27 Ocak 2012 Cuma

Herkes Seni Seviyorum Der

Çarşamba günü, muhtemelen unutmayacağım akşamlardan birini geçirdim. Ben çok şey yaptığım, çok şey "hissettiğim" ve bir yarısında kapımın çalındığı geceleri severim. Sevgili Özlem, kapımı hep çal, olur mu?

"Evde bir şeylerle uğraşma" özlemimi giderdikten sonra, sütlü (kremalı değil) kahve, Eti Browni Intense, koltukta uzanma hareketi ve Woody Allen'la, hayat ne kadar güzel olabiliyor.

Herkes Seni Seviyorum Der'i zaten uzun zamandır izleyesim vardı, ama o akşam resmen "aşerdim." Daha önce izlememiştim ama yönetmeni ve ismi itibariyle, bilinmeyen güçler tarafından bu filme ve resmen sürüklendim. Ne iyi olmuş.

Anlatılan aile, yine karışık, yine herkesin çok konuştuğu, yine "bi acayip." Ve Woody Allen kadınları yine çok güzel.

Joe ve Steffi, boşanmış fakat hala görüşen bir çift. Hikayeyi, bu ikisinin ortak çocuğu olan Djuna'nın ağzından dinliyoruz.

Djuna, annesinin ikinci eşi Bob'un diğer çocuklarıyla birlikte New York'ta yaşıyor. Joe da, Paris'te yaşıyor olmasına rağmen bu ailenin bir parçası; Djuna iki adama birden "baba" diyor, ikinci baba Bob'un çocukları Steffi'ye anne diyor, Bob ve Joe birbirlerini çok seviyorlar filan. Eh, bir Woody Allen filminden mazbut aile yapısı beklemek abes olur; o aileleri içselleştirmeye zaten yeteri kadar mecbur bırakılıyoruz.

Film, neredeyse tüm karakterlerin ikili ilişkilerini göstermek üzerine kurulu. Fakat hiçbir yerinde, kimse kimseyi sorgulamıyor, kimsenin karakter tahlili yapılmıyor, hiç öyle ağır duygu sekansları yok; her şey alabildiğine "olduğu gibi" ve hatta "hafife alınmış." Tam Woody Allen. Dalgasını geçiyor.

İlişkilerini gördüğümüz karakterlerin hepsi birbirinden farklı. 14 yaşındaki kızlar, sanırım 20'lerine henüz gelmemiş olan Djuna, 20'lerinin başındaki Skyler ve Holden, orta yaşlı ve "A plus" hayatlı Steffi ve Bob, yine orta yaşlı ama "loser" Von, biraz daha büyük ve çatlak Joe, eski mahkum Charles... Tüm bunların "ilişki algılarını" izlerken, filmin adını aklınıza bile getirmeksizin, tamamen o an öyle geldiği için, ağzınızdan şunlar dökülüyor, "herkes seni seviyorum der..."

Filme başlamadan önce, çok beğeneceğimi biliyordum ama seni seviyorum'un herkes tarafından söylenmesinin nasıl işlendiğine dair çok da fikrim yoktu. Bu konunun iki şekilde işlenebileceğini düşünmüştüm, ya "Seni seviyorum demekte bir şey yok, çünkü amaç birini kandırmaksa, iki lafla bunu gayet kolay yapabilirsin" ya da "Seni seviyorum demekte bir şey yok, çünkü eğer o an öyle hissetmişsen, gerisini çok da düşünmezsin." fikriyle. Şimdi düşününce, bu fikirlerden hangisindeki gerçekliğin daha korkunç olduğuna karar veremiyorum.

Woody Allen konuyu işlemek için "kandırmaca" yolunu seçseydi bile bunu o kadar "inceden" yapardı ki, bizi kandıran adamları "Canım yaaa" diye hatırlamamızı sağlayabilirdi. İyi ki öyle yapmamış.

Filmde herkes mutlaka birilerini seviyor. Çünkü sevmek aslında çok düz, çok kolay bir şey. Birini görüp beğeniyorsun, hayatında istiyorsun, oluyor. Bu kadar. Arkası önü yok. Hatta sadece sevgi değil, senin sonsuza kadar süreceğini düşündüğün bütün hisler aslında "o ana" özel. O kadar. "Artık aşkla işim olmaz" cümlesini 14 yaşında da 50 küsür yaşında da kurabiliyor olmanın, başka bir açıklaması olamaz.

Biz insan evlatları, birini sevmekle hayatını onunla geçirebilecek olmayı birbirine çok karıştırıyoruz. Birkaç güzel anımız olunca, o insanın "seçilmiş kişi" olduğuna inanıyoruz. Halbuki seçilmiş kişi diye bir şey hiç olmuyor ve aksine, biz sevgilimizden "seçilmişlik performansı" bekledikçe işler iyice sarpa sarıyor. Çünkü bak söylüyorum, yok öyle bir şey. Senin aklıselimle düşünerek, "Evet bu insanla yaşanır gerçekten hacı..." demen gibi bir şey var. Bu karar da öpüşüp koklaşırken, "yaramazlık" yapmak için bir yerlerin tuvalet penceresinden  kaçarken filan verilmiyor. Endişen olmasın, beraber yaşayabileceğini düşündüğün insanla zaten böyle şeyler de yapabiliyorsun - dur umarım.

Fakat tüm bu süreçlerde, "anı biriktiriyorsun." Bu anılardaki insanı silip atacak halin yok, çünkü seni var eden şey o anıların kendisi. Filmde bu fikir de var, hoşuma gitti. İki insan bir süreci birlikte geçirdikten sonra, neden bununla yüzleşip hayatlarını birbirlerinden bir beklentileri olmaksızın geçirmeyi beceremiyorlar ki?

Biz, yani biz derken ben ve insan milleti, ayrılmaya çok fazla anlam yüklüyoruz. Bununla da kafa bulmuş Woody Allen; mesela bir sahnede bir karakter, "Aklıma başkası girdi, ama sevgilimi aldatmak da istemiyorum... O yüzden ayrıldık, ben biraz öbürüyle takılacağım, sevgilime dönüp dönmeyeceğimi zaman gösterecek" diyor. E ayrılmak bu kadar basit olması gereken bir şey. Ama mesela benim başıma böyle bir şey gelse muhtemelen kendimi keserim. Ne bunu söyleyen kadın, ne de terk ettiği adam kadar rahat olmamın hiçbir paralel evrende imkanı yok. Halbuki "mantıklı düşününce" her şey ne kadar kolay.

Benzer şekilde, Steffi ve Joe ilişkisi... Sevgiliyken çok mutlu olmuş, çok güzel bir çocuk yetiştirmiş, çok iyi arkadaş olan, fakat evliliği yürütemeyen bir çift. Steffi Joe için "kız beğeniyor" filan. Ne var ki bunda, bak Woody Allen ne güzel anlatmış işte, Steffi ve Joe o kadar iyi arkadaşlar ki Joe ve Bob birbiriyle kanka olabiliyor... Bu da aynı şekilde, ancak bir Woody Allen filminde bu kadar "normal" görünebilen bir şey. Savunur muyum, her zaman; yapabilir miyim, sanmıyorum.

İşte Woody Allen'ı bu yüzden çok seviyorum.
"Olmayacak işleri" (!) bana son derece makul ve meşru gösterip, ufkumu genişlettiği için.
Bir de, cumhuriyetçilere muhteşem ama gerçekten muhteşem kaya fırlatmış, o sebeple.

Bu arada, Holden Spence ve Derek Vinyard'ın aslında aynı adam olduğu bir dünyada yaşıyor olmak da ayrıca ilginç. Aradaki iki sene en çok Edward Norton'a yaramış...

Yeni bir Woody Allen filmiyle görüşmek üzere, çok sevgiler,
Göksun.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder