aslında bugün hiç entel havamda değilim. "drama queen" hırkamı giyip gezi sürecindeki kişisel kayıplarımı anlatacaktım. "en çok düşünme yolum" olan ev-metrobüs yürüyüşünde aklımda hep bu vardı.
işe gelip "bakalım ben yokken neler olmuş..." diye olan bitene bakarken, ali ismail korkmaz'ın verdiği son ifadenin yayınlandığını gördüm. dövüldükten sonra polise verdiği ifade radikal'de çıkmış, şöyle buyrun: http://www.radikal.com.tr/turkiye/bana_sopalarla_saldirdilar-1142091
feysbuk'ta paylaştım bunu, sonra da dedim ki, lütfen polis çok yorgun tribine girmeyin. yorgunluk, sarhoşluk, sinirlilik filan gibi şeyler, insana kontrolünü kaybettirir ve kontrolünü kaybeden insanın engel olamadığı şey, içinde bastırdığının dışarı çıkmasıdır. yani o polisin içinde o vahşet var ki, yorgunluktan bu şekilde etkileniyor. fakat çakma insan sevicilerin hepsinde aynı laf: polis de insan, çok yoruldu, ondan böyle. arkadaş ben sana polis yorulmadı demiyorum ki, elbette yoruldu ve elbette o da insan, fakat bu şiddet adamın içinde olmasa, yorgunluğu buna sebep olur muydu? bir de tabii, diğer en bayıldığım şey, esnafın "ekmek parası" meselesi. gören de elinde sopayla gezen esnafı "sinirlenmek zorunda kalmış olan gariban şirin baba" sanacak. o ekmek kana katık ediliyor, ne yapayım buna da mı saygı duyayım? bu arada, şiddete meyletmeyen esnafa da atarlandığım sanılmasın, onlara her zaman saygı. ben sopalılardan bahsediyorum. (ekmek parası ne ayrıca ya, bırakalım şu arabeskliği.)
derken, anda altında bir yazı paylaştı. uzun ve güzel bir yazı fakat benim aklımdaki kodlanışı şudur: artık "toplumsal davranışa" inanmaya başlıyoruz. (http://www.bianet.org/bianet/toplum/148522-gezi-den-ogrendigim-bir-sey)
işte orada, bende bir şimşek çaktı.
biz şimdiye kadar, bütün ilişkilerimizi olanca bireyciliğimizle oluşturduk. hemen itiraz etmeyin, açıklayabilirim.
gezi'ye kadar, hiç bu derece kollektif ve süregelen bir hareket görülmemişti. doğru muyum?
özellikle biz beyaz türkler, toplumsal duyarlılık sahibi olsak bile, sokağa hiç çıkmamış ve böyle bir dayanışma içine hiç girmemiştik. işte benim "bireycilik" dediğim budur. örneğin, kadıköy'deki muhtelif mitinglere "ya arkadaş siz toplanıyorsunuz diye semtten çıkamıyoruz ya of" diye hayıflanan modalılar, sokaktan eve girmez oldu.
yani gezi süreci, bir sürü insanda toplumsal bir aidiyet yarattı. tarifsiz bir kazanım.
fakat bizim bundan önceki hiçbir sosyal ilişkimizde, böyle bir aidiyet gözetilmemişti. yani biz kiminle ne yaşadıysak, toplumsallığı bilmeyen insanlar olarak yaşadık. işte anlatmak istediğim şey bu.
derken, birden olaylar olaylar. işte bundan sonraki süreci gezi'nin benim hayatımdaki kelebek etkisiyle açıklarsam, sanırım daha kolay anlaşılacak.
kronolojik olarak ilk kayıp, erkek arkadaşım oldu. benim taksim'e ve parka gitme isteğim araya bir mesafe koydu ve kendisi bu mesafenin kapanmasını istemedi. elbette başka sebepleri de vardır, fakat bahanelerden biri budur. yalnız şimdi çocuğu da tayyipçi sanmayın, yok öyle bir şey. asla böyle bir şey söylemem hakkında; ama "yerinden kalkmaktan pek hoşlanmaz" diyebilirim.
beni merak ettiği için gitmemi de istemediğini söyledi, ben gitmekte ısrar ettim. artık bunu nasıl değerlendirdi, istememesine rağmen gidişimi kendisine yönelik mi algıladı, "dediğimi yapmayan ve merakımı ciddiye almayan biriyle yapamam" mı dedi, bunları bilmiyorum. fakat "sorumluluk almak istemiyorum" diyerek gittiği tarihsel bir gerçeklik.
işte bakın bu tipik bir "bireysel algıyla oluşmuş sosyal ilişkinin toplumu görünce şirazesinin kayması" örneği. beni o güne kadar merak etmesi hiç gerekmemişti, çünkü hep gözünün önündeydim. ne zaman ki benim de bir topluluğun parçası olma anım geldi ve onun gözünün önünden çıkmam gerekti, o zaman sıkıntı başladı. birey kalsaydık iyiydi, ama olmadı. ben dışarıdaki topluluğu seçtim, ama evin içinde iyice yalnız kaldım.
ikinci kayıp, varlığına her zaman en güvendiğim arkadaşım oldu. gerçi bunun direkt gezi'yle alakası yok, ama o da neticede bireysel yaşantıyı toplumsallığa uyumlaştıramamakla ilişkilendirilebilir. kayıp süreci her zaman herkesin yaşadığı bir arkadaşlık sorunuyla başladı, sevgili bulunca arayıp sormamak durumu. derken bu arayıp sormamak artık "çemkirmeye" vardı, ben de çekildim, ne yapayım. allah mesut bahtiyar etsin.
bu örnekte, ikimiz birden kendi toplumsal aidiyetlerimize daldık. artı tabii onun bir de -artık telekinezi filan uyguladığını düşündüğüm- sevgilisi vardı. farklı gruplara girince, yani bireyciliği bırakınca, bireysel zamanda kalan arkadaşlık bağı da zayıflar oldu. henüz kopmadı, yani ben kendi adıma kopmadım, ama sonumuz hayrolsun. gelinen noktada, evet yine sokakta kalabalık içindeyim, ama "evde" hala kimse yok. beraber içip gülüp ağlayarak arkadaşlık ettiğin insan, o konsept değişince artık hayatında olmuyor.
başka bir kayıp, sağduyusuna tarifsiz güvendiğim başka birinden geldi. kendisi büyüğümdür, 12 yıldan beri her söylediğini dinlerim. her zaman katılmam ama mutlaka dikkate alırım. yaşım itibariyle bakıldığında, bana söylenen şeylerin en önemli olduğu günlerde dinlemişim kendisini. artık oradan pay biçin.
dün, direnişçiler için "aldığınız beddualarla zor ama..." diye bir ifade kullandığını gördüm. gerisini hatırlamıyorum, umrumda da değil açıkçası. sonrasında birkaç açıklama yazısı paylaştı, ama gerçekten ilgilenmedim. canım istemedi. çünkü beklediğim, uzun açıklamalar değildi.
bedduanın neden yanlış bir şey olduğunu kendisinden dinlediğim insan, üstelik gezi çocuklarını bedduayla tehdit etti - o ifadenin benim aklımdaki kodlanışı budur. yani "evde" yine yalnız kaldım.
(cevap verirken keşke şunu da deseydim, milyonların bedduasıyla devlet yönetiliyor, iş mi bulunmayacak?)
işte yine, ortalık güllük gülistanlıkken, kendimizden başkasını düşünmemiz gerekmiyorken söylediklerimizin, toplumsal bir olayda "söylenemeyişi" örneği. gündelik hayatımızda beddua etmemenin erdeminden söz etmek son derece kolay, hadi bakalım buyrun, türkiye için tutarlı olma vakti.
benim bu örneklerdeki kaybım kişiler değil, keşke öyle olsaydı. güven kaybı bunlar. insan kendini kandırılmış hissediyor, özellikle iki ve en çok üçüncü örneklerde.
bence bütün bunlar, kalabalıklar içinde yaşamayı unutmuş ve her şeyi oturduğumuz yerden değerlendirmeye alışmış olmaktan kaynaklanıyor. öğrendiğimizin dışında bir şey olunca, ezberimiz bozulduğu için ne yapacağımızı bilemez bir hale geliyoruz. bu çok normal, elbette insan bilmediği bir şey görünce ya da yaşayınca şaşıracaktır. fakat bu süreçleri tutarlılıkla atlatmak önemli. "ben bu konuya geçen hafta da aynı şekilde yaklaşır mıydım, yaklaşmaz idiysem beni değiştiren nedir" sorgusuna girmek lazım.
sonuç olarak, artık sokakta kendimi -etrafta polis yoksa tabii- çok daha güvende hissediyorum. taksim'i daha çok sahiplenip, kadıköy'ü daha da çok sevip, armutlu'yla gurur duyuyorum.
fakat evde sıkılmayaydım iyiydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder