesine gizlenmiş bir büyüklenme yok, yanlış anlaşılmak istemem, "herkes benden menfaat sağlıyor" filan demek istemiyorum. bir insanın hayatında bunu değiştiremeyeceği için bulunmak, gayet anlaşılır bir durum. veya onun yapmaktan hoşlandığı bir şeyden sen de hoşlanıyorsundur ve hayatındasındır, son derece makul.

ama herkes bir şeylerin arayışında. işte aradığını bulduğunu sanıyorsun, bu bir sebeptir.

işte diyorum ki, madem bir sebep üzereyiz, ya o sebebin kendisi sağlam değilse? sen artık açığı kapatamaz hale gelirsen veya arayışın kendisi değişirse? işler değişmeyecek mi ve çok normal değil mi? dayanağı kaldırırsan, ona dayanan durabilir mi?

sebepli olan sevginin çok da güvenilir bir şey olmadığını gördük. peki sebepsiz olan güvenilir mi?

çünkü ben her zaman şunu düşünürüm, bu arada yine çünkü diye başlayan aklımı ayrı seveyim, bir şeyin sebebinin olması aslında temelinin olması demektir. temeli olan şey de sağlam olur. bakın ne kadar mantıklıyım.

ama işte o sebebin olmadığı hali göz ardı etmesi bakımından, tezim antitezini doğrudan kendi içinde barındırıyor. senteze ise henüz ulaşamadım kafam karışık. yani bu şey gibi, sen antivirüs yazılımını yükledin ve kendini güvende sanıyorsun ama, ya ileride bir gün, o yazılımı kıran yeni bir virüs gelişirse? ilişkilerde "feedback" dediğimiz şey, tam olarak bu yüzden önemli. yazılımı güncel tutmak şart.

sevginin sebebi onu olağanlaştırır, gündelikleştirir, büyüsüzleştirir. çünkü her şeyin bir sebebi vardır ve böylece sevgi de "her şeyleşir." allah'ım bunu bile çünküyle anlatıyorum biri beni durdursun. yani diyorum ki, sevgiye bulduğunuz sebep aslında onun içini boşaltıyor haberiniz yok. ya da neden size çamur atıyorsam, haberi olmayan benim.

birini sevmek için hissinizi dayandıracak bir şeylere ihtiyacınız olmamalı. o zaman da tekinsiz mi geliyor, ama zaten onu özel kılan da bu tekinsizliğine rağmen var olmaya devam edebilmesi değil mi? birini görür görmez ondan çok hoşlanmışsanız, allaşkına bunun nasıl mantıklı bir sebebi olabilir? aksine, işin içine mantık girdikçe görürsünüz ki, o kadar da abartılacak bir şey yokmuş ortada.

mesela biliyorum, bizim oraya bir daha hiç gitmesem, murat'lara özlem'lere tek bir gün lazım olmam. "şunu da göksun'a soralım" diyecekleri hiçbir şey yok, varsa da ben bilmiyorum. ama kafalarımız güzelken, birbirimize nasıl sarılacağımızı şaşırıyoruz. çok seviyorum ben o masadaki arkadaşlarımı, aşırı güzel insanlar olmaları dışında da hiçbir gerekçem yok.

hayatındaki insan, sana iyi gelen bir davranışı bırakabilir. sevdiğin şeyleri yapmaktan vazgeçebilir. bir şeyler olur, yeni bir hayatı olur ve o hayatta kendine yer bulamazsın. olur bunlar.

ama iyi, zeki ve "dost" biri olmaktan vazgeçilmiyor.

sanırım benim de değişmem lazım artık. değişebilir miyim bilemiyorum ama, bu kadar mantık kimin hayatındaki varlığımı nasıl etkiliyorduysa, kusura bakmasın.

öptüm,
göksun.

7 Ocak 2014 Salı

tanrı bir, kafa binbeşyüz.

canım sıkkın. gerçi biraz sonra yönetimden biri gelip bir şeyler konuşacak ve hemen akabinde de toplantıya gireceğim. yani yazacak fazla vaktim yok ama akacak harf damarda durmaz. ya da aslında palamut benzetmesi daha uygun. balık olan. balık olan palamut çok kanlı hayvandır tamam mı, o yüzden oltadan aldığınız anda bi yara açarsınız ki fazla kanını akıtsın hayvancık. şimdi benim de fazla harfimi atmam lazım. ya da belki hava yapmış kombi örneği daha da uygun. içerideki basınç aşırı yükseldi, havasını almazsan patlayacak. evet bu güzel. palamutları delmeyelim boş yere, vahşet bu. ama ben balığa çıkmayı çok severim, onu nasıl yapalım? bundan sonra tuttuklarımı geri mi atsam acaba? hem babasıyla balığa çıkan çocukların oltasına takılacak daha çok balık olur böylelikle. ben artık tutsam ne tutmasam ne. neyse ki palamut sevmem.

tanrı'nın çalışma şekli çok enteresan. ya da kendi hezeyanlarımızı tanrı'ya mal etmek büyük kolaylık. böyle bakınca tanrı sizce de çok asap bozucu bir yetişkin gibi olmuyor mu? "senin suçu bana atma kafanı bile ben yarattım lan nıhoshfhah" diye gülen bir tip? hiç hoş değil.

eskiden kendisiyle hiç sorunum yoktu, bir süredir var. ama bu varlık yokluk sorunu değil, elli kere söyledim, varlığına inanmak hoşuma gidiyor. benimki dini bir iman değil, bir tercih. bence tanrı olmalı yani, yoksa da olsun mümkünse. yoksa kiminle konuşup sorumluluğu kime atacağız?

ama işte bu "limitleri önceden belirlenmişlik" hissi hoşuma gitmiyor. çünkü o zaman her şey çok manasız.

mesela bu sabah, kendisinin çalışma prensiplerinden birine taktım. o konuda tanrı'ya ben de çok kırgınım.

aslında daha önce fark etmiştim, "ne dilediğine dikkat et" prensibi yüzde yüz çalışıyor. ama bu sabah yeniden vurdu.

sağolsun, istediğim bir sürü şeyi verdi bana tanrı. ama işte bak bu mesela çok saçma, ne oldu yani aslında benim için başka şeyler düşünüyordu da talep doğrultusunda karar mı değiştirdi? yoksa ben zaten uslu uslu, benim için zaten uygun görülmüş olanı mı istedim? "o zaman her şey çok manasız" derken bundan bahsediyordum işte, tanrı'nın mutlak iradesine iman ederek aslında hepimiz birer asker olarak doğmuyor muyuz? bu arada insan asker doğmaz'ı da adana'da unuttum yine ya, bi okuyamadım onu. birinci cildi sizde varsa bi göndersenize, bende 2 ve 3 var. çok eski, 70'lerden kalma, e yayınları.

yalnız her yazıda olduğu gibi, yine "simultane" bir aydınlanma yaşıyorum. eğer biz zaten bizim için çoktan yazılmış olanı yaşıyorsak, burada kim neden büyük olsun ki? ille biri olacaksa yine biz oluruz bence, o kadar zorlamaya rağmen efendiliğimizden vazgeçmediğimiz için. öte yandan eğer bu yazgının dışına çıkılabiliyorsa, çıkanlar da büyük yine. olamayanı oldurdukları için. yani sevgili tanrı, üzgünüm ama otorite sahibinin büyüklüğünü kabul edecek biri yapmadın beni ki bunu da biliyor olman lazım. şimdi sen kesin bir yerlerden bana bakıp kıs kıs gülüyorsundur, "bunun kafasına ben koyuyorum bunları, sonra 'hihi yaşasın aydınlandım' diye seviniyor gerzek" diye. seni sırf yalnızlıktan reddetmiyorum, biliyorsun değil mi?

istediklerinin olması konusuna geri dönüyorum. evet oluyor, oldu da. çok iyi de oldu çok da güzel iyi oldu. fakat? e bunlar patlıyor? çünkü olan "şey bütünü" bizim istediğimiz bir şeye sahip fakat bütünün diğer hiçbir parçası bunu desteklemiyor. sen tanrı'dan bir portakal istiyorsun, evet o portakal geliyor ama istemediğin bir sürü başka şeyin içinde. "portakal buldum oley!" diye sevinirken, haberin var mı, terk etmedi o acayip şeyler beni. sonra tanrı büyük. büyük tabii ne olacağıdı, bu kadar büyük organizasyonu başka kim yapabilir?

hangi hasta ruh?

bu arada yazmaya o kadar çok ara verdim ki, kafam an be an daha çok dümdüzleşiyor. o arada iki saatlik bir toplantıya girdim, o toplantıda görüşülen sözleşmeye tamam dedim, bir velayet meselesine cevap verdim, yemek yerken memleket meselesi konuştum ve olaylar gelişmedi. mesela kaan'la konuştuk şimdi. normal. çünkü hiçbir şey olmadı.

işte bak bunlar da çok saçma değil mi? sürekli bir şeylere adapte oluyorsun, hayatın kendini değiştirerek geçiyor, insan bu hayattan nasıl bir stabilite bekleyebilir? çok saçma. hiçbir şeye en ufak bir müdahalede bulunamamak, çok aşağılayıcı. tanrı'nın bunu böyle uygun görmüş olması hoşuma gitmiyor. resmen oyuncak niyetine yaratıldık.

hayır bi de bekliyorsun o stabiliteyi. sende de iş yok ki. gerçi hakkını da yemeyeyim, kiran var kredi kartın var.

hangi hasta ruh sorusuna da cevap vereyim müsaadenizle. wells'in görünmez adam'ının ruhu bu. muhtemelen kesin bilgi.

mutsuz, tatminsiz, sosyal ilişkisiz, saplantılı bir adamın eline imkan geçtiği zaman davranacağı gibi davranıyor bize tanrı. kendisi belki de gerçekten otobüsteki bir yabancı, fakat bunu bilmemizi istemiyor ki yüz göz olmayalım. neden ki? zaten koskocamansın, ben seninle nasıl yüz göz olabilirim? ayrıca şu an zaten ziyadesiyle olduk bence - gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var? olma? bence bu sendeki, tamamen seninle alakalı bir çekince. çünkü bak ben hep söylerim, eğer sen sağlamsan hayat vız gelir tırıs gider; çünkü zaten ne zaman ne yapacağını biliyorsundur. e ben bile şu "kul" halimle "suskunluğum asaletimden" diyerek çizgimi bozmayabiliyorken, sen neyin tribindesin?

bir şeyi çok mu istedik, onu bize "al evladım" diye şefkatle vermiyor. "AL BAŞINA ÇAL!" diyerek kafamıza fırlatıyor ve buna şükretmeyince sen kötü oluyorsun. işte bu noktada hepimiz birer "kadife" değil miyiz, üzerine binilip sırtı kırbaçlanan?

ben eskiden onun bizi sevdiğine gerçekten inanırdım. çünkü aksini düşünmeme yol açan bir dünyam yoktu. muhafazakarları anlamıyor değilim yani, dünyaları imanlarını sarsmıyor olabilir. veya belki sarsacak şeyler oluyordur ama bunları da imana iyice sarılarak atlatmayı seçmişlerdir. koskoca bir tanrı inancına düz stockholm sendromu muamelesi; neden olmasın?

neyse işte ben vaktiyle buna cidden inanırdım, güzel günlerdi. sonra geçti.

o bir görünmez adam. istediğini yapıp istediği muameleyi görebilmek için görünmemeyi seçti. fakat sonra baktı ki bu iş baş edilir gibi değil; biraz tatminsizliğinden kaçmak biraz da insanları kendisinden kaçmamaya zorlamak için işi nobranlığa vurdu.

yani bir noktada, onu biz böyle yaptık. istesek çok daha iyi bir tanrı olabilirdi.

fakat bizi yaratan ve sınırlarımızı belirleyen zaten o idiyse, istediğini alamaması yine kendi hatası değil miydi?

sevgili tanrı'm, eğer beni seni düşünmem için yarattıysan, görevimden azlimi istiyorum. kendi düşen kendi ağlasın.