Birkaç iyi çocuk. |
Daha önce Oyun Sonu ve Largo Desolato'yu da izlediğim için, "ekibe" ve tiyatro anlayışına aşinaydım. Yani bir şeylerin "yüzüme vurulacağını" biliyordum, öyle de oldu nitekim.
Oyun hakkında kısa bir bilgiden sonra, bir noktaya kadar hakkında genel olarak konuşarak, bir noktadan sonra ise "spoiler vererek" ilerleyeceğim, kırmızı ışıkta söylerim.
Hikayemiz, sekiz yıldır hiç görüşmeyen altı arkadaşın bir araya gelmesiyle başlıyor. Sahnede beş arkadaş, bir de arkadaş nişanlısı var. Altıncımız şimdilik yok.
Arkadaşların hepsi gayet geçerli mesleklerin sahipleri. Avukat, gazeteci, doktor, öğretmen, sanırım bir de insan kaynakçısı. Evlenip çocuk yapmış olanları da var. Tam birer beyaz Türk karakterleri. Ahlaki yanlarına baktığınızda ise, her biri için özetle "küçük burjuva" diyebiliriz. Yani o sahnedekiler, aslında her birimiziz.
Başta bildiğimiz geyikler çevrilirken, alkoldür şudur budur, ortalık birden geriliyor. Hepsinin yıllardır unutmaya çalıştığı ve bu yüzden birbirleriyle de görüşmemesinin sebebi olan bir olay, partinin ortasına pat diye düşüveriyor. Olayı hatırlama ve sorgulama sürecini, istediğiniz eserle ilişkilendirebilirsiniz. Literatürde o kadar çok işlenmiş bir konu ki bu, artık aklınıza gelen her şey serbest; Benim aklıma Suç ve Ceza geliyor; fakat kahramanımız Rusya'nın fakir ama her şeyi ince ince düşünen Raskolnikov'u değil, Türkiye'nin paralı ve yüzeysel küçük burjuva sınıfı.
2010'lardayken, hala bir Raskolnikov naifliği bekliyor muyuz gerçekten? Dünyanın şimdiki hali bize vazgeçemeyeceğiniz bu kadar çok şey sunuyorken, oturduğumuz yerden tasladığımız "aydınlığı" hayatımıza uygulamak ne kadar mümkün?
Dostoyevski Amca suç kavramını iki koca ciltte tartışırken, bu sorgulamaya 2012 yılında Cem Kardeş'in "Adam öldürmek ne zamandan beri suç oldu lan" demesi üzerine girebilmek, ironi midir, yoksa artık daha hızlı düşündüğümüzü mü gösterir, buna karar veremiyorum. Ya da bu kadar hızlı düşünmek, aslında gerçekten iyi bir şey midir? Buyrun düşünün, oyun da zaten bunu istiyor.
Azınlık-çoğunluk dengesi, bireysel varoluşun kalabalık gözündeki anlam ve önemi, anlık karar veya kararsızlığın hayatımıza etkisi ve en nihayet, "var olmanın dayanılmaz hafifliği." İnsan olmak gerçekten çok zor bir şey, çünkü yaşadığımız her saniye bir "irade" meselesi ve o iradenin sonuçlarını ne zaman yaşayabileceğimizi bile bilmiyoruz. İşte oyun, bence en çok bu gerçekler üzerin kurulu. Ama siz lütfen benim entellik taslayan cümlelerime bakmayın; çünkü oyun aslında benim bu kasıntı cümlelerimi değil, sizin kendi hayatınızın 3 saatini gösterecek. Bu da size hiç yabancı gelmeyen, cümlelerini bildiğiniz, cevaplardan hoşlandığınız, gerilimini tanıdığınız bir üç saat anlamına geliyor.
Bir Ayşegül var Ayşegül'den içeri. |
Bir de bu gençler çok acayip. Tiyatrocu olmak bence zaten başlı başına "insanlık dışı bir konsantrasyon" gerektiriyor, bunların sahnesi iyice enteresan. Tamam hiç sahneye çıkmadım ama düşünüyorum ki, yukarıda bir sahnede, seyircilerin üzeri karanlıkken, oyuncuların "kendi kendilerine" konsantre olmaları hadi yine mümkün, ama bunlar bizim aramızda oynuyorlar. Oynadıkları şey de, her türlü hatanın komediye çevrilebileceği bir doğaçlama filan değil, bayağı bayağı "kriz geçirmeli" bir şey. Allah'ım aklımı koru.
Gelelim, bahsetmek istediğim diğer bir meseleye...
Oyunun yazarı ve yönetmeni olan Cem Uslu hakkında söylemek istediklerim var. Kendisini, sadece bu oyunların sahnelerinde gördüğüm kadar tanıyorum. Bunu belirtmemin sebebi, hakkındaki fikrimin gerçekten uzaktan bakan biri gözüyle oluştuğunu ifade etmek.
Nedenini kelimelerle izah edemem, ama Cem Bey bana "TRT 2" hissi veren bir sanat insanı. Açıkçası bu oyuna giderken de, nasıl bir oyun yazmış olduğunu merak ediyordum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bir şeylerin yüzüme çarpılacağını tahmin etmek zor değil, fakat bunun nasıl yapılacağı yönünde bir endişem de yok değildi.
Oyun, son kısmına kadar, endişelerimi tamamen, olduğu gibi, baştan sona boşa çıkardı. Son derece sürükleyen, akan, geren, "asap bozan" bir performans izledik. Bunda elbette ki oyuncuların gücünü yadsıyamayız, örneğin o Mete'yi saçlarından sürüklemek istiyor insan, "Gerizekalı entel çakması içi boş denyo seni! diye. Müge deseniz, ayh, tam tanımını veremeyeceğim ama görünce anlayacaksınız. Evli, çocuklu, paso şarap-sigara... Pınar'ı "Eeeh, otur lan iki dakka!" diye çökertesiniz, İsmail'e "Yavrum hayatında herhangi bir işe yaradın mı sen çocuum?" diyesiniz geliyor. Hakan'a ise, bir şey demezsiniz, çünkü aslında hayatınızdan çıkaracağınız biri Hakan. Kadınsanız, Hakan'ın tarzı sizi bozacaktır, onun "kaba sabalığı" sizin kadınsal naifliğinize halel getirir. Erkekseniz de, ortamda arıza da olsa o derece maskülen biri sizi bozar. Sırlarınızı ortaya dökebilir, istemediğiniz şeyler söyleyebilir, sizi "kıza" rezil eder. İstemezsiniz. Ama şunu da düşünmezsiniz, o kişi, sizin yapmaktan ısrarla imtina ettiğiniz sorgulamaları yaptığı için böyle istenmez olmuştur. Aslında sizin kaçtığınız, sağa sola kusup duran biri değil, o kusulanların içinde olan kendi geçmişiniz ve iç dünyanızdır.
Cem Uslu'ya geri dönelim. Oyunun yazımı ve yönetiminin yanı sıra, sarhoş Hakan rolünde de gayet başarılıydı. Fakat oyunun sonuna doğru, TRT 2'ye geri döndük.
Oyunun, son arkadaş Sezin'in katılmasından sonraki kısmının, çok kısa, yüzeysel ve "fazla didaktik" geçtiğini düşünüyorum. Bu oyunun sonu bu kadar kolayca bağlanmamalıydı. Belki bu da oyunun bir parçasıdır; neredeyse 3 saat boyunca yüzeysellikten söz eden bir oyunun böyle bitmesi belki de gerekli görülmüştür. Bilemiyorum. Fakat insanda bir boşluk hissi yarattı.
Dikkat, buradan sonrası spoiler.
Artık son anlar. |
Psikolojik sorgu daha fazla olmalıydı. Sezin'in bahsettiği deneyler insanda belgesel hissi yarattı, bağlamdan koptuk. Bir "dram" izliyorken, birden kemik gözlüklerimizi takıp kendimizi akademide bulduk. Aklımıza bir sürü soru geldi, ama bunların hiçbiri, kağıda çizilen 3 çizgiyle alakalı değildi. Bu arada o deneyini izahı bence gerçekten gereksizdi, onu da belirteyim. On yıldır bir şeyleri unutmaya çalıştığını düşünen insanların tedavisini, kağıda 3 çizgi çekerek yapabiliyorsak iyiymiş. Ha burada şu da denebilir, "bu insanların rahatlamaya ihtiyacı vardı, kendilerini kurtaracak bir şeye tutunmaya muhtaçlardı, o yüzden de hop diye ikna oluverdiler." Tamam kabul, ama hala söylüyorum, bunu Sezin'in sorgusunu daha detaylı kurgulayarak belirtmek çok daha anlamlı. Çünkü anıya tutunmayı seçen insanın, bu tutunmadan vazgeçmesi için başka bir dalın sağlamlığına ikna olması lazım, ama Sezin'in bölümü bu ikna için bence yetersizdi.
Bir de, ben "kızı parçaladık" kısmına kadar, hep Zeyno'nun "Hepiniz yanlış hatırlıyorsunuz çünkü o kız benim" demesini bekledim. Hatta parçalanmadan sonra dahi, "Hah o zaman da kardeşi filan mı acaba, ya da bunlar yine mi yalan yanlış hatırladılar?" diye düşündüm. Herkesi konuşturmak ve yaptığıyla yüzleştirmek için böyle bir yol seçmiş olabilirdi. Sonra da ya bu sefer gerçekten öldürülürdü ve pişmanlığını izlediğimiz beş kişinin tüm o krizlerinin ne kadar "yalan" olduğunu görürdük; ya da bu sefer Zeyno herkesi öldürürdü, o zaman da oyundan sonra "intikam" minvali üzere konuşuyor olurduk.
Oyuna ilişkin söyleyecek başka bir şeyim sanırım kalmadı. Son olarak, o yakın plandaki Tuborg olsa iyiymiş.
Çok sevgiler,
Göksun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder