2 Eylül 2013 Pazartesi

baktım ki umduğumdan iyi geçmiş yaz. öptüm, göksun.

duygusal olmak, hemen herkes tarafından sulugözlükle ve zayıflıkla ilişkilendirilen bir şey. sanılıyor ki, duygusal insan aman hadi bir şey olsun da ağlayayım, o zaman derhal depresyona gireyim, ooo beybi bunalım çok güzel gelsene filan diye yaşıyor. yoo dostum o öyle değil. çünkü duygu o kadar çeşitli bir şeydir ki, hangisinin peşinden gideceğin hiç belli olmaz.

duygusal olmayı, o anki ruh haline uygun davranmak olarak anlıyorum ben. gördüğünüz gibi, tutarlılık takıntım yine devrede.

bu duygu, elbette ki son derece güçlü bir sevecenlik veya aşk olabileceği gibi, yine aynı şiddette korku ve öfke de olabilir. belki de öyle bir iş yapıyorsunuzdur ki hissettiğiniz şey, "ruhu geçeyim sana bir şey olmasın" diyerek takılmaktan ibarettir. bunlar hayatımızda olan şeyler hep.

fakat insan evladı saçmalamaya o kadar meyilli ki, bu son duygusuzluk hali senin insanlıktan çıkmış olduğun şeklinde değerlendiriliyor. ne alakası var arkadaşım, bu bir ruh halidir ve ruh da insana dairdir.

saçmalamanın şimdilik iki şeklini bulabildim, hemen birini aktarıvereyim. mesela "yok yok bu kesin olayı kafasında çok büyüttü, olmadık beklentiler içine girdi, ben en iyisi buna ayar vereyim." sizce de bu yaklaşım, aslında içten içe kendisini büyütmek isteyen birine ait gibi değil mi? ya ben seni niye büyüteyim, kimsin ki senden ne bekleyeyim, ne alakası var? sen bana sordun mu neyi nasıl anladığımı? o an nasıl hissediyorsam o hissin peşindeyim ki bunda da seni ilgilendiren bir şey yok. olur da benim içimdeki sana dokunmaya başlarsa bunu o zaman konuşuruz. bu nasıl bir kendini büyütmek, nasıl bir karşındakini gerizekalı yerine koymaktır?

diğer şekli ise, kendini büyütmek gibi naif bir terbiyesizlik değil, karşındakine saygısızlık yapma hakkın bulunduğuna dair tarifsiz bir şerefsizlik içeriyor. "madem arada beklenti yok, o zaman istediğim gibi davranabilirim." iyi de hacı, sen sokaktaki insana bile istediğin gibi davranamazken, hayatına bir ucundan girmesine izin verdiğin birine nasıl öyle yaparsın? dünyanın en saçma şeyi değil mi bu? git istediğin yerde istediğin gibi davran, ama benim gözümün önündeki iğrençleşmenin bir açıklaması olabilir mi?

saygı ve bağlılık birbirinden çok farklı şeyler, bunların ayrılamıyor olmasını gerçekten anlayamıyorum. mesela hayatında bir daha görmeyeceğin insana bağlılık göstermen elbette ki beklenemez, fakat bu durum bulunduğunuz ortamda ona saygısızlık etmeni de meşru kılmaz. haksız mıyım? aksinin kabulü, herkesin her an sadece kendisini öne almasını doğurur ki o zaman da zaten sosyallikten ve dolayısıyla insanlıktan bahsedemeyiz. madem sosyal hayvanlarız, bunun bazı gerekleri ve sonuçları var.

işte bu yaz, benim insan çocuğundaki muhtelif egosal tutarsızlıklarla ve hislerle çok fazla karşılaştığım bir yazdı.

bir kısmını zaten geçen yazılardan birinde anlatmıştım; çok karışık bir mevsim geçiriyorum. gezi'yle başlayıp ayrılmakla devam eden, bunalımla süslenip rakı masalarında kahkahalanan, dağlarda gezip kayalardan tırmanan bir yaz geçirdim. çok karışıktı her şey, kendi hızımdan başım döndü - ama şimdi anlatmayayım çünkü konu bu değil.

insanla çok fazla haşır neşir olunca, çok fazla şey görüyor ve hissediyorsun. zaten o yüzden, çok gezenin ampirik bilgisi çok okuyandan çok daha fazla oluyor. hayatın kendisi ampirik çünkü, kitap bana bunu yalnızca teorisini verebilir. hem okuyup hem gezeyim deyince de işte böyle kafayı yiyorsun.

neyse diyordum ki, bu kadar insan bana "aşırı doz" gelmişse demek ki, dün kamptayken kendimi düşünüp "çok fazla hissediyorum ben ya" diye dertlendim. bu his, yukarıda da söylediğim gibi, çağrıştırdığı üzere bir bunalım içermiyor aslında. sadece, içinde bulunduğum ruh haline çok fazla giriyorum ama işte o hal her zaman düzgün anlaşılmıyor. anlaşılmayıp terbiyesizlikle karşılaşınca da canım sıkılıyor. sonra olaylar olaylar.

arkadaşlarımı kendimden ayırmıyorum, onların hissedeceklerini düşündüğüm her şey direkt bana geçiyor. olduğu gibi. anda korkuyor, kalp krizini ben geçiriyorum. özlem ağlıyor, onun bunalımına ben giriyorum. diğeri saçma sapan sebeplerle bana bağırıyor, işte o iş biraz fena, onun sinirini üzerime alıp ben de bağırıyorum. ama sonra "üç gün sonra bu beni neden harcadığını anlayacaktır" diye, bu sefer onun müstakbel üzüntüsünü hoop kendime geçirip yalnızlığıyla empati kuruyorum. fazla hissetmenin bir veçhesi olarak, benim için sıkıntılı bir durum. çünkü hissetmek, direkt olarak empatiyi getiriyor ve bu sefer artık senin olmuş o hissi bırakıp yanındakiyle ilgilenmenin derdine düşüyorsun.

sonra diyelim ki bunlar yanlış şeyler yapıyorlar ama bunun farkında değiller, o zaman da "ben şimdi ne yapacağım" hissini çok fazla yaşıyorum. çünkü tüm vaktimi bu insanlarla birlikte geçiriyorum ve yapacağım şey, aslında direkt benim kendi hayatıma müdahale anlamına geliyor. beni en çok yoran his bu mesela, allah beterinden saklasın.

birilerinin hayatında bulunmak istiyorum, ama o zaman başkasını üzeceğim gerçeğiyle yüzleşip bu sefer hiç tanımadığım - ya da belki tanıdığım o insanın üzüntüsünü hissediyorum. ağır geliyor.

bunlar sadece örnek. bu yaz çok fazla şey hissettim. mesela kafamın çok karıştığı da oldu, "tamam sen her şeyi geri alıp baştan başlayalım diyorsun ama bu ne kadar mümkün" diye. doğa sporuna başladım ucundan, doğada ne kadar tek ve hür fakat bir o kadar da kardeşçesine olunduğunu gördüm. bu benim gündelik hayatımı da çok etkiledi. çok gezdim, içtim ve okudum. her bir adım, yudum ve satırda aklım biraz daha açıldı.

çok fazla insan, çok fazla his demek. ve ben o hislerin her birini duyuyorum.

sonra bu kez, tüm o his modelleri üzerinde saatlerce düşünüp kendi varlığımı sorguluyorum.

bu kimi zaman benim için alçaltıcı oluyor, ama olsun, hayat böyle bir şey.

o zaman şu kadehi bitireyim de yenisini içeyim.

öptüm, göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder