20 Şubat 2012 Pazartesi

Varoluşçuluğa giriş - "Akıl Çağı"


Akıl Çağı, Can Yayınları'ndan "Özgürlüğün Yolları" olarak çıkan Sartre üçlemesinin ilk kitabı. Kişisel tanımım ise, Sartre'ın, "varoluşçuluk hırkasını" senin benim gibi bir adama giydirip bize en dibinden empati yaptırdığı felsefi roman.

Öncelikle, üçlemeyi henüz bitirmediğimi belirteyim. Sadece bu cildini okudum, tamamladıktan sonra gerekli güncellemeleri yapma hakkımı saklı tutuyorum. Ama daha çok var.

Esas oğlan Mathieu Delarue, hayatını gerekliliklerden arınmış bir şekilde yaşamaya karar vermiş bir insan. Fakat böyle deyince aklınıza serkeş, sorumsuz, ya da "bohem" bir adam gelmesin. Gayet işinde gücünde, sosyal ilişkilerinde birtakım düzenleri olan, özünde iyi bir adam bu. Fakat kendinden ödün vermenin fikri bile buna bir acayip geliyor.

Böyle adamların aslında çok feci gereklilikleri, acayip kuralları olur. Bunun istisnası olmadığını düşünüyorum.

"Hayatımı ben belirlerim" diyen ve bunun üzerinde yeteri kadar düşünmemiş olan tiplere bir bakalım. Kimi çok muhafazakardır, kural dediği de atalarından gördüğünden ibarettir. Kimi kendine bir lider bellemiştir, değişen dünyaya ayak uydurmak gerektiğini bile düşünmeden liderini tanrılaştırır. Kimileri de öyle liderle gelenekle uğraşmaz ama, bütün bunlar neticede bir sosyalleşme sorunudur, onlar da bu sorunu "sosyalleşmeyerek" görmezden gelirler. Hayatlarında sadece kendi kuralları geçer, insanlarla empati yapma gerekliliğinin farkında bile olmazlar, kendileriyle empati yapıldığının dahi bilincinde olmazlar. Çünkü kuralları bellidir, sosyal ilişkileri sadece onların belirlediği ölçüde sürecektir. Başkalarının ne düşündüğü onları tabii ki ilgilendirmez, öyle ya, herkes kendi hayatını kendi belirler.

Oldu canım.

İşte bizim Mathieu, benim son bahsettiğim türden. Kafayı, başkalarının da kendi kuralları olabileceğini bile düşünemeyecek kadar kendisiyle bozmuş. Ama bu karaktere kızamıyorsunuz, çünkü o kadar normal, o kadar düz ve aslında kendi içinde o kadar erdemli bir adam ki. Kendisi dışında akıp giden hayata sadece dışarıdan bakıyor ve bu hayatın içinde olmak gibi bir özlemi de yok.

Mesela, adam "şaşırmıyor." Her zaman her şeyi biliyor gibi bir hali var. Öyle bir ilgisiz, öyle bir soğuk duruş. Yanında hiçbir sürpriz yok, bir sonraki adım hem planlı. Çünkü her şeyi kendisi belirliyor. Hiçbir heyecan yok, çünkü heyecanın sonunu bilemezsin, bu kontrole açık bir duygu değil. Yani böyle böyle şeyler.

Romanın başında, Mathieu'nün yıllardır birlikte olduğu Marcelle'in hamile olduğunu öğreniyoruz. Bu bebek, ikisinin de beklemediği bir hadise.

Aldıracak oluyorlar. Fakat buna paraları yok. Mathieu sağdan soldan para arıyor. “Film ve kitapları bir saniyede özetlemek” gibi bir tema olsa, bu romanı "para lazım hacı" şeklinde özetlerdim.

Evlenecek oluyorlar, olmaz, Mathieu evlenme karşıtı bir adam. Özgür olacak ya, o bakımdan.

E ama bu sefer, madem o kadar ilkelisin ve hayatın üzerinde kimseye söz söyletmiyorsun, daha doğmamış bir çocuğun hayatı üzerinde nasıl böyle bir karar alabilirsin?

Mathieu abisinden para isteyecek oluyor, e hani sen çok ilkeliydin, anlayışını tasvip etmediğin birinden para istemek de neyin nesi?

Yani ilkeli olmak da zor azizim. Öyle, "ben özgürüm" demekle özgür olunmuyor. Hikayede bir de diğer karakterler var. Mesela "E alınacaksa Marcelle'in çocuğu alınacak, o bir şey demiyor mu?" sorusunun çok şahane cevapları var ama burada yazmayayım. “Spoiler” olur. Asıl güzellik orada zaten. Yalnız ben bu kadına bittim. Mathieu'den çok daha esaslı bir karakter aslında. "Delikanlı" bir kere. Canım Marcelle. Zaten "dersi" de Mathieu vermiyor, her şey Daniel, Marcelle ve Jacques'ten öğreniliyor.

Mathieu gibi olmayan, düzenli işleri ve ilişkileri bulunmayan, yani aslında Sartre'ın bu özgürlük anlayışını kendileri üzerinden anlatsa çok daha rahat edeceği karakterler mevcut. Fakat hayır, eğer öyle olsaydı, biz bu romanla empati yapamazdık. Bizim için, bir zamanlar bir yerlerde olan biten bir hikayeden öteye gidemezdi. Çünkü biz ne Ivich gibi serkeş, ne Lola gibi dumanlı, ne de Boris gibi çocuksuyuz. Biz Mathieu gibiyiz, "doğru düzgün" insanlarız, ama işte etrafımıza bakmayı pek bilmiyoruz. Sosyal gerekliliklerin göbeğinde yaşıyoruz, aslında uymamız gereken bin tane kural var. Ama bunların farkında olmayıp "benim hiçbir bağım yok" diye ahkam kesmeyi marifet sanıyoruz - daha doğrusu, söylemekle bağımsız olunacağını düşünüyoruz. Ama olmuyor.

Daha bi ton konuşurum da, olmaz şimdi. Okuyun görün.

Aaa bu benim lan.
Yalnız, ben kitapta en çok Daniel karakterini sevdim. En akıllısı, insanın iki tarafının en iyi yansıtıldığı, kitabın sonunda da bombası en güzel patlayan karakter kendisiydi. Gözümde hep Joaquin Phoenix'in bin kilo olmadan önceki hali olarak canlandırdım, umarım bir gün Phoenix abimiz eski günlerine döner de bu karakteri oynar.

"Bilmiyorsun sevmeyi, bilmiyorsun
Boşuna sana bel bağlayışım.
Bilmiyorsun sevmeyi, bilmiyorsun
Boşuna hep çırpınıp ağlayışım."

Bakalım devamında neler olacak...

2 yorum:

  1. Ömer Özercan20 Şubat 2012 23:45

    Harika bir kitap tanıtımı/özeti. Okumuş kadar olduk. Özenli imla için de tebrik ederiz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. hem beğenme hem de bunu ifade etme nezaketiniz için asıl ben teşekkür ederim :)
      yorumlarımda küçük harflerle başladığıma bakmayın, büyük harflerden fazla hoşlanmıyorum. ama özenli imla tebrike değer bir şey değil; ancak faydalı bir takıntı :)

      Sil