7 Ocak 2014 Salı

tanrı bir, kafa binbeşyüz.

canım sıkkın. gerçi biraz sonra yönetimden biri gelip bir şeyler konuşacak ve hemen akabinde de toplantıya gireceğim. yani yazacak fazla vaktim yok ama akacak harf damarda durmaz. ya da aslında palamut benzetmesi daha uygun. balık olan. balık olan palamut çok kanlı hayvandır tamam mı, o yüzden oltadan aldığınız anda bi yara açarsınız ki fazla kanını akıtsın hayvancık. şimdi benim de fazla harfimi atmam lazım. ya da belki hava yapmış kombi örneği daha da uygun. içerideki basınç aşırı yükseldi, havasını almazsan patlayacak. evet bu güzel. palamutları delmeyelim boş yere, vahşet bu. ama ben balığa çıkmayı çok severim, onu nasıl yapalım? bundan sonra tuttuklarımı geri mi atsam acaba? hem babasıyla balığa çıkan çocukların oltasına takılacak daha çok balık olur böylelikle. ben artık tutsam ne tutmasam ne. neyse ki palamut sevmem.

tanrı'nın çalışma şekli çok enteresan. ya da kendi hezeyanlarımızı tanrı'ya mal etmek büyük kolaylık. böyle bakınca tanrı sizce de çok asap bozucu bir yetişkin gibi olmuyor mu? "senin suçu bana atma kafanı bile ben yarattım lan nıhoshfhah" diye gülen bir tip? hiç hoş değil.

eskiden kendisiyle hiç sorunum yoktu, bir süredir var. ama bu varlık yokluk sorunu değil, elli kere söyledim, varlığına inanmak hoşuma gidiyor. benimki dini bir iman değil, bir tercih. bence tanrı olmalı yani, yoksa da olsun mümkünse. yoksa kiminle konuşup sorumluluğu kime atacağız?

ama işte bu "limitleri önceden belirlenmişlik" hissi hoşuma gitmiyor. çünkü o zaman her şey çok manasız.

mesela bu sabah, kendisinin çalışma prensiplerinden birine taktım. o konuda tanrı'ya ben de çok kırgınım.

aslında daha önce fark etmiştim, "ne dilediğine dikkat et" prensibi yüzde yüz çalışıyor. ama bu sabah yeniden vurdu.

sağolsun, istediğim bir sürü şeyi verdi bana tanrı. ama işte bak bu mesela çok saçma, ne oldu yani aslında benim için başka şeyler düşünüyordu da talep doğrultusunda karar mı değiştirdi? yoksa ben zaten uslu uslu, benim için zaten uygun görülmüş olanı mı istedim? "o zaman her şey çok manasız" derken bundan bahsediyordum işte, tanrı'nın mutlak iradesine iman ederek aslında hepimiz birer asker olarak doğmuyor muyuz? bu arada insan asker doğmaz'ı da adana'da unuttum yine ya, bi okuyamadım onu. birinci cildi sizde varsa bi göndersenize, bende 2 ve 3 var. çok eski, 70'lerden kalma, e yayınları.

yalnız her yazıda olduğu gibi, yine "simultane" bir aydınlanma yaşıyorum. eğer biz zaten bizim için çoktan yazılmış olanı yaşıyorsak, burada kim neden büyük olsun ki? ille biri olacaksa yine biz oluruz bence, o kadar zorlamaya rağmen efendiliğimizden vazgeçmediğimiz için. öte yandan eğer bu yazgının dışına çıkılabiliyorsa, çıkanlar da büyük yine. olamayanı oldurdukları için. yani sevgili tanrı, üzgünüm ama otorite sahibinin büyüklüğünü kabul edecek biri yapmadın beni ki bunu da biliyor olman lazım. şimdi sen kesin bir yerlerden bana bakıp kıs kıs gülüyorsundur, "bunun kafasına ben koyuyorum bunları, sonra 'hihi yaşasın aydınlandım' diye seviniyor gerzek" diye. seni sırf yalnızlıktan reddetmiyorum, biliyorsun değil mi?

istediklerinin olması konusuna geri dönüyorum. evet oluyor, oldu da. çok iyi de oldu çok da güzel iyi oldu. fakat? e bunlar patlıyor? çünkü olan "şey bütünü" bizim istediğimiz bir şeye sahip fakat bütünün diğer hiçbir parçası bunu desteklemiyor. sen tanrı'dan bir portakal istiyorsun, evet o portakal geliyor ama istemediğin bir sürü başka şeyin içinde. "portakal buldum oley!" diye sevinirken, haberin var mı, terk etmedi o acayip şeyler beni. sonra tanrı büyük. büyük tabii ne olacağıdı, bu kadar büyük organizasyonu başka kim yapabilir?

hangi hasta ruh?

bu arada yazmaya o kadar çok ara verdim ki, kafam an be an daha çok dümdüzleşiyor. o arada iki saatlik bir toplantıya girdim, o toplantıda görüşülen sözleşmeye tamam dedim, bir velayet meselesine cevap verdim, yemek yerken memleket meselesi konuştum ve olaylar gelişmedi. mesela kaan'la konuştuk şimdi. normal. çünkü hiçbir şey olmadı.

işte bak bunlar da çok saçma değil mi? sürekli bir şeylere adapte oluyorsun, hayatın kendini değiştirerek geçiyor, insan bu hayattan nasıl bir stabilite bekleyebilir? çok saçma. hiçbir şeye en ufak bir müdahalede bulunamamak, çok aşağılayıcı. tanrı'nın bunu böyle uygun görmüş olması hoşuma gitmiyor. resmen oyuncak niyetine yaratıldık.

hayır bi de bekliyorsun o stabiliteyi. sende de iş yok ki. gerçi hakkını da yemeyeyim, kiran var kredi kartın var.

hangi hasta ruh sorusuna da cevap vereyim müsaadenizle. wells'in görünmez adam'ının ruhu bu. muhtemelen kesin bilgi.

mutsuz, tatminsiz, sosyal ilişkisiz, saplantılı bir adamın eline imkan geçtiği zaman davranacağı gibi davranıyor bize tanrı. kendisi belki de gerçekten otobüsteki bir yabancı, fakat bunu bilmemizi istemiyor ki yüz göz olmayalım. neden ki? zaten koskocamansın, ben seninle nasıl yüz göz olabilirim? ayrıca şu an zaten ziyadesiyle olduk bence - gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var? olma? bence bu sendeki, tamamen seninle alakalı bir çekince. çünkü bak ben hep söylerim, eğer sen sağlamsan hayat vız gelir tırıs gider; çünkü zaten ne zaman ne yapacağını biliyorsundur. e ben bile şu "kul" halimle "suskunluğum asaletimden" diyerek çizgimi bozmayabiliyorken, sen neyin tribindesin?

bir şeyi çok mu istedik, onu bize "al evladım" diye şefkatle vermiyor. "AL BAŞINA ÇAL!" diyerek kafamıza fırlatıyor ve buna şükretmeyince sen kötü oluyorsun. işte bu noktada hepimiz birer "kadife" değil miyiz, üzerine binilip sırtı kırbaçlanan?

ben eskiden onun bizi sevdiğine gerçekten inanırdım. çünkü aksini düşünmeme yol açan bir dünyam yoktu. muhafazakarları anlamıyor değilim yani, dünyaları imanlarını sarsmıyor olabilir. veya belki sarsacak şeyler oluyordur ama bunları da imana iyice sarılarak atlatmayı seçmişlerdir. koskoca bir tanrı inancına düz stockholm sendromu muamelesi; neden olmasın?

neyse işte ben vaktiyle buna cidden inanırdım, güzel günlerdi. sonra geçti.

o bir görünmez adam. istediğini yapıp istediği muameleyi görebilmek için görünmemeyi seçti. fakat sonra baktı ki bu iş baş edilir gibi değil; biraz tatminsizliğinden kaçmak biraz da insanları kendisinden kaçmamaya zorlamak için işi nobranlığa vurdu.

yani bir noktada, onu biz böyle yaptık. istesek çok daha iyi bir tanrı olabilirdi.

fakat bizi yaratan ve sınırlarımızı belirleyen zaten o idiyse, istediğini alamaması yine kendi hatası değil miydi?

sevgili tanrı'm, eğer beni seni düşünmem için yarattıysan, görevimden azlimi istiyorum. kendi düşen kendi ağlasın.


5 yorum:

  1. günaydın,
    iyi ki zamanınız kısıtlıymış :)

    YanıtlaSil
  2. merhaba,
    aralıklarla yazdım, başta bahsettiğim toplantıya girip çıktıktan sonra devam ettim :)

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Göksun,
    Aynı duyguları lisedeyken yaşamış ve felseme hocama sormuştum:
    - '' Kader diye birşey var madem, öyleyse neyin iradesinden bahsediyoruz? Neyin günahı neyin sevabı? Çok saçma bunlar ! ''
    demiştim.
    O da, şöyle yanıtlamıştı ve bu düşünce kafama yattı :
    - '' Bir film izlediğini düşün. Bir daha izlediğinde ne olacağını ve sonuçlarını bilirsin. İşte kader denen aslında bu. Tanrı, bizim ' hayat filmimizi' biliyor, yoksa yazan da oynayan da sensin. Tanrı, sadece onu önceden izlemiş gibi, olacakları ve sonu biliyor. İşte kader bu. Yani herşey senin elinde.''
    demişti.
    Böyle düşününce bir kukla olmadığına seviniyor insan. Ama, ''kelebek etkisi'' ndeki olasılıklar ve herşeyin sorumluluğu sana kalıyor. Diğer yandan tanrıdan yardım istemek de anlamlı oluyor. Fakat bu yardımı isterken ''her ne kadar içimizi okusa'' da ''talep sonucunu'' detaylı açık ve net bir şekilde belirtmek gerekiyor :)
    İşte bu noktada da '' bu nasıl iç okuma ?'' diyorum. Herneyse.
    Bir meslektaş olarak, yazılarını okumaktan büyük keyif alıyorum, kalemine sağlık :)
    Sevgiler....

    YanıtlaSil
  4. merhaba,

    kader ve inanc, benim kafayi cok taktigim meseleler. kafayi boyle calistirmayi, daha dogrusu ikna olmamayi seviyorum :)

    hem yorumunuz hem de yazmis olmaniz sebebiyle cok cok tesekkur ederim, umarim keyfiniz devam eder :)

    sevgi saygi bizden,
    goksun.

    YanıtlaSil