12 Kasım 2012 Pazartesi

Binyılların neticesi olarak on yıl

Blog'lara her zaman yazamıyorum, ama "bunu düşünüp doğru düzgün yazayım" diye not aldığım hiçbir şeye de dönmüyorum. Benim de işim zor.

Şu an toparlamaya çalıştığım taslağın nüvesi, mutfaktan çay alırken çıktı. Birgül Abla, Burcu ve Erkan da vardı, artık ulusalcıların da mağdur olduğundan filan söz ediyorduk. "Daha birkaç sene önce cumhuriyet mitingleri filan vardı, şimdi cumhuriyetin bayramı bile yok" dedik. AKP'nin, o birkaç sene öncekinden bile daha çok "karşı taraf" edindiğinden ama iktidarının ısrarla güçlendiğinden bahsediyorduk.

Bunun hangi dünya görüşüne dayandığını
lütfen bi söyler misiniz?
Bu gerçekten enteresan bir nokta. Ülkede, kendini tanımladığı dünya görüşü üzerinden konuşursak "hiçbir şey olmayan" çok fazla insan var, AKP de tam olarak "bu insanların" partisi. Maddi çıkar peşindeki particilerden bahsetmiyorum, onlar zaten iktidarda kim olsa onun peşinde olacaklardı. Dertleri kim "öteki" olmuş - kim idam edilmiş filan değil. Onlar "ekmeklerine bakanlar" ve o ekmek aslanın değil "Büyük Usta'larının" ağzında. Öte yandan, hak nedir ve hak sahibi kimdir konusunda bugüne kadar hiçbir şey düşünmemiş o kadar çok insan var ki. Adamın devletle, yargıyla, ticaretle, yurtdışıyla, bilimsel araştırmayla, akademiyle, herhangi bir yabancıyla... bugüne kadar en ufak bir işi olmamış ve bu yüzden, kendisini yöneten adamın sahip olması gereken vasıfları düşünmekten o kadar uzak ki. Bunu elitist bir eleştiri tarzıyla söylemiyorum, olan bu. Elitizm bence, sorunu tespit değil çözüm aşamasında ortaya çıkacak bir yaklaşım. Gerçeği aktarmak somut veri paylaşımıdır fakat "bizim oyumuz nasıl bir olur!" filan demek elitizmdir.

"Atatürk'ü putlaştırıyorlar!" diyenler açıklasın.
Bir de entel görünen AKP'ciler var mesela. Herhangi bir siyasi oluşumun elbette ki "okumuşları" da olacak, köşe yazarları filan. Fakat ben bu kişileri algılamakta zorluk çekiyorum. Hepsine "ekmeğinin peşinde" diyemem, mesela eğitimli biri için "sırf maddi kaygılarla particilik yapıyor" demek de elitizmdir. Ama akıl yürütme yolları bana çok yabancı. Daha önce bariz bir haksızlığa maruz kalmış olan başörtülü kadınların bugün örtülerinin peşinde olmaları gayet makul, bunda hiçbir sıkıntı yok. Fakat kendi hakkının derdine bu derece düşmüş bir kadın, kürtajın tamamen yasaklanmasını nasıl savunabilir?

Son moda, malum, idam cezası. Ok-kadar "tribünlere" oynanan bir oyun ki bu, bu konuda yazması gereken köşecilerin ruh hallerini merak ediyorum. Malum, konu açlık grevlerinin ağırlığının zirvesindeyken ortaya atıldı ve şu an "yandaş medya" bunun üzerine düşmek zorunda. Peki nasıl oluyor; ustaları "efendi gibi kendiniz ölün, yoksa ben öldüreceğim" derken, birtakım okumuş insanlar bunu nasıl allayıp pulluyor? Bunun allanıp pullanacak yeri mi var?

Aynı tavrı, Roboski zamanında da  görmüştük. Orada da, insanların kaçakçı olup olmadığı sorgulanmıştı. Enteresan olan ise, bu abes sorgulamanın okumuş tayfadan da destek bulması. Aklımın alacağı bir nokta değil. (Bu konuda koridorda'da çok yazdım, "uludere" etiketinde birçok yazı bulunabilir.)

Başkanlık sistemi de gelsin tamam, çünkü ABD'de de var. ABD'de eşcinsel evliliğin yasal olduğu yerler de var, ama biz burada onların oturduğu evleri mühürlüyoruz. Nasıl olacak?

İşte geçen gün bunları konuşurken birden şunu düşündüm... Hani Beyaz Türkler'in kendilerine yakıştırmadıkları mahalleler vardır ya, genelde küçük şehirlerden göç edenlerin yaşadığı. Yine somut verilerden gideceksek, üçüncü sayfa haberleri de gerçekten daha çok bu bölgelerden çıkar. Okuryazarlık oranı gerçekten de daha düşüktür, gece yürürken kendinizi gerçekten de güvende hissetmezsiniz. Bunun sebepleri bambaşka bir konu fakat benim diyeceğim şu; eğer kendimize "Türk" diyeceksek, zaten biz bir "millet" olarak göçmenlikle varolmuşuz, bunu neden düşünmüyoruz? Vaktiyle insanları kavimler halinde göçmeye iten sebeple, şimdi Ağrı'dan İstanbul'a getiren sebep farklı mı?

Bu sabah konuşuyorduk, Tarsus'un orta yerinde Romalılardan kalma bir kral yolu bulunmuş. Gören arkadaşım, "sanki dün yapılmış gibi, tiril tiril duruyor" diye anlattı. Türklerin böyle kalıntıları olamayacağını hepimiz biliyoruz, çünkü o aralarda biz kendimize çadır kuracak yer arıyorduk.

Buyur takip et.
Erkan "iyi de şu an Anadolu'dakilerin genetik yapısı Orta Asya genetiğinden çok farklı, yani burada aslında etnisite bakımından Türk yok ki doğru düzgün" dedi. Ama bu neyi değiştirir ki. Bir kere Türklüğü sahiplenmiş milyonlar var, ikincisi, sonradan gelen kavim geldiği yerde mevcut olan kavmi elbette ki bastıracaktı. 1071'de "bizimkiler" gelirken, burada mevcut olan halk onlara "Ah ne iyi ettiniz, ben kendi arazimi hemen size vereyim o zaman madem..." mi diyecekti? Yok öyle bir şey. Toprak mülkiyetinin gayetten de asıp keserek mümkün olduğu zamanlardan bahsediyoruz - ki şimdi de farklı değil.

İşte bu noktada, Anadolu halkının, bir arada yaşama konusunu içselleştirme konusunda çok gerilerden geldiğini düşünüyorum. Hani hep denir ya, bu topraklar çok savaş gördü diye. İşte o savaşların hiçbiri, gözünün üstünde kaşın var diye olmadı, hepsi "burası artık benim ve sen ya bana tabi ol ya da direkt öl" diye oldu. Hangi bir aradalık? Etnik olarak ne olursak olalım hepimiz Anadolu insanıyız ve bu kültürel-siyasi çatışmalar hepimizin manevi mirasında var.

Halkın bir bütün olarak savaştığı belki de tek savaş Kurtuluş Savaşı idi, ama bakın, oradaki bir aradalığın ekmeğini bile daha savaş biter bitmez, Dersim'de tüketmişiz biz.

"Türk misafirperverliği" ve Batı'da bulunmayan komşuluk ilişkileri ise bambaşka yerlerde kalıyor. Biraz önce andık, Avcılar'da taşlananlar da buradaki halkın komşularıydı. Misafirperverliğin ise, birkaç gün sonra "al şunları giy istersen" aşamasına evrilmeyeceğini bilmiyoruz; zira bu misafir severlik meselesini beş yıldızlı otel reklamlarından başka bir yerde görüyor değilim. Ezcümle, biz komşuyu-misafiri severiz, ama "kendilerini sevdirmeleri" koşuluyla. Yoksa düşmanımız olurlar.

Diğer konulara gelirsek... Geçen gün doktora yapabilmek için Almanca öğrenmenin gerekmesinden söz ederken, sohbet arasında geçene göre, Almanya birliğini "özel hukuka" borçluymuş. Adamlar 19. yüzyılda kendilerini bir devlet haline getirme fikrini, ticaretin ve özel hukukun uyumlaştırılması ekseninde geliştirip uygulamışlar. Bizim ise, o dönemde lonca teşkilatımız bile kalmamıştı, hangi ticaret hangi hukuk? Alman'ın 1800'lerin ilk yarısında düşüne tartışa oluşturduğu kanunu, biz 1900'lerin tam ortasında, kopyala+yapıştır tekniğiyle uyguladık. Hangi hukuk birikimi?

Böyle bakınca basit görünüyor.
Kamu hukukunda işler tamamen karmaşık, çünkü çok daha fazla etken var. Bulunduğumuz coğrafyada, yani Anadolu-Mezopotamya-Orta Doğu bölgesinden bahsediyorum, insan hakları kavramını hukukun ekonomik analizi gözünden bakmadan anlamak bence zor - ki bana bu perspektifi hatırlatan Erkan oldu. Kadın ve erkek arasındaki iş bölümünün, bu bölgelerle İskandinavya'da aynı olduğunu düşünemeyiz ki. Bizim buralarda, kadın on çocukla birden evde, adam dışarıda iş peşinde. Dışarıda iş var, besin var ve o on çocuk, bir şekilde büyüyor. Fakat soğuk bir ülkede, zaten on ay kar altındasın, ne işi ne besini? Ne on çocuğu? Karınla birlikte, on ay boyunca aynı evin içinde, aynı fiziki mekanda, aynı "işsizlikle" oturmak durumundasın. Oradaki kadın ve eşitlik algısıyla, buradaki bir olabilir mi?

Yalnız kadın ve insan hakları meselelerinde çok fazla boyut var, bu o boyutlardan sadece biri. Kadın, dünyanın hiçbir yerinde "erkek gibi" görülmüyor ve bunun elbette ki çok fazla sebebi var. Ben sadece bir bakış açısından söz etmiş olmak istedim. Örneğin, dini etkileri göz ardı ederek hiçbir konuyu tam olarak anlayamayız. Eğer her şeyi iklim ve coğrafyayla açıklayacaksak, Suudi'leri hiçbir yere koyamamamız gerekir. Çoraklık bakımından İskandinavya'dan esaslı bir farkları yok aslında, ama hani demokrasi?

Yine coğrafyaya dönersek, bizim mücadeleyi "televizyonları düğmeden kapatın" seviyesinde algıladığımız küresel ısınma olmasaydı, Arap Baharı'nı en azından bu dönemde görmeyebilirdik. (Bu konuda lütfen bakınız: http://yazmazsaolecek.blogspot.com/2012/06/07-derece-deyip-gecme-bak-neleri.html)

Yani diyorum ki, günümüz hukuku ve yaşama düzeninin tümüyle algılanması, çok boyutlu bir tarihsel analiz gerektirir. Aksi takdirde,  temelinden kopuk çıkarımlar yaparız ve malum, "alışmamış yerlerde durmayan şeyler" oluyor.

Netice olarak, Tüfek, Mikrop ve Çelik'i okumam gerektiğine son derece ikna olmuş durumdayım. Ama okuma listem uzun bir süre daha, Tekinalp'lerden ve Süzek'lerden oluşacak. Tüfeklere de bilahare dokunuruz elbet.

Çok sevgiler,
Göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder